28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 38
Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,Zaviye ve Medreseler, İmamhatip Liseleri,Eğitim Hedefleri, Kuran Kursları,Başörtü, Türban,Nurcu, Süleymancı, Nakşibendi,8 Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim,
a) Eğitim Hedefleri;
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, eğitime yönelik başlıca hedefinin “Temel
beceriye sahip, eleştirel ve yaratıcı düşünebilen, paylaşımcı ve iletişime açık, sanat ve estetik duyguları güçlü, evrensel bir kavrayış ve düşünüş yeteneğine sahip, yeni fikirlere açık, farklılığı zenginlik olarak gören, çalışmayı ve üretmeyi bir erdem olarak benimsemiş bireyler yetiştirmek” (AKP, 2011, s. 75) olduğunu ifade etmiştir.
CHP’nin eğitimdeki temel hedefi; “Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, demokratik ve laik değerleri benimsemiş, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, fikri hür,
vicdanı hür, irfanı hür bir yurttaş yetiştirmektir. CHP’nin 1943 yılındaki programında da eğitim öğretimde “esas düsturlarının” Atatürk ilkeleri olduğuna vurgu yapılmıştır.
MHP’nin eğitimde ki temel hedefi ise; “Türk milletine mensubiyetin gurur ve
şuuruna sahip, manevî ve kültürel değerleri özümsemiş, düşünme, algılama ve problem çözme yeteneği gelişmiş, yeni gelişmelere açık, sorumluluk duygusu ve toplumsal duyarlılığı yüksek, bilim ve teknoloji üretimine yatkın, girişimci, demokrat, kültürlü ve inançlı nesiller yetiştirmektir” şeklinde ifade edilmiştir.
Son olarak BDP’nin (Barış ve Demokrasi Partisi), temel eğitim hedefine
baktığımızda ise “Şiddete dayanmayan her türlü düşüncenin özgür bir şekilde
tartışıldığı, her vatandaşın etnik köken, kültür ve dil farklılıklarından doğan
gereksinimlerini göz önünde bulunduran ve herkesin özgürce ve eşit olarak
faydalanacağı, bireyin yaratıcılığını, yeteneklerini geliştiren ve buna göre yönlendiren bilimsel bir eğitim” düşüncesi hedeflemektedir (Tok, 2012, s. 287-288).
b) Din Eğitimi;
AKP, din eğitimi ve öğretimini, “Anayasanın 24. maddesinde belirtildiği şekilde
yerine getireceğini; isteğe bağlı din eğitimi ihtiyacının karşılanarak elverişsiz
koşullarda ve ehliyetsiz kişiler eliyle yürütülen sağlıksız ve denetim dışı din eğitimi uygulamalarına meydan verilmeyeceğini ifade etmektedir. Ayrıca “İlk ve ortaöğretimde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin dışında, velilerin rızasına bağlı olarak seçmeli din derslerinin verilmesi de temin edilecektir” şeklinde ifade edilmiştir (AKP, 2001, s. 29). 6287 Sayılı Kanunla, ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulacağı kabul edilmiştir. Yapılan bu düzenlemeyle AKP’nin bu konudaki vaatlerini de yerine getirdiği söylenebilir (Tok, 2012, s. 296-297).
CHP, “özgürlük, ancak laik eğitim ortamında anlam ve değer kazanabilir,
sürekliliğini koruyabilir, eğitim düzeninin laik bir zemine oturtularak, öğretim birliği çerçevesinde yürütülerek, bilime, yeniliğe ve değişime açık, gelecek vizyonu olan, çağdaş bir toplum ve demokratik devlet yapısı oluşturulabilir” görüşünü ifade etmiştir (CHP, 2008, s. 297). Bununla beraber Din kültürü eğitiminin, bireyin inanç dünyasını geliştiren, çağdaş gelişmeye açık, manevi ve ahlaki değerleri zenginleştiren, insan ve doğa sevgisini artıran nitelikte olacağını; dinin, siyasi amaçlarla istismarına yol açmayacak şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Dini duygular istismar edilerek cemaat veya tarikatların eğitim kurumlarını kuşatması önlenecek, imam-hatip eğitimi, din görevlisi sayısına duyulmakta olan ihtiyaç çerçevesinde düzenlenecek, ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin Anayasanın
öngördüğü amaca uygun bir müfredatla verilmesi sağlanacak, Diyanet İşleri
Başkanlığı’na bağlı Kur’an Kursları dışındaki benzer hizmeti sunan kuruluşlara izin
verilmeyip, bu kurslar etkin olarak denetlenecektir.
Din eğitimi konusunda MHP ise, “Din eğitiminin milli birlik ve bütünlüğün
sağlanması, vatandaş ile devlet arasındaki yakınlaşma ve çeşitli ön yargıların
giderilmesinde önemli katkılar sağladığını düşünmekte ve devlet okullarında verilmesini savunmaktadır. İlköğretim 6. sınıftan itibaren din öğretimini desteklemek amacıyla seçimlik Kur’an-ı Kerimi Okuma ve Anlama, İlmihal Bilgileri, Peygamberlerin Hayatı gibi dersler okutulacaktır. Yaz döneminde camilerde verilen din kültürü, ahlak bilgisi ve Kur’an öğretimine devam edecek çocuklar için yaş sınırı kaldırılacaktır” şeklinde görüşler ifade etmiştir (Tok, 2012, s.297).
sürekliliğini koruyabilir, eğitim düzeninin laik bir zemine oturtularak, öğretim birliği çerçevesinde yürütülerek, bilime, yeniliğe ve değişime açık, gelecek vizyonu olan, çağdaş bir toplum ve demokratik devlet yapısı oluşturulabilir” görüşünü ifade etmiştir (CHP, 2008, s. 297). Bununla beraber Din kültürü eğitiminin, bireyin inanç dünyasını geliştiren, çağdaş gelişmeye açık, manevi ve ahlaki değerleri zenginleştiren, insan ve doğa sevgisini artıran nitelikte olacağını; dinin, siyasi amaçlarla istismarına yol açmayacak şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Dini duygular istismar edilerek cemaat veya tarikatların eğitim kurumlarını kuşatması önlenecek, imam-hatip eğitimi, din görevlisi sayısına duyulmakta olan ihtiyaç çerçevesinde düzenlenecek, ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin Anayasanın
öngördüğü amaca uygun bir müfredatla verilmesi sağlanacak, Diyanet İşleri
Başkanlığı’na bağlı Kur’an Kursları dışındaki benzer hizmeti sunan kuruluşlara izin
verilmeyip, bu kurslar etkin olarak denetlenecektir.
Din eğitimi konusunda MHP ise, “Din eğitiminin milli birlik ve bütünlüğün
sağlanması, vatandaş ile devlet arasındaki yakınlaşma ve çeşitli ön yargıların
giderilmesinde önemli katkılar sağladığını düşünmekte ve devlet okullarında verilmesini savunmaktadır. İlköğretim 6. sınıftan itibaren din öğretimini desteklemek amacıyla seçimlik Kur’an-ı Kerimi Okuma ve Anlama, İlmihal Bilgileri, Peygamberlerin Hayatı gibi dersler okutulacaktır. Yaz döneminde camilerde verilen din kültürü, ahlak bilgisi ve Kur’an öğretimine devam edecek çocuklar için yaş sınırı kaldırılacaktır” şeklinde görüşler ifade etmiştir (Tok, 2012, s.297).
5.1.5. 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi’nin Türk Eğitim Sistemi Üzerindeki Etkileri
“28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemi Üzerindeki Etkileri”
başlıklı çalışmamızda bu dönemde ki eğitim alanında meydana gelen gelişmelere kısa olarak değinilecek ve ilerleyen bölümlerde konu ile ilgili gerekli ve önemli
açıklamalarda bulunulacaktır.
“28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemi Üzerindeki Etkileri”
başlıklı çalışmamızda bu dönemde ki eğitim alanında meydana gelen gelişmelere kısa olarak değinilecek ve ilerleyen bölümlerde konu ile ilgili gerekli ve önemli
açıklamalarda bulunulacaktır.
Türkiye Cumhuriyet’i tarihi aynı zamanda askeri darbeler tarihidir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin yakın tarihine baktığımızda demokrasinin her 10 yılda bir kesintiye uğradığını görmekteyiz. Cumhuriyet tarihinde ilk askeri darbe 27 Mayıs 1960 tarihinde meydana gelmiş olmakla beraber devlet yönetimi askeri kanadın eline geçmiştir. Bu dönem içerisinde asker, devlet yönetiminde oldukça etkili olmakla beraber bir hükümet gibi görev ve misyonunu sürdürmüştür. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi sonrasında ikinci müdahale 12 Mart 1971 muhtırası ile gelmiş ve asker tekrardan sivil hükümet üzerinde etkili olmuş ve askeri kanat tekrardan ülke yönetimini ele almıştır. 1960 askeri darbesi ve sonrasında 1971 muhtırasının üzerinden daha 10 yıl geçmeden son klasik darbe olarak bilinen ve ülkenin geleceğine yön veren, demokrasinin askıya alındığı ve antidemokratik uygulamaların ortaya konduğu, siyasilere yasaklar getirilerek mevcut
siyasi partilerin kapatıldığı bir dönemi yaşayan ülkede 12 Eylül 1980 Askeri darbesi gerçekleşmiş ve ülke tekrardan askeri yönetim altına alınmıştır. Bütün bu yaşanan darbe ve müdahaleler demokrasinin her 10 yılda bir askıya alındığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Cumhuriyet tarihinde bu yaşanan müdahaleler ile demokrasi her 10 yılda bir kesintiye uğramış ve sivil hükümetler iktidardan uzaklaştırılmıştır.
Cumhuriyeti’nin yakın tarihine baktığımızda demokrasinin her 10 yılda bir kesintiye uğradığını görmekteyiz. Cumhuriyet tarihinde ilk askeri darbe 27 Mayıs 1960 tarihinde meydana gelmiş olmakla beraber devlet yönetimi askeri kanadın eline geçmiştir. Bu dönem içerisinde asker, devlet yönetiminde oldukça etkili olmakla beraber bir hükümet gibi görev ve misyonunu sürdürmüştür. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi sonrasında ikinci müdahale 12 Mart 1971 muhtırası ile gelmiş ve asker tekrardan sivil hükümet üzerinde etkili olmuş ve askeri kanat tekrardan ülke yönetimini ele almıştır. 1960 askeri darbesi ve sonrasında 1971 muhtırasının üzerinden daha 10 yıl geçmeden son klasik darbe olarak bilinen ve ülkenin geleceğine yön veren, demokrasinin askıya alındığı ve antidemokratik uygulamaların ortaya konduğu, siyasilere yasaklar getirilerek mevcut
siyasi partilerin kapatıldığı bir dönemi yaşayan ülkede 12 Eylül 1980 Askeri darbesi gerçekleşmiş ve ülke tekrardan askeri yönetim altına alınmıştır. Bütün bu yaşanan darbe ve müdahaleler demokrasinin her 10 yılda bir askıya alındığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Cumhuriyet tarihinde bu yaşanan müdahaleler ile demokrasi her 10 yılda bir kesintiye uğramış ve sivil hükümetler iktidardan uzaklaştırılmıştır.
Bununla birlikte 1990’ların ikinci yarısından itibaren başlayan toplumsal,
ekonomik ve siyasal gelişmeler neticesinde 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı
sonrasında kamuoyuna açıklanan sonuç bildirisi ile Türkiye’de yaşanan ve demokrasi ile bağdaşmayan süreç “28 Şubat Süreci” olarak adlandırılmıştır. Demokrasiye yapılan bu müdahale kendisinden öncekilerden yapılış tarzı bakımından ayrılsa da, halka yansıması bakımından diğerlerinden farklı olmamıştır. “28 Şubat sürecinin 1000 yıl süreceği ”ne dair beyanatların darbeciler tarafından verilmiş olması, bu müdahalenin kısa süreli sonuçlarına bina edilmediğini ima etmektedir. Uzun süreli toplumsal, ekonomik ve idari sonuçları garanti edilmiş olmak üzere tasarlandığı izlenimi uyandıran 28 Şubat sürecinde var olan iktidar mücadelesi, görünürdeki taraflarından daha geniş ölçekli bir toplumsal alanda yansımalara sahip olmuştur.
ekonomik ve siyasal gelişmeler neticesinde 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı
sonrasında kamuoyuna açıklanan sonuç bildirisi ile Türkiye’de yaşanan ve demokrasi ile bağdaşmayan süreç “28 Şubat Süreci” olarak adlandırılmıştır. Demokrasiye yapılan bu müdahale kendisinden öncekilerden yapılış tarzı bakımından ayrılsa da, halka yansıması bakımından diğerlerinden farklı olmamıştır. “28 Şubat sürecinin 1000 yıl süreceği ”ne dair beyanatların darbeciler tarafından verilmiş olması, bu müdahalenin kısa süreli sonuçlarına bina edilmediğini ima etmektedir. Uzun süreli toplumsal, ekonomik ve idari sonuçları garanti edilmiş olmak üzere tasarlandığı izlenimi uyandıran 28 Şubat sürecinde var olan iktidar mücadelesi, görünürdeki taraflarından daha geniş ölçekli bir toplumsal alanda yansımalara sahip olmuştur.
Yaşanılan süreçte birçok mağduriyetler yaşanmış ve iktidar sahipleri kaybetmek istemedikleri iktidarlarını kalıcı kılmak adına icraatlarını ortaya koymuşlardır. 28 Şubat süreciyle başlayan yeni süreçte iktidar sahiplerinin uygulamaları arasında eğitme bakan uygulamalara öncelik verildiği (Şimşek, 2012, s.162) dikkat çekmekle beraber dönem içerisinde de böyle uygulamaların meydana gelmesi gayet manidardır.
1996 yılında İslamcı RP’nin DYP’yle kurduğu koalisyon sonucunda, ordunun 28
Şubat 1997’de başlayan müdahalesiyle tasfiye edilmesi, eğitimi tartışma gündeminin odağına oturtmuştur. Temel eğitimin 8 yıla çıkarılması kapsamında, öteki meslekî ve teknik okulların yanı sıra İmam Hatip okullarının orta bölümlerinin kapatılması, “İrticaya karşı mücadele” programının önemli bir parçasıydı. Ancak 28 Şubat müdahalesi, eğitimde din boyutundan vazgeçilmesi sonucunu doğurmadı. Kemalizm’in klasik Türk-Batı sentezine, laik siyaset ve laik eğitim, uygulamasına dönülmedi.
İlköğretimde ve ortaöğretimde zorunlu din dersi uygulamasına devam edildi. Zorunlu din derslerinde, öğrenciler, dinin milleti oluşturan önemli unsurlardan biri olduğunu, ibadetin gerekli olduğunu, evrenin yaratıldığını öğrenmeye, devam ediyorlar ve İslâm ibadetinin kurallarını uyguluyorlardı. Bu derslerde, “Millî benliğimize ve dinimizin ana kaynaklarına dayalı din ve millet şuuru” işleniyordu. Özetleyecek olursak, doksanların ikinci yarısına kadar toplum yaşamının her alanında olduğu gibi eğitimde de kendisine milliyetçiliğin saygın bir ortağı rolü verilen dinin; 28 Şubat 1997 Askeri müdahalesinden sonra, devlet ideolojisine yardımcı olduğu için kendisine tahammül edilen ikincil bir ortak sayılmaya başlandığını söyleyebiliriz (Kaplan, 2000, s.799).
28 Şubat sürecinin artık son durağı olan “28 Şubat 1997 tarihi MGK” toplantısı
sonrasında kamuoyuna açıklanan bildiride “Laiklik ilkesinin” korunması üzerinde
bizatihi-i durulmuş olmakla beraber bu konu üzerinde dönemin iktidarı olan Refah-Yol Hükümeti’nden beklenen adımların neler olduğu ifade edilmiştir. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısından sonra 1 Mart 1997’de MGK Genel Sekreterliği tarafından “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirleri” içeren ikinci bir bildiri (MGK’nın 28 Şubat 1997 tarih ve 406 Sayılı Kararına Ek-A) yayınlanmış ve bu bildirinin içeriği Bakanlar Kurulu’nda herhangi bir değişikliğe uğramadan kabul edilmiştir. Yayınlanan ikinci bildiride eğitim konusunda öne çıkan genel başlıklar şunlar olmuştur:
“Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet
sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından:
. 8 yıllık kesintisiz eğitim tüm yurtta uygulanmaya konulmalıdır.
. Temel eğitimi almış çocukların, ailelerin isteğine bağlı olarak devam
edebileceği Kur’an kurslarının MEB sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet
göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
. Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılâplarına sadık aydın din adamları
yetiştirmekle yükümlü milli eğitim kuruluşlarımız Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun
özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.
. Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar devletin yetkili organlarınca
denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği MEB’e devri
sağlanmalıdır.
. TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat
çerçevesinde alınan tedbirler diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle
üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı
kuruluşlarında da uygulanmalıdır.
. Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir
görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmak, bu konudaki kanun ve
Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu
kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır” (Çavdar, 2004, s.339-341).
Yayımlanan bu bildirinin gelecek yıllarda ki eğitim-öğretim faaliyetlerine yön
verecek olması açısından değerlendirildiğinde, bildiride kullanılan üslubun emredici ve buyurgan bir şekilde olmasının yanında seçilmiş bir iktidarın, seçim ve demokratik yollarla iktidar gelmiş olan bir hükümetin ötesinde önemli bir husus dikkat çekmektedir. Bildiriyi yayınlayan iktidar sahiplerinin algı altyapısında her şeyin en doğrusunun sadece kendileri tarafından bilineceği ve uygun görmedikleri her uygulamaya karşı gerekli yaptırımı uygulama yetkisine sahip oldukları gibi bir yaklaşımın olduğu ve bir noktada “Hakikat Tekelciliği” kavramının vücut bulduğu gözlemlenmektedir (Şimşek, 2012, s.163).
Olay ve olgular zinciri ile beraber Türk siyasi tarihinin en önemli olaylarından
biri olan ve tarihe 28 Şubat süreci olarak geçen Askeri darbenin etkisi ile Türk siyasal hayatı ve Türk eğitim sisteminde büyük bir dönüm noktası yaşanmıştır.
1996 yılında İslamcı RP’nin DYP’yle kurduğu koalisyon sonucunda, ordunun 28
Şubat 1997’de başlayan müdahalesiyle tasfiye edilmesi, eğitimi tartışma gündeminin odağına oturtmuştur. Temel eğitimin 8 yıla çıkarılması kapsamında, öteki meslekî ve teknik okulların yanı sıra İmam Hatip okullarının orta bölümlerinin kapatılması, “İrticaya karşı mücadele” programının önemli bir parçasıydı. Ancak 28 Şubat müdahalesi, eğitimde din boyutundan vazgeçilmesi sonucunu doğurmadı. Kemalizm’in klasik Türk-Batı sentezine, laik siyaset ve laik eğitim, uygulamasına dönülmedi.
İlköğretimde ve ortaöğretimde zorunlu din dersi uygulamasına devam edildi. Zorunlu din derslerinde, öğrenciler, dinin milleti oluşturan önemli unsurlardan biri olduğunu, ibadetin gerekli olduğunu, evrenin yaratıldığını öğrenmeye, devam ediyorlar ve İslâm ibadetinin kurallarını uyguluyorlardı. Bu derslerde, “Millî benliğimize ve dinimizin ana kaynaklarına dayalı din ve millet şuuru” işleniyordu. Özetleyecek olursak, doksanların ikinci yarısına kadar toplum yaşamının her alanında olduğu gibi eğitimde de kendisine milliyetçiliğin saygın bir ortağı rolü verilen dinin; 28 Şubat 1997 Askeri müdahalesinden sonra, devlet ideolojisine yardımcı olduğu için kendisine tahammül edilen ikincil bir ortak sayılmaya başlandığını söyleyebiliriz (Kaplan, 2000, s.799).
28 Şubat sürecinin artık son durağı olan “28 Şubat 1997 tarihi MGK” toplantısı
sonrasında kamuoyuna açıklanan bildiride “Laiklik ilkesinin” korunması üzerinde
bizatihi-i durulmuş olmakla beraber bu konu üzerinde dönemin iktidarı olan Refah-Yol Hükümeti’nden beklenen adımların neler olduğu ifade edilmiştir. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısından sonra 1 Mart 1997’de MGK Genel Sekreterliği tarafından “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirleri” içeren ikinci bir bildiri (MGK’nın 28 Şubat 1997 tarih ve 406 Sayılı Kararına Ek-A) yayınlanmış ve bu bildirinin içeriği Bakanlar Kurulu’nda herhangi bir değişikliğe uğramadan kabul edilmiştir. Yayınlanan ikinci bildiride eğitim konusunda öne çıkan genel başlıklar şunlar olmuştur:
“Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet
sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından:
. 8 yıllık kesintisiz eğitim tüm yurtta uygulanmaya konulmalıdır.
. Temel eğitimi almış çocukların, ailelerin isteğine bağlı olarak devam
edebileceği Kur’an kurslarının MEB sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet
göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
. Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılâplarına sadık aydın din adamları
yetiştirmekle yükümlü milli eğitim kuruluşlarımız Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun
özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.
. Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar devletin yetkili organlarınca
denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği MEB’e devri
sağlanmalıdır.
. TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat
çerçevesinde alınan tedbirler diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle
üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı
kuruluşlarında da uygulanmalıdır.
. Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir
görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmak, bu konudaki kanun ve
Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu
kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır” (Çavdar, 2004, s.339-341).
Yayımlanan bu bildirinin gelecek yıllarda ki eğitim-öğretim faaliyetlerine yön
verecek olması açısından değerlendirildiğinde, bildiride kullanılan üslubun emredici ve buyurgan bir şekilde olmasının yanında seçilmiş bir iktidarın, seçim ve demokratik yollarla iktidar gelmiş olan bir hükümetin ötesinde önemli bir husus dikkat çekmektedir. Bildiriyi yayınlayan iktidar sahiplerinin algı altyapısında her şeyin en doğrusunun sadece kendileri tarafından bilineceği ve uygun görmedikleri her uygulamaya karşı gerekli yaptırımı uygulama yetkisine sahip oldukları gibi bir yaklaşımın olduğu ve bir noktada “Hakikat Tekelciliği” kavramının vücut bulduğu gözlemlenmektedir (Şimşek, 2012, s.163).
Olay ve olgular zinciri ile beraber Türk siyasi tarihinin en önemli olaylarından
biri olan ve tarihe 28 Şubat süreci olarak geçen Askeri darbenin etkisi ile Türk siyasal hayatı ve Türk eğitim sisteminde büyük bir dönüm noktası yaşanmıştır.
28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısında alınan kararların anlık kararlar olmadığı ve yaşanan uzun soluklu bir sürecin ürünü olduğu bilinmektedir. Yaşanan bu süreç içerisinde hiç şüphesiz en önemli kararlar eğitim alanında alınmıştır. Bu süreçte başörtü-türban sorunu, katsayı uygulaması ve özellikle 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim ve meslek liselerinin, özellikle İmam Hatiplerin orta kısımlarının kapatılması kararları eğitim alanında büyük tartışmalar yaratması, bu süreçte Necmettin Erbakan Başbakanlığındaki Refah-Yol Hükümeti dağılmış ve daha sonra gelen hükümetler bu kararları uygulamak durumunda kalmışlardır. Dolayısıyla, Milli Eğitim sistemi ve üniversiteler alınan bu kararlara göre şekillenmiş ve kararların uygulanabilmesi için çeşitli projeler hayata geçirilmiştir ve böylece askeri darbe sonucu yeniden eğitim sistemine farklı bir boyut kazandırılmıştır. Böylece amaç hem askeri vesayetin sivil hükümetler üzerinde ki etkisi hem de darbe sonrası yeniden şekillenen eğitim sistemini incelemektir. Genel olarak baktığımızda tarihî süreç içerisindeki düzenlemeler sonucunda 1997 yılına kadarki dönemde, ilkokula dayalı olarak öğrenci kabul eden ve bünyelerinde aynı zamanda ortaokullara da yer verilen İmam-Hatip Liselerinin ortaokul kısımları, 1997 yılında 8 yıllık kesintisiz zorunlu ilköğretime geçilmesi ile birlikte kapanmıştır. Aynı zamanda meslek lisesi mezunlarının üniversiteye girişinde, mesleki eğitimi teşvik edici birtakım yeni düzenlemeler getirilmiştir (Doğan, 2006, s.2).
28 Şubat sürecinde meydana gelen gelişmeler neticesinde 18 Haziran 1997’de
Refah-Yol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan istifa etmiş ve bunun doğal sonucu olarak Refah-Yol Hükümeti düşmüş ve yerine ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın
başbakanlığını yürüttüğü Anasol-D Hükümeti kurulmuştur. Anasol- D Hükümeti
döneminin eğitimi ilgilendiren ilk uygulaması 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitimin
uygulanması olmuş ve buna bağlı olarak da İmam-Hatip liselerinin orta kısımları nın kapatılmıştır (Çavdar, 2004, s.343).
28 Şubat sürecinde özellikle dershane, yurt ve okulları kapsayacak şekilde
eğitim alanında adeta bir “Cadı Avı” yapıldığı iddia edilmektedir. Eğitim üzerindeki
devlet baskısı o boyutlara ulaşmıştır ki, bazı öğrenci yurtlarının yatakhanelerinde kız öğrenciler başörtüsü ile dolaştıklarından dolayı bu yurtlar kapatılmış, bakanlık
müfettişleri özel okulları denetlemeleri esnasında ders işlenirken bayan öğretmenlerin başlarında peruk olup olmadığını kontrol etmek amacıyla saçlarını çekmiş, başörtülü öğretmenleri başlarını açmaları konusunda “İkna Odalarına” almışlar ve eğitim-öğretim alanlarında başörtülü öğretmenlerin durumunun tespiti adına bakanlık müfettişler ‘‘hafiye gibi dolaşıp” öğretmenler hakkında raporlar düzenlemiştir.
Düzenlenen bu raporlar neticesinde çok sayıda öğretmenin “Nurcu, Süleymancı, Nakşi” gibi isimler altında fişlenerek sınıflandırılmış, idari yaptırım kararları ile karşı karşıya gelerek cezalandırılmış, görev yerleri değiştirilmiş veya görevden uzaklaştırılmıştır. Bu uygulamaların 2000 yılına kadar devam ettiğine dair belgeler bulunduğu ve bu belgelerde öğretmen, öğrenciler ve idarecilerin fişlendiğine dair ifadeler yer almaktadır.
Buna göre öğrenci yurtları da fişlenmiş ve kategorize edilerek “iyi-sorun olmayan,
Enver Ören Grubu, Süleymancı, Nurcu” şeklinde sınıflandırılmışlardır. 28 Şubat
sürecinde eğitim alanında öğretmenlere yönelik baskının ve yaptırımların akla uygun olmayan uygulamaları da beraberinde getirmiştir (Şimşek, 2012, s.164-165). Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve ulusal yapısına yönelik negatif koşulların
oluşmasında etkili olduğunu savunduğu RP’nin eylemlerine karşı 28 Şubat 1997 tarihli MGK Bildirisi’nin bir karşı çıkış olarak ortaya çıktığı ifade edilmektedir. 28 Şubat sürecinin en önemli sonuçlarından birisi de eğitim alanında yapılan zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitimdir. Zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması özellikle ulusal ve laik eğitimi güçlendirmek, yaygınlaştırmak doğrultusunda Atatürkçü düşünce sistemine yeni bir ivme kazandırmıştır (Kili, 2006, s.264). Bu gelişmelerin yanı sıra özellikle kılık-kıyafet alanında olduğu gibi, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların ve İmam-Hatip Liselerinin geleceği hakkında önemli kararlar alınmış ve uygulanmıştır. “28 Şubat sürecinde” ortaya konulan uygulamalar içerisinde iktidar yansımalarının en çok olduğu kurumlar, her darbe sonrası dönemde olduğu gibi, yine eğitim, yine üniversiteler olmuştur. Üniversitelerde yaşanan öğrenci ve öğretim üyesi tasfiyeleri, başörtüsü sorunu ve akademik özgürlükler ile ilgili sorunlar bu dönemde öne çıkan konular arasındadır (Şimşek, 2012, s.166).
Refah-Yol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan istifa etmiş ve bunun doğal sonucu olarak Refah-Yol Hükümeti düşmüş ve yerine ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın
başbakanlığını yürüttüğü Anasol-D Hükümeti kurulmuştur. Anasol- D Hükümeti
döneminin eğitimi ilgilendiren ilk uygulaması 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitimin
uygulanması olmuş ve buna bağlı olarak da İmam-Hatip liselerinin orta kısımları nın kapatılmıştır (Çavdar, 2004, s.343).
28 Şubat sürecinde özellikle dershane, yurt ve okulları kapsayacak şekilde
eğitim alanında adeta bir “Cadı Avı” yapıldığı iddia edilmektedir. Eğitim üzerindeki
devlet baskısı o boyutlara ulaşmıştır ki, bazı öğrenci yurtlarının yatakhanelerinde kız öğrenciler başörtüsü ile dolaştıklarından dolayı bu yurtlar kapatılmış, bakanlık
müfettişleri özel okulları denetlemeleri esnasında ders işlenirken bayan öğretmenlerin başlarında peruk olup olmadığını kontrol etmek amacıyla saçlarını çekmiş, başörtülü öğretmenleri başlarını açmaları konusunda “İkna Odalarına” almışlar ve eğitim-öğretim alanlarında başörtülü öğretmenlerin durumunun tespiti adına bakanlık müfettişler ‘‘hafiye gibi dolaşıp” öğretmenler hakkında raporlar düzenlemiştir.
Düzenlenen bu raporlar neticesinde çok sayıda öğretmenin “Nurcu, Süleymancı, Nakşi” gibi isimler altında fişlenerek sınıflandırılmış, idari yaptırım kararları ile karşı karşıya gelerek cezalandırılmış, görev yerleri değiştirilmiş veya görevden uzaklaştırılmıştır. Bu uygulamaların 2000 yılına kadar devam ettiğine dair belgeler bulunduğu ve bu belgelerde öğretmen, öğrenciler ve idarecilerin fişlendiğine dair ifadeler yer almaktadır.
Buna göre öğrenci yurtları da fişlenmiş ve kategorize edilerek “iyi-sorun olmayan,
Enver Ören Grubu, Süleymancı, Nurcu” şeklinde sınıflandırılmışlardır. 28 Şubat
sürecinde eğitim alanında öğretmenlere yönelik baskının ve yaptırımların akla uygun olmayan uygulamaları da beraberinde getirmiştir (Şimşek, 2012, s.164-165). Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve ulusal yapısına yönelik negatif koşulların
oluşmasında etkili olduğunu savunduğu RP’nin eylemlerine karşı 28 Şubat 1997 tarihli MGK Bildirisi’nin bir karşı çıkış olarak ortaya çıktığı ifade edilmektedir. 28 Şubat sürecinin en önemli sonuçlarından birisi de eğitim alanında yapılan zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitimdir. Zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması özellikle ulusal ve laik eğitimi güçlendirmek, yaygınlaştırmak doğrultusunda Atatürkçü düşünce sistemine yeni bir ivme kazandırmıştır (Kili, 2006, s.264). Bu gelişmelerin yanı sıra özellikle kılık-kıyafet alanında olduğu gibi, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların ve İmam-Hatip Liselerinin geleceği hakkında önemli kararlar alınmış ve uygulanmıştır. “28 Şubat sürecinde” ortaya konulan uygulamalar içerisinde iktidar yansımalarının en çok olduğu kurumlar, her darbe sonrası dönemde olduğu gibi, yine eğitim, yine üniversiteler olmuştur. Üniversitelerde yaşanan öğrenci ve öğretim üyesi tasfiyeleri, başörtüsü sorunu ve akademik özgürlükler ile ilgili sorunlar bu dönemde öne çıkan konular arasındadır (Şimşek, 2012, s.166).
5.1.6. “Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” Kararının Tarihi MGK’da ki Serüveni
XV. Milli Eğitim Şurası’nın toplanma amacı genel olarak “2000’li yıllarda
ki Türk Eğitim Sistemi” idi (Çetinkaya, 2005, s.82). Toplanan şurada özellikle istenen amaç, 2000’li yıllarda Türk Milli Eğitim sisteminin hedef, ilke ve politikalarını belirlemek, özellikle yönlendirme ve yeniden yapılanmayı tartışmak, yeni yüzyılın gereklerine uygun, çağdaş eğitim sistemi kurabilmek için bütün toplumu sürekli olarak öğrenen, kendini yenileyen, değişen koşullara uygun bilgi ve beceri kazanabilen bir yapıya kavuşturmak ve bu amaçla ilköğretimde 8 yıllık zorunlu temel eğitime geçmek vb. önemli konular şuranın toplanma amaçları arasında yerini almıştır (MEB, XV. Milli Eğitim Şûrası, 1996).
XV. Milli Eğitim Şûrası ile oluşturulmak istenen Türk Eğitim sistemi
çağdaşlarından belki ileriydi ama geri değildi. Bu şurada, Türkiye’nin eğitim yapısı için çağdaş çözümler üretmişti. Şûrada alınan en önemli karar olan “8 yıllık temel eğitime geçilmesi” kararı 4306 sayılı yasa ile 1997’de uygulamaya konulmuş olması, XV. Milli Eğitim Şurası’nda hem alınan kararlar olarak hem de alınan kararların yaşama geçirilmesi bakımından şuranın en önemli başarısıydı (Deniz, 2001, s. 92). Bu şuranın toplanma amacı ileri ki yıllarda daha iyi anlaşılacaktı. Çünkü 28 Şubat 1997’de toplanan tarihi MGK sonrasında açıklanan 18 maddelik kararlar arasında yerini alan ve yıllarca tartışmalara sebep olacak 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesinin temelleri XV. Milli Eğitim Şurası’nda atılmıştı (Çetinkaya, 2005, s.82).
“8 Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” kararının nasıl çıktığını anlamak için 28
Şubat 1997 MGK Toplantısından yaklaşık olarak 9 ay öncesinde toplanan XV. Milli
Eğitim Şurası kararlarına, belki de daha öncesine 1994 yılında yapılan yerel seçimlere bakmakta fayda vardır. Özellikle 27 Mart 1994 tarihinde yapılan yerel seçimlerde RP büyük bir başarı elde etmiş, seçimlerden adeta zafer kazanarak çıkmıştı. Bu zafer başta İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyük şehirlerin belediye başkanlıklarını almış olması sonucunda toplum mühendislerini harekete geçirmiş ve “Siyasal İslam’ın” belediyeleri alması ve dini hassasiyeti olan insanların kamu kurum ve kuruluşlarında etkinlik kazanması bazılarını endişelendirmişti (Çetinkaya, 2005, s.83). Bu endişe ortamı içerisinde, RP’nin 24 Aralık 1995 Genel seçimlerinde % 21 oy oranı alması ve birinci parti konumuna gelmesi bazı kesimlerin endişelerinin daha da artmasına sebebiyet vermiştir.
39. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..
ki Türk Eğitim Sistemi” idi (Çetinkaya, 2005, s.82). Toplanan şurada özellikle istenen amaç, 2000’li yıllarda Türk Milli Eğitim sisteminin hedef, ilke ve politikalarını belirlemek, özellikle yönlendirme ve yeniden yapılanmayı tartışmak, yeni yüzyılın gereklerine uygun, çağdaş eğitim sistemi kurabilmek için bütün toplumu sürekli olarak öğrenen, kendini yenileyen, değişen koşullara uygun bilgi ve beceri kazanabilen bir yapıya kavuşturmak ve bu amaçla ilköğretimde 8 yıllık zorunlu temel eğitime geçmek vb. önemli konular şuranın toplanma amaçları arasında yerini almıştır (MEB, XV. Milli Eğitim Şûrası, 1996).
XV. Milli Eğitim Şûrası ile oluşturulmak istenen Türk Eğitim sistemi
çağdaşlarından belki ileriydi ama geri değildi. Bu şurada, Türkiye’nin eğitim yapısı için çağdaş çözümler üretmişti. Şûrada alınan en önemli karar olan “8 yıllık temel eğitime geçilmesi” kararı 4306 sayılı yasa ile 1997’de uygulamaya konulmuş olması, XV. Milli Eğitim Şurası’nda hem alınan kararlar olarak hem de alınan kararların yaşama geçirilmesi bakımından şuranın en önemli başarısıydı (Deniz, 2001, s. 92). Bu şuranın toplanma amacı ileri ki yıllarda daha iyi anlaşılacaktı. Çünkü 28 Şubat 1997’de toplanan tarihi MGK sonrasında açıklanan 18 maddelik kararlar arasında yerini alan ve yıllarca tartışmalara sebep olacak 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesinin temelleri XV. Milli Eğitim Şurası’nda atılmıştı (Çetinkaya, 2005, s.82).
“8 Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” kararının nasıl çıktığını anlamak için 28
Şubat 1997 MGK Toplantısından yaklaşık olarak 9 ay öncesinde toplanan XV. Milli
Eğitim Şurası kararlarına, belki de daha öncesine 1994 yılında yapılan yerel seçimlere bakmakta fayda vardır. Özellikle 27 Mart 1994 tarihinde yapılan yerel seçimlerde RP büyük bir başarı elde etmiş, seçimlerden adeta zafer kazanarak çıkmıştı. Bu zafer başta İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyük şehirlerin belediye başkanlıklarını almış olması sonucunda toplum mühendislerini harekete geçirmiş ve “Siyasal İslam’ın” belediyeleri alması ve dini hassasiyeti olan insanların kamu kurum ve kuruluşlarında etkinlik kazanması bazılarını endişelendirmişti (Çetinkaya, 2005, s.83). Bu endişe ortamı içerisinde, RP’nin 24 Aralık 1995 Genel seçimlerinde % 21 oy oranı alması ve birinci parti konumuna gelmesi bazı kesimlerin endişelerinin daha da artmasına sebebiyet vermiştir.
39. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..
***