20'nci yüzyılın sonunda ve 21'inci yüzyılın hemen başında olmak üzere dünya iki büyük olay yaşadı. Bu olaylar uluslararası ilişkileri, ittifakları, stratejik düşünceleri, "tehdit" ve buna bağlı olarak "güvenlik" gibi kavramları temelden sarstı ve büyük oranda değişime zorladı.
Bu iki olaydan biri Berlin Duvarı'nın yıkılışı, diğeri 11 Eylül'dür.
1989 yılında Berlin Duvarı'nın yıkılışı, Sovyetler Birliği'nin ve Varşova Paktı'nın dağılmasına giden yolun başlangıcı olurken, bazı değerlendirmelere göre de, dünya düzeninin tek kutuplu bir şekle dönüşmesine ve Soğuk Savaş Dönemi'nin sona ermesine neden oldu.
11 Eylül 2001'de ABD'de yaşanan ve bütün dünya ülkeleri tarafından lanetlenen trajik olay ise, en güçlü devletlerin bile terörün hedefi olabileceğini gösterdi.
Aslında bu olay, insanlığın var oluşundan beri yaşanan terör olaylarının küreselleşmesinden başka bir şey değildi.
Bu gelişmeler, birçok devletin güvenlik konseptlerini "savunmayı" öngören "tehditlere" dayalı stratejik düşünceden, sadece "güvenliğe" ve "risklere" dayalı stratejik düşünceye dönüştürmesine neden oldu.
Türkiye için ise durum çok farklıdır. Türkiye içinde bulunduğu zor coğrafyada, simetrikten asimetriğe doğru uzanan geniş bir risk ve tehdit yelpazesi ile karşı karşıyadır.
Türkiye'nin 1984 yılından beri bölücü terör örgütüne karşı, adeta tek başına yürütmekte olduğu mücadele, aslında -biz buna İç Güvenlik Harekâtı diyoruz- asimetrik tehdide karşı yürütülen bir mücadeledir.
Bugün karşı karşıya kaldığımız bölücü terör hareketinin temelinde etnik milliyetçilik vardır. Hedefleri ise ulus devlet ve üniter devlet yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Öncelikli hedef ulus devlettir. Etnik kimliklerinin anayasal güvenceye kavuşturulması sık sık ve açıkça dile getirilen temel husustur. Bu husus da Türkiye'nin ulus devlet yapısını hedef almaktadır. Sonraki hedef ise üniter devlettir. Üniter devlet, ülke, ulus ve egemenlik unsurları ve yasama, yürütme, yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren devlet olarak tanımlanabilir.
Bölücü terör örgütüne karşı yürütmekte olduğumuz İç Güvenlik Harekâtı'nın; halkımız, medya ve politikacılar tarafından iyi anlaşılması ve değerlendirilebilmesi için, simetrik – yani klasik, diğer bir deyişle konvansiyonel – harekât ile asimetrik – yani terörist örgütlerle mücadele, düşük yoğunluklu çatışma, – bizim deyişimizle İç Güvenlik Harekâtı arasındaki temel farkların iyi anlaşılması zorunludur.
Dünyadaki genel izlenim, çok kişinin asimetrik harekâta, hâlâ simetrik harekât gözü ve beklentileriyle bakmakta olduğudur. Bu bakış açısı, kamuoyunun, medyanın ve politikacıların beklentileriyle güvenlik kuvvetlerinin bu beklentileri gerçekleştirmesi arasındaki farkların oluşmasına neden olmaktadır.
Konuşmamın bundan sonraki bölümünde, simetrik harekât yerine klasik harekât; asimetrik harekât yerine ise İç Güvenlik Harekâtı (terörist örgütlerle mücadele) terimlerini kullanacağım.
Klasik harekât ile İç Güvenlik Harekâtı arasındaki temel farklar şöyle sıralanabilir:
- Klasik harekâtın icrası devletler arasında gerçekleşirken, İç Güvenlik Harekâtı devlet ile terörist organizasyonlar arasında meydana gelmektedir.
Bu çok önemli bir farktır. Çünkü, devletler ulusal ve uluslararası hukuka ve yasalara uymak zorundadır. Teröristler ise böyle kısıtlamalarla karşı karşıya değildir. Bu durum İç Güvenlik Harekâtı'nı elbette zorlaştırmaktadır.
Burada önemli olan nokta, ulusal ve uluslararası yasa yapıcıların, insanların temel hak ve özgürlüklerini gözetirken, onların güvenliklerini ve yaşama haklarının korunmasını da aynı derecede gözetmek zorunda olduklarıdır.
Türkiye, terör tehdidi altında olan ve terör olaylarıyla yaşayan bir ülke. İnsanların temel hak ve özgürlüklerinin gereksiz yere kısıtlanması nasıl kabul edilemezse, bu hak ve özgürlüklerin teröristler tarafından istismar edilmesi de kabul edilemez.
Klasik harekâtın yönetimi için gerekli ulusal hukuki yapıyı Sıkıyönetim Kanunu oluşturmaktadır.
İç Güvenlik Harekâtı ise, Olağanüstü Hâl Kanunu veya İl İdaresi Kanunu çerçevesinde icra edilmektedir.
Tabii ki, bu hukuki yapılar arasında büyük farklar bulunmaktadır.
- Klasik harekât benzer kuvvetler arasında cereyan etmekte olup, kuvvetler arasında da bir denge mevcuttur. Örneğin klasik yaklaşımla, taarruz eden kuvvetin savunana karşı 1'e 3 üstünlüğü aranır.
İç Güvenlik Harekâtı'nda kuvvetler arasında ne benzerlik ne de denge vardır.
Terörle mücadele, zayıf ile kuvvetli arasındaki mücadeledir. Bu nedenle terörle mücadelede sayısal dengeler en önemli husus değildir.
- Klasik harekâtta zaman ve mekân tanımları kolayken, İç Güvenlik Harekâtı'ndaki zaman 24 saati, mekân ise bütün ülkeyi, bazı durumlarda diğer ülkeleri de kapsamaktadır. Her zaman, her yerde teröristle karşılaşmak mümkündür.
- Klasik harekâtta düşmanı bulmak kolay, ancak bitirmek, etkisiz hâle getirmek daha zordur.
İç Güvenlik Harekâtı'nda ise teröristi bulmak çok zor, bulunan teröristi etkisiz hâle getirmek daha kolaydır.
- İç Güvenlik Harekâtı'nda gerçek zamanlı istihbarata duyulan ihtiyaç, dakikalarla ifade edilecek şekilde artmıştır.
Şimdi geçerli olan bir bilgi, kısa süre sonra geçerliliğini yitirebilmektedir. Zira yeri belirlenmiş olan terörist, biraz sonra artık orada değildir.
- Klasik harekâtta politik ve askerî hedeflerin tanımı daha kolaydır: Karşı tarafa isteklerinin kabul ettirilmesi, düşman silahlı kuvvetlerinin imha edilmesi, A tepesinin ele geçirilmesi gibi.
İç Güvenlik Harekâtı'nda ise bu hedeflerin somut olarak ifade edilmesi zordur.
Buna rağmen, İç Güvenlik Harekâtı'nın politik hedefinin, terör örgütünün ve destekçilerinin başarı umutlarının yok edilmesi şeklinde olabileceğini söyleyebiliriz.
Peki askerî hedef ne olacaktır?
En gerçekçi askerî hedef terör olaylarını kabul edilebilir, en düşük seviyelere indirmek şeklinde olabilir.
- Şimdi önemli faktörlerden birisine geliyorum. Bu da, İç Güvenlik Harekâtı'nın cereyan ettiği alanın, hemen hemen her noktasında insanın olduğu, insanın yaşadığı gerçeğidir.
Klasik harekâtta, bu çerçevedeki temel soru, "Düşman nerede?" iken, İç Güvenlik Harekâtı'nda ana soru "Kim terörist?"tir.
Burada, İç Güvenlik Harekâtı'nın icrasını zorlaştırmasına ve bazen Güvenlik Kuvvetlerinin kayıplarına da neden olmasına rağmen, harekâtı yürüten bütün Güvenlik Kuvvetlerinin kesinlikle uyması gereken kural, masum halk ile teröristin ve destekçilerinin ayırt edilmesi ve mevcut yasalara uyulması zorunluluğudur.
Bu açıdan bakıldığında, 1990'lı yıllarda terörün şiddetli olmasına rağmen, operasyon arazilerinin büyük oranda boş olması nedeniyle "Kim terörist?" sorusuna kolay ve net olarak cevap verilirken, bugün bu sorunun cevabını bulmak, değişen şartlar çerçevesinde gerçekten zordur.
- Mücadelenin süresine ilişkin beklentiler ise diğer önemli noktayı oluşturmaktadır.
Örneğin İsrail kamuoyu, 1967 Arap-İsrail Savaşı'nda oldukça güçlü kuvvetlere karşı altı günde zafer kazanan İsrail Silahlı Kuvvetlerinin, 2007'de birkaç bin kişiden oluşan Hizbullah Örgütü'nü Lübnan'da neden etkisiz hâle getiremediğini anlamakta zorlanmaktadır.
Aynı husus, ABD kamuoyu için de geçerlidir. ABD Silahlı Kuvvetleri, İkinci Irak Savaşı'nda klasik çatışmayı Nisan 2003'te beklentilerden de önce sonuçlandırmasına rağmen, terör ve direniş hareketlerine karşı aynı başarıyı sağlayamamıştır.
İç Güvenlik Harekâtı'nda kamuoyu, mücadelenin süresine ilişkin gerçek dışı beklentilerin içine girmemeli veya yetkililerce beklentiler içine sokulmamalı; gerçekler kamuoyuna, ilgililer tarafından açıkça anlatılmalıdır.
- Klasik harekâtın icrası ile, İç Güvenlik Harekâtı'nın icrasındaki temel yaklaşım farklarından birisini de, yürütme içerisinde, politik makamlar ile asker arasındaki ilişkiler teşkil etmektedir.
İsrail Cumhurbaşkanı Shimon PERES'in dediği gibi: "Terörle mücadelede karşılaşılan önemli olayların nerede ise %80'i ne tam askerî, ne de tam politik boyuttadır. Sorunların hem politik, hem de askerî boyutları vardır. Bunun yanında her askerî kararın politik sonuçları olabileceği gibi, her politik kararın da askerî sonuçları olabilir."
Bu gerçekten hareket ederek, terörle mücadelede, politik makamlar ile asker arasındaki ilişkilere klasik bakış açısı ile bakılmamalıdır.
Yürütmeden sorumlu politik makamlar ile askerî makamlar arasında – elbette yasalarda mevcut yetki ve sorumluluklara karşılıklı saygı gösterilerek – ortak görüşlere ulaşılmasının ve kararların ortak olarak alınmasını sağlayacak düzenlemelerin yapılmasının çok yararlı olacağı düşünülmektedir.
Buraya kadar anlattığım husus, klasik harekât ile İç Güvenlik Harekâtı arasında büyük farkların olduğudur. Kamuoyu, medya, politik makamlar; İç Güvenlik Harekâtı'na klasik harekât bakış açısından bakmamalıdır.
Aksi takdirde, onların beklentileriyle Güvenlik Kuvvetlerinin gerçekleştirdikleri arasında bazı farklılıklar ortaya çıkabilir.
Değerli Harbiyeliler,
Bölücü teröre karşı yürütülen mücadele esas itibarıyla dört ana alanda; güvenlik, ekonomi, sosyokültürel (eğitim ve sağlık dâhil) ve psikolojik (bilgi harekâtı) harekât alanlarında devlet tarafından yürütülmelidir.
Bu aslında devletin, bütün imkânlarını kullanarak, bölücü teröre karşı kararlılıkla mücadele etmesi demektir.
Teröre karşı etkili mücadele etmek ve mücadelenin süresini kısaltabilmek için, bu dört alandaki faaliyetlerin paralel ve eş zamanlı yürütülmesi zorunludur. Bu faaliyetler birbirini tamamlamaktadır. Söz konusu faaliyetlerin mevcut durum çerçevesinde dengeli olması da diğer önemli bir husustur.
Türkiye'nin terörle mücadelesinin bugünlere kadar uzanmasının ana nedenlerinden birisini, Türkiye'nin bu dört alandaki faaliyetlerini paralel ve eş zamanlı olarak yürütememesi oluşturmaktadır.
Türkiye'de bu konuda büyük bir kavram kargaşası vardır. Bir kısım insanlar, "Terörün yok edilmesi, güvenlik alanındaki mücadele ile olmaz; başka alanlarda tedbirler alınması ve çözümler üretilmesi gereklidir" diye düşünmektedir. İlk bakışta doğru olarak düşünülebilecek bu yaklaşım, aslında yanlış ve eksiktir.
Elbette terörün yok edilmesi, yalnız güvenlik alanındaki mücadeleyle olmaz. Ekonomik, sosyokültürel ve psikolojik harekât alanında paralel ve eş zamanlı olarak hareket edilmelidir.
Ancak burada kastedilen, "Güvenlik alanında mücadele etmeyelim, diğer üç alanda mücadele edelim" düşüncesi ise; bu, zaten bölücü terör örgütünün savunduğu yaklaşımın ta kendisidir.
Bölücü terör örgütünün silahlı bir kadrosu vardır. Bu silahlı kadrosuna zayiat verdirilmezse, etkisiz hâle getirilemezse, diğer alanlarda yürütülecek mücadeleyle bir sonuca ulaşmanız mümkün değildir. Terörle mücadelenin tarihi, bu durumun örnekleri ile doludur.
Bu tartışmadaki diğer maksatlı yaklaşım ise, Güvenlik Kuvvetlerinin bölücü terör örgütüne karşı yürütmekte olduğu mücadelede kazandığı başarıyı küçümseme ve küçültmeye yöneliktir.
Hem bu değerlendirmeyi cevaplamak, hem de terör örgütünün silahlı gücünün örgüt için önemini ortaya koymak amacıyla, örgütün geçmişine bakmak uygun olacaktır.
1985 yılında terör örgütünün mevcudu 200 civarındaydı. 1988 Halepçe Olayları ve akabinde meydana gelen mülteci olayları bu mevcudu 1500'lere çıkarmıştı. Birinci Irak Savaşı'nda -1990/1991 yılları içerisinde- ise bu mevcut 12000'lere ulaşmıştı.
O yıllarda, terörist başının hedefi 50000'lere ulaşmaktı. 1992 yılında bölücü terör örgütü karakol ve üslerimize yüzlerce kişiden oluşan gruplarla saldırılar düzenliyordu.
1993-1995 yılları terörle mücadelenin en şiddetli olduğu dönemdir. Bu süreçte Güvenlik Güçlerinin vermiş olduğu şehit sayıları en üst rakamlara ulaşmış, ancak örgütün silahlı kadrosu da 12000'lerden 6000'lere düşürülmüştür. Bu dönem, örgütün ve terörist başının hayallerinin yıkıldığı dönemdir. Bunun sonucunda örgüt 1995'ten sonra, kültürel ve siyasal alandaki ayrılıkçı faaliyetlere ağırlık verme kararı alırken, terörist unsurları da 20-30 kişilik gruplara dönüştürmüştür. Bugün ise teröristler 7-8 kişilik gruplar hâlinde hareket etmektedir. Bu durum, aslında örgütün tekrar başa dönmesi, yani "silahlı propaganda" safhasına dönmesinden başka bir şey değildir.
Yeri gelmişken, çok karşılaşılan bir soruya da değinmek istiyorum. Soru şudur:
"Güvenlik Güçleri bugüne kadar terör örgütünün Silahlı Kadrosuna büyük zayiat verdirdi. Ama örgüt hâlâ neden var?"
Bu soruya verilecek cevap, elbette kapsamlıdır. Ancak burada bir iki temel nedene değineceğim:
Birinci neden, örgüte katılımın tam olarak engellenememesidir. Bu görev, devletin bütün kurum ve kuruluşlarına düşmektedir. Örgütün silahlı kadrosu, Güvenlik Kuvvetleri tarafından etkisiz hâle getirilirken, aynı zamanda, örgüte katılım devam ediyorsa, terörle mücadele beklenenden daha uzun zaman alır.
İkinci neden, yaşanan süreçte, örgüt çok zor durumlara düşmüş, ancak yapılan bazı hatalar ve ortaya çıkan şartlardan çok iyi yararlanarak durumunu tekrar düzeltmiştir. Koşullar, maalesef her zaman örgütün lehinde cereyan etmiştir. İran/Irak Savaşı, Halepçe Olayları, 1. Körfez/Irak Savaşı, 2. Irak Savaşı bunlara örnektir.
Yapılan hataların başında ise, terör eylemlerinin azaldığı bazı dönemlerde, terör örgütünün bittiği yanılgısına düşülmesi olmuştur.
Tabii önemli nedenlerden birisi ise, biraz önce değindiğim gibi; güvenlik, ekonomi, sosyokültürel ve psikolojik harekât alanlarında devletin paralel, eş zamanlı ve etkin bir mücadele anlayışına ve bu mücadeleyi koordineli ve etkin olarak yürütebilecek profesyonel bir yapılanmaya sahip olamamasıdır.
İç Güvenlik Harekâtı'nda, Güvenlik Güçlerine düşen görev, teröristleri arayıp, bulup etkisiz hâle getirmektir. Bu, bölücü terörist örgüt ile mücadele etmek demektir. Böylece terörist eylemlerin kontrol altına alınması, en az seviyeye indirilmesi ve dolayısıyla, terör örgütünün ve destekleyicilerinin başarı umutlarının söndürülmesi, yok edilmesi hedeflerine ulaşılabilecektir.
Güvenlik Kuvvetleri bugün de bu görevlerini büyük bir kararlılıkla sürdürmektedir.
Ağustos ve Eylül ayları içerisinde 49 terörist ölü olarak, 37 terörist ise sağ olarak ele geçirilmiş ve 10 terörist de Güvenlik Kuvvetlerine teslim olmuştur. Böylece toplam 96 terörist etkisiz hale getirilmiştir.
Terörle Mücadele bir süreçtir. Bu mücadelede örgüt üzerinde baskının kurulması ve sürdürülmesi, operasyonlarda devamlılık, harekât alanının kontrol altına alınmasıyla teröristlerin hareketlerinin sınırlandırılması ve her fırsattan istifade edilerek teröristlere darbe vurulması esastır. Bir operasyonla terörist örgütün yok edilebileceği düşüncesi doğru değildir. Önemli olan, her fırsattan faydalanılarak, örgüte darbe vurulmasıdır.
İç Güvenlik Harekâtı kapsamında icra edilen her faaliyette hedefimiz, bu faaliyetin sıfır kayıpla sonlandırılması olduğu halde, maalesef Güvenlik Kuvvetlerimiz bazı durumlarda şehit de vermektedir.
Değerli Harbiyeliler,
Türkiye'nin Bölücü Terör Örgütüne karşı yürütmekte olduğu mücadeleyi, Irak'taki gelişmelerden ve oluşumlardan soyutlamak elbette mümkün değildir.
Türkiye, Irak sorununa bir bütün olarak bakmalıdır. Irak önemli bir sorun olarak geçmişte olduğu gibi, gelecekte de Türkiye'yi etkilemeye devam edecektir.
Daha önce defalarca altını çizdiğimiz gibi, Irak'ta ve özellikle Irak'ın kuzeyinde meydana gelen gelişmeler ve olabilecek durumlar, Türkiye'nin geleceğini ve güvenliğini tehdit edebilecek boyutlara ulaşma yolunda oldukça mesafe almıştır.
Türkiye'nin Irak'la ilgili kaygı ve sorunlarını şu şekilde ifade edebiliriz:
- Türkiye için Irak'a ilişkin öncelikli siyasi hedef, Irak'ın toprak ve siyasi bütünlüğünün korunmasıdır. Sorun da burada yatmaktadır. Irak gerçekten toprak ve siyasi bütünlüğünü koruyabilecek midir?
Irak'taki etnik ve bölgesel gruplar arasındaki mücadelenin esasını, politik gücün ve Irak'ın gelir kaynaklarının paylaşımı teşkil etmektedir. Bu soruna çözüm, ancak politik gücün ve gelir kaynaklarının paylaşımı arasında bir denge yaratılması ile bulunabilir.
Irak'ın kuzeyindeki oluşum ve gelişmelerin bu bölgedeki Kürtlere tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askerî ve psikolojik güç kazandırdığı da diğer bir gerçektir. Ayrıca bu durumun, vatandaşlarımızın bir kısmı üzerinde yeni bir aidiyet modeli yaratabileceğine de dikkat edilmelidir.
Şii nüfusun çoğunluğu ve İran'ın desteğine sahip olması ise sorunu daha da karmaşık hâle getirmektedir.
Bu çerçevede Irak gerçekten toprak ve siyasi bütünlüğünü koruyabilecek midir? Bu soruya, bugün için net cevap verilmesi imkânsızdır. Ancak tahminde bulunulabilir. Tahminde bulunmanın yaygın yolu mevcut eğilimlerin uzantılarını incelemektir.
- Bölücü terör örgütünün Irak'ın kuzeyinde barınması ve bu bölgeden beslenmesi, ABD ve Irak'ın bu terör örgütüne karşı hiçbir yaptırımda bulunmaması ve bugüne kadar bu konuda olumlu ve elle tutulur bir sonuca ulaşılamaması, diğer önemli bir sorunu oluşturmaktadır.
- Irak'taki soydaşlarımız Türkmenler'in durumu ve bir iç savaşta çatışan taraflardan birisi hâline gelmesi ise, Türkiye açısından çok ciddi bir durumun ortaya çıkmasına neden olabilir.
Türkiye'nin bütün bu sorunları en iyi şekilde yönetebilmesi için, siyasi karar alıcılar, devletin ilgili kurum ve kuruluşları ile kamuoyunun, bu sorunların Türkiye'ye etkileri konusunda görüş birliğine sahip olmaları gerekir.
Sorunların yönetilmesi çok önemlidir. Sorunların yönetilebilecek seviyede tutulmasına her zaman dikkat edilmelidir.
Belki Türkiye'nin, bulunulan şartlarda, tek başına Irak'taki gelişmelere yön verebilecek güce sahip olmadığı söylenebilir; ancak Türkiye'nin gelişmeleri engelleyebilecek, maliyetlerini artırabilecek bir güce sahip olmadığı da söylenemez.
Biraz önce ifade etmeye çalıştığım, Türkiye'nin Irak'la ilgili kaygı ve sorunları, Türkiye-ABD ilişkilerini etkilemektedir.
ABD, Türkiye'nin desteğini almayan bir çözümün, Irak için kalıcı bir çözüm olmayacağını ve Irak'ın kuzeyindeki bölücü terör örgütünün varlığının Türkiye için hayati bir tehdit oluşturduğunu, zamanın söz söyleme değil, eylem zamanı olduğunu anlamalı ve görmelidir.
Sorunların zamana yayılması, bazen sorunların daha da büyümesine ve derinleşmesine neden olabilir.
İki ülkenin yöneticileri, kurum ve kuruluşları ile kamuoyu karşılıklı olarak bu durumu ciddiye almalıdır.
Değerli Harbiyeliler,
Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuşu ve gelişimi bir devrimdir.
Atatürk'ün gerçekleştirdiği bu devrimin ana hedefi bir ulus devletin, Türk ulusunun yaratılmasıdır.
Atatürk'ün ulus devlet anlayışı dinsel ve etnik temellere bağlı değildir ve bağlanmaya da çalışılmamalıdır.
O'nun devrimi ümmet toplumundan laik ulus devlete dönüşümdür. Bu nedenle laiklik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan tüm değerlerin temel taşıdır.
Atatürk'ün ulus devlet anlayışı egemenlik haklarının ve demokrasinin korunmasına özel önem verir. Bu hususu anlamakta zorlananlar, Atatürk'ün Samsun'a çıkışıyla başlayan ve aramızdan ayrılışına kadar geçen süreyi iyi incelemelidirler.
Ne gariptir ki, dün olduğu gibi bugün de, laiklik karşıtı hareketlerin ve etnik milliyetçilerin öncelikli ve ortak bir hedefi vardır. O da ulus devlet yapısıdır.
Laiklik karşıtı hareketler ulusun oluşumunda din temelini hakim kılmaya çalışırken; etnik milliyetçiler ise, ulus devlet anlayışını -çok yanlış şekilde- etnik farklılıkların görülmemesi, yok edilmesi şeklinde anlatmaya ve ulus devletin ortak değerlerini paydalarını -ki bunlardan birisi de ulusal kültürdür- zayıflatmaya çalışmaktadırlar.
Özellikle başta aydınlar olmak üzere herkesin; yaşanmakta olan fikir anarşisi içerisinde toplumun gerçek yapısını ve sorunlarını öğrenmek yerine, kendilerine dayatılan fikirler doğrultusunda hareket etmede çok dikkatli ve duyarlı olması gerekmektedir.
Değerli Harbiyeliler,
Bugün karşılaşılan bu tehditleri ve riskleri iyi anlayabilmek için ulus devletin ne olduğunu, ulus devletin oluşumunda ana düşünceyi oluşturan "Atatürk Milliyetçiliği"nin ne anlama geldiğini bir defa daha hatırlamakta yarar var.
İlk önce "ulus"un ne anlama geldiğine bakalım. Ulus; dil, kültür, ülkü birliği ortak paydalarıyla birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal, hukuksal ve sosyolojik bir olgudur, bir birlikteliktir.
Siyasal, hukuksal anlamda ulus olmakla, sosyolojik anlamda ulus olmak farklı şeylerdir.
Sosyolojik olarak Fransız ulusu, Fransız İhtilali öncesinde de vardı. Ancak, Fransız ulusunun siyasal, hukuksal anlamda oluşumu Fransız İhtilali'nin sonucudur. Siyasal, hukuksal anlamda ulusun oluşumu, egemenliğin halka ait oluşuyla doğrudan ilgilidir.
Türk ulusunun oluşumu da, Cumhuriyet'in ilanı ile gerçekleşmiştir.
"Ulus devlet" kavramı ise, kurulan devletin yaratılan bir ulusa dayandırıldığını ifade etmektedir.
Atatürk de Cumhuriyetin ilanı ile; Türk ulusunun oluşumunu gerçekleştirmiş ve kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ulus devlet niteliğini kazandırmıştır.
Dolayısıyla Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesinin temelini, ulus devlet ve üniter devlet düşünceleri oluşturmaktadır.
Şimdi ulusu ulus yapan ortak paydalara – ki bunlar dil, kültür ve ülkü birliğidir – kısaca göz atalım:
Dil. Atatürk Türk dilini şöyle tanımlamaktadır:
"Türk dili, Türk ulusunun kalbidir, zihnidir."
"Millî duygular ile dil arasındaki bağ, çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir."
"Dil yaşayan bir varlıktır ve korunmaya muhtaçtır. Dilini kaybeden bir ulus, her şeyini kaybetmeye mahkûmdur."
Türkçenin dışında, bazı etnik grupların kendi dillerini öğrenmek istemelerini kabul etmek ve bu isteğe saygı göstermek farklı bir durumdur; bu dillerde eğitim ve öğretim yapılmasını kabul etmek ise, çok başka bir durumu ifade eder.
İkincisini ulus devlet anlayışıyla bağdaştırmak mümkün değildir.
İkinci temel payda ise ulusal kültürdür. Atatürk 10'uncu Yıl Nutku'nda bizlere şu hedefi verir.
"Ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkaracağız."
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, çağdaş uygarlık düzeyine çıkartılması istenilen hususun, ulusal kültürün ta kendisi olduğudur. Atatürk ulusal kültürü "Türkiye Cumhuriyeti'nin damarlarında dolaşan kan" olarak tanımlamaktadır.
O'na göre, ulusal kültürün çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartılması, Türkiye Cumhuriyeti halkının bütün anlam ve görüşleriyle medeni bir toplum haline dönüştürülmesi demektir.
Elbette Türkiye Cumhuriyeti kültürel farklılıklara saygılıdır. Kültürel zenginliklerin yaşaması için gerekli düzenlemeleri de gerçekleştirmiştir.
Ancak devamlı farklılıkları öne çıkararak yapay ayrılıklar yaratılması yaklaşımına ve ulusal kültürümüzün zayıflatılmaya çalışılmasına da müsaade edilemez. Ortak ulusal kültür değerlerini koruyamayan bir ulusun geleceğinden emin olamayız.
Ulusu ulus yapan ve ulusun bir arada tutulmasını sağlayan diğer payda, ülkü birliğidir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması ve ilelebet yaşatılması, Türkiye Cumhuriyeti'nin güvenliğinin iç ve dış tehditlere karşı sağlanması, Türkiye'nin gelişmişlik düzeyinin ve vatandaşlarının refah seviyelerinin daha yukarılara çıkartılması hepimizin ortak ülkü ve hedefidir, hedefi olmalıdır.
Değerli Harbiyeliler;
Günümüzde üzerinde en çok konuşulan konulardan biri de "Atatürk Milliyetçiliği"dir.
Anayasanın 2'nci Maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti'nin bağlı olduğu ilkeler arasında "Atatürk Milliyetçiliği" de yer almaktadır.
Önce milliyetçiliğin ne anlama geldiğini iyi anlamak gerekir. Milliyetçilik, en geniş anlamıyla bireyin kendi kimliğini mensup olduğu ulusa göre tanımlaması ve ulusa duyulan bağlılık ve sadakatin önceliğine duyulan inancın ifadesidir. Ulusal kültüre önem vermeyi ve vatanseverlik duygularını kapsar.
Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı; biraz önce değindiğim hususların yanı sıra, diğer uluslara zarar vermemeyi, uluslar arasındaki eşitliği ve en önemlisi de yayılmacılığı reddetmesi ile önem kazanmaktadır.
Atatürk'ün milliyetçiliği, ulus devleti kurmaya ve onu geliştirmeye yönelik bir ulusçuluktur. Bu ulusçuluk, birleştirici ve bütünleyici ulus gerçeğine bağlı, ulusal kimlik bilincini geliştiren, yayılmacılığı ve ümmetçiliği reddeden, laik bir ulusçuluktur.
Atatürk, milliyetçilik anlayışını en veciz şekilde şöyle ifade etmiştir:
"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir."
Bu veciz söylemde, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet yaşatılması ülkü birliğini temsil etmektedir. Bu görev de Türk Milletine verilmiştir.
"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kimdir?" Bu sorunun cevabı ise Türkiye halkıdır. Görüldüğü gibi burada "Türk Milleti" terimi kullanılmamış, sınırları çizilen bir coğrafyada -ki burası Türkiye'dir- yaşayan halk, yani Türkiye halkı ifadesine yer verilmiştir.
Aynı ülkü etrafında birleşmiş ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi rızası ile birleşmesi ile bir ulusun/milletin oluşacağı ve bu ulus ve millete ise Türk milleti denileceği, bu ifadede açık şekilde yer almaktadır.
Atatürk'ün milliyetçilik kavramında, ırkçılık, etnisite, din ve mezhep ayrımı var mıdır? Atatürk'ün milliyetçilik anlayışında yayılmacılık, diğer ulusları küçümseme var mıdır?
O'nun milliyetçilik anlayışından daha birleştirici ve bütünleyici bir anlayış olabilir mi?
Atatürk milliyetçiliğinin bu kadar açık olmasına ve en önemlisi evrensel kavramları içinde barındırmasına rağmen, maalesef bugün kimileri, bu anlayışı kavrayamamakta ve yanlış şekilde yorumlamaya ve anlatmaya büyük çaba göstermektedir. Söylemlerinde akılcı ve bilimsel bir yaklaşımın izlerini bulmak da mümkün değildir.
Daha önce de ifade ettiğim gibi bugün karşı karşıya kaldığımız bölücü terörün temelinde etnik milliyetçilik vardır.
Etnik açıdan kendisini farklı hissetmek, ayrı bir aidiyet duygusuna sahip olmak ile etnik farklılıkları siyasal bir boyuta taşımak farklı hususlardır. Aidiyet duygularına, kültürel boyutta kaldığı sürece saygı gösterilmelidir. Ancak, farklılıkların ve aidiyet duygularının siyasal boyuta taşınmasına müsaade edilemez. Bu etnik milliyetçiliktir. Kabul edilemez.
Kültürel alandaki düzenlemelerin "daha fazla özgürlük" başlığı altında siyasal alana doğru götürülmesi ve farklılıkların gereğinden fazla derinleştirilmesi ile bu konuların ülke gündemine yoğun şekilde sokulması, korkarım ki bir gün ülkeyi kutuplaşmaya sürükleyebilir. Bu durum ise ülke güvenliğiyle doğrudan ilgilidir.
Türkiye'de etnik kimliğin fark ettirilmesine, gelişimine ve kişilerin bu konuda bilinçlenmesine uluslararası boyutlarda neler etki etmiştir?
Sosyal olayları bir tek nedene bağlamak doğru değildir.
Ancak son dönemlerde dünyadaki toplumsal olayları yönlendiren özellikle postmodernite ve küreselleşme düşünce akımlarının ve Türkiye-AB ilişkilerinin bu olay üzerinde büyük bir etkisi olduğu da açıktır.
Konuyla yakından ilişkili olduğu için, modernite ve postmodernite düşünce akımlarının ve etkilerinin iyi anlaşılmasının yararlı olacağına inanıyorum.
Modernite kısaca, akıl ve bilimi esas kabul eden, toplumsal kurallar, düzenlemeler ve kurumlara öncelik veren bir dünya görüşüdür.
Modernite insan haklarına ve özgürlüklere saygılıdır. Ancak sonsuz özgürlük fikrine karşı da mesafelidir. Aynı konu üzerine KARL POPPER'in düşüncelerini de hatırlamakta yarar var: "Devlet yetkisinin kötüye kullanılmasını engellemek için özgürlüğe, özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engellemek için de devlete gereksinimimiz vardır. Özgürlük aşkının, onun kötüye kullanılmasının yarattığı problemleri görmemizi engellemesine izin vermemeliyiz."
Düşünür HABERMAS'ın dediği gibi modernite henüz tamamlanmamış bir projedir ve geçerliliğini aynen korumaktadır.
Postmodernite ise, modernitenin yarattığı kurumlara ve düşüncelere karşı çıkan bir düşünce sistemidir.
Postmodernite genel olarak, kültür ve etnik farklılıkları, çoğulculuğu, kimlik politikalarını, yerel ve özel tercihleri, popüler kültürü, kaotik değişimi esas alan, bireyi olabildiğince özgürleştiren, aklı ve bilimi insanları yönlendiren adeta toplumsal mühendislik aracı olarak gören ve buna karşılık devleti, iktidarı güçsüzleştirmeye çalışan, her şeye geçici bir gözle bakan, kuralsızlığın kural olduğu bir dünya görüşüdür.
Düşünür ROBERT ANTONIO'nun dediği gibi, "Bu tip kimlik politikaları tehlikelidir, kabul edilemez. Bu tip kimlik politikaları farklılıkların artmasına, merkezkaç nitelikli olanların kök salmasına neden olur ki, postmodernist düşüncenin bu aşırılıklarda büyük payı vardır."
Postmodernist akımların, küreselleşmenin ve iç etkenlerin etkisiyle Türkiye'de de bazı değişimler yaşanmaktadır.
Yeni kültürel kimlik arayışları, küreselleşme ve çok uluslu şirketlerin etkisiyle sosyal devlet olgusunun kaybolması, ekonomik beklentiler ve sorunlar, yaşanan büyük göç olgusu toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına itmiştir. Bütün bunlar etnik ve dinsel kimliklere büyük bir alan açmıştır. Bu durum, cemaatleşme yapılanmasının gittikçe artmasına neden olmaktadır. Dinsel örgütlenme modelini kullanan bazı cemaatlerin yeni bir kültürel kimliğin oluşumunda dini düşüncelere büyük ağırlık verdiği de görülmektedir. Etnik kimlikleri öne çıkaran kesim ise, Cumhuriyet tarihinde görülmediği ölçüde siyasallaşmıştır.
Modernitenin en önemli noktalarından birisi, gerekli zaman ve yerlerde gerekli önlemlerin alınmasıdır. Önlem, aklın tesadüfe karşı –ki bu tesadüflerin postmodernist düşüncede önemli bir yeri vardır- hazırlıklı olmasıdır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Atatürk Devrimi'nin koruyucusu olan kişi ve kurumlara düşen temel görev, tesadüflere karşı gerekli önlemlerin yerinde ve zamanında alınmasıdır.
Değerli Harbiyeliler,
Ulus devletin çeşitli tehditler altında olduğunu söylemek ile, ulus devletin artık ömrünü tamamladığını söylemek çok farklıdır. Birincisini söylemek ne kadar doğru ise, ikincisini iddia etmek o kadar yanlıştır.
Ulus devletin çeşitli tehditler altında olduğunu ifade edenler de, elbette buna karşılık, ulus devletin yaşatılmasına ve güçlendirilmesine yönelik tedbir ve çareler üretmek mecburiyetindedir.
Ulus devletin en önemli özelliklerinden birisi egemenliğin devlete ve ulusa ait olması ile egemenliğin paylaşılamamasıdır.
İkinci özellik ise, ulus devletin, güçlü devlet kurum ve kuruluşlarına sahip olmasıdır.
Burada sıkça tartışılan bir konu da, devletin işlev sahalarının kapsamı ile devletin kurumları arasındaki ilişkidir.
FRANCIS FUKUYAMA'nın, "devletin işlev sahalarının küçültülmesi, ancak bunun yanında devletin kurumlarının güçlendirilmesi ve kuvvetlendirilmesi" yaklaşımı değerlendirilmelidir. ABD'yi ayakta tutan güçlerin başında, çok güçlü kurumlara sahip oluşu vardır.
Devletin küçülmesi kavramından, devletin kurumlarının güçsüzleştirilmesi anlaşılmamalıdır.
FUKUYAMA, "ulus devlet düşüncesine geri dönmekten ve bir kez daha nasıl güçlü ve verimli ulus devlet yapısı geliştirilebileceğini anlamak ve bunun için çalışmaktan başka bir seçenek olmadığı"nı açıkça ifade etmektedir.
Küreselleşmenin olumsuzluklarına karşı koymak için, küreselleşmenin baş aktörleri de hızla kendi ulusal yapılarını korumaya ve güçlendirmeye yönelmektedir. Bu durum, ABD'de de, AB ülkelerinde de böyledir. Bu nedenle ülkeler tarafından izlenecek gerçekçi yol, "küresel düşünmek, ancak ulusal hareket etmek" olmalıdır.
Değerli Harbiyeliler,
Konuşmamın başından buraya kadar söylediklerim, laiklik ilkesinin ulus devlet ve Atatürk Milliyetçiliği anlayışlarının olmazsa olmaz koşulu olduğunu açıklamaktadır. Bu nedenle, Anayasadaki laiklik ilkesine ilişkin işlevsel tanımlar tartışma konuları içerisine çekilmemelidir.
Cumhuriyet'in kuruluş felsefesinin temelini oluşturan ulus devlet ve üniter devlet yapısına; Cumhuriyet'in temel nitelikleri olan; demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti niteliklerine sahip çıkma ve koruma, hiçbir ayrım yapılmaksızın, kendisini Türk ulusunun bir ferdi olarak hisseden herkese düşen bir görevdir.
Türk Silahlı Kuvvetleri de bu yapı ve niteliklerin korunmasında her zaman taraf olmuştur ve olmaya da devam edecektir.
Değerli Harbiyeliler,
Komutanınız olarak, Türk ordusunu diğer ülkelerin ordularından ayıran niteliğinin altını çizmekte yarar görüyorum.
Ordular temelde ve genelde gücünü silahtan alır. Bir tek Türk ordusu vardır ki, gücünün kaynağını ulusunun güven ve sevgisinden, yüreğinden alır.
Türk ordusunun bu niteliği, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş sürecinde tarihsel ve sosyal olarak biçimlenen kopmaz bağlarla perçinleşmiştir. Sizlere düşen görev, bu bağı korumak ve daha da güçlendirmektir.
Unutmayınız ki, Türk ordusunun ve Türk ulusunun ebedi lideri Mustafa Kemal Atatürk'tür. Atatürkçü Düşünce Sisteminin ışığı her zaman yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir.
2007-2008 Eğitim ve Öğretim Yılının, bütün Kara Harp Okulu mensupları için sağlık, mutluluk ve başarılarla dolu olarak geçmesini diliyorum.
Teşekkür ederim.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Kara Harp Okulu 2007–2008 Eğitim Öğretim Yılı Açılış Töreni Konuşması
Ankara, 24 Eylül 2007 Çarşamba