27 Mayıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 Mayıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Eylül 2020 Cuma

DIŞIMIZDAKİ PKK _ İÇİMİZDEKİ İSRAİL., BÖLÜM 2

DIŞIMIZDAKİ PKK _  İÇİMİZDEKİ İSRAİL., BÖLÜM 2




Laikçiler ve Kuran

* Cumhuriyet laikçilerinin önemli bir kısmı Kuran’ı bile tam olarak okumuş değillerdir. Yani karşımızda kendi dinini bir oryantalist kadar bile tanımayan insanlar var. Cumhuriyet dinden kopuk bir nesil yetiştirdi. Bunlar bilmedikleri bir şeylere karşı çıkıyorlar. Ne Kuran’ı biliyorlar, ne de ibadetleri. Hadis nedir, Peygamber kimdir hepsinden bihaberler. Akıllarında bir kara çarşaf kalmış, bir de içki yasağı. Camiyi uzaktan görüyorlar ama içine girmeye hep korkmuşlar.

Ordu ve Sivil irade

* Asker komutanına sadakat gösterir, emri sorgulamaz. Emri sorgulayan asker haindir, asker değildir. Bu askerliğin temelidir. Şimdi bir asker düşünün ki kendi başkumandanını tutukluyor, kendi başbakanını yok ediyor, kendi hukuk düzeni ile savaşıyor. Bu ihanettir, aşağılık bir davranıştır, askerlik bu değildir. Hangi ordu yaparsa yapsın!

* Bazıları diyor ki, sivil irade mücadeleyi kazandı, asker kışlasına çekildi. Ben hiç öyle düşünmüyorum. Askerin sistem içerisinde bazı mevzi kayıpları olmuştur, ama 2002’den beri kurumsal yapıda bazı yerler var ki oralarda hiçbir değişim olduğu kanaatinde değilim.

* Ordu ne kadar değişti sorusuna bir soruyla karşılık vereyim isterseniz. Diyelim ki Harp Okulu’nda bir öğrenci abdest alıyor ve 5 vakit namaz kılıyor. Öyle ya, bu ülke Müslüman ve askere de Anadolu çocukları gidiyor. Dedesi gibi, babası gibi bir Harbiyeli de namaz kılmak isteyemez mi? Ne olur dersiniz? Ben size söyleyeyim, hemen okuldan atılır. Düşünün bir kez, adam kendi ülkesinin Harp Okulu’nda kendi dinini bile yaşayamıyor. Bu neye benzer, bir Amerikalının pazar günü kiliseye gittiği için Ordu’dan atılmasına benzer. Bir anlamda ‘kripto Müslümanlık’tır bu.

TSK ve İsrail

* TSK içeride istediği müttefikleri bulamayınca, dışarıda özel ilişkiler geliştirdi. İsrail de Türkiye içerisinde doğal müttefiki olarak generalleri gördü. Çünkü demokratik unsurlar İsrail’in işine yaramazdı.

* Benim görebildiğim kadarıyla Silahlı Kuvvetler’in üst yönetimi, hükümet ile İsrail arasındaki kapışmayı Türkiye ile İsrail arasındaki kapışmadan ziyade AK Parti ile İsrail arasında kapışma olarak gördü ve öyle kalmasını istedi.

* İsrail’i asıl endişelendiren nokta şu: Türkiye’de ordunun, istihbaratın, kısaca tüm stratejik kurumların ve medyanın İsrail’e, Erdoğan gibi bakmaya başlaması. Bu endişelerini açıkça söylediler. Netanyahu hükümeti, AKP hükümetini devirmeyi amaçladığını belli etti. Ama diğer taraftan Erdoğan da, Netanyahu hükümetini devirmeyi hedef olarak koydu.

Medya

* Eskiden olduğu gibi artık gazetelerin içlerine ajanlar yerleştirmeye de gerek yok. Böyle bir kalitesizlik ve özensizlik içindeki Türk medyasını manipüle etmek o kadar kolay ki. Buna rağmen hâlâ ajanlık yapan veya ajandan farksız davranmayan insanlar da var elbette. Aslına bakarsanız diğer ülkelere çalışmak Türk basınında eski bir gelenektir. 19.yüzyıldan günümüze değin pek çok gazeteci diğer ülke temsilcilerinden maaş almışlardır. Alınganlığa, saklamaya gerek yok, tarih bu bilgiler ile dolu.

İsrail ve PKK

* İsrail-PKK flörtü Davos’tan hemen sonra bir aşk haline geldi ve işbirliği İsrail Kabinesi’nde tartışılacak kadar derinleşti. Düşünebiliyor musunuz, bir devletin bakanları kabine toplantısında bir terör örgütüne nasıl destek verebileceklerini tartışıyorlar. Çünkü Türkiye’nin İsrail’e meydan okuması İsrail’e vurulabilecek en büyük darbeydi. Türkiye, İsrail’in meşruiyetinin altını oydu ve bu anlamda İsrail’e Hamas’tan bile daha ağır bir zarar verdi.

* PKK gerçek anlamda uluslararası bir terör örgütü haline geldi. Örgüt içindeki Türkiyelilerin oranı ve etkisi her geçen gün azaldı. Özellikle Öcalan’ın yakalanmasından sonra örgüt Türkiyeli özelliğini ciddi anlamda yitirdi.

* PKK diğer ülkelerce kullanılan etkili bir araçtır. Buna bir de Ankara’daki Ergenekoncuları eklemek gerekir. Türkiye’de demokrasi karşıtı kim varsa birleşmiş ve birbirine yardım eder gözüküyor. Bunlar dış dostlar açısından da birbirlerine pek bir benziyorlar.

* Evet, İsrail devleti, bir tür etnik temizlik hareketidir. Öldürme de var, satın alma da var, sürme de var, gasp ve yağma da var, hepsi var. Bir Musevi hareketinden ziyade, Siyonist bir temizlik hareketidir bu.

* İsrail’in hayatı sadece istihbarat ve ordu. Ülkede tüm yöneticilerin beyinleri istihbaratçı gibi çalışıyor. Ölmek, öldürmek, zayıflatmak. Aklı şeytani bir çizgide kullanıyorlar. Oysaki güvenliğin temeli düşmanlarınıza zarar vermek değil, onları dostlarınız haline getirebilmektir. İşte İsrail’in ıskaladığı budur.

* İsrail’in bakışında Türkiye’nin İslam’dan uzaklaştırılması veya en azından İslami unsurların ‘zararsız’ hale getirilmesi önemli bir rol oynamıştır. Tohumların ıslah edilmesi, kısırlaştırılması gibi bir durumdur bu. Buna benzer bir operasyondan bahsediyoruz. Türkiye’nin de-islamizasyonu meselesi daha doğrusu ‘ehlileşmiş’, ‘ılımlı İslam’ projesi, sadece İsrail için değil Batı dünyası için de önemli bir projedir.

Türkiye’nin gücü

* Türkiye içeride ve dışarıda özgüven patlaması yaşıyor. Bunun bir nedeni ekonomideki hızlı büyüme. Türkiye ‘Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun kaplanı’ haline geliyor. Ekonomi büyüdükçe, yere daha sağlam basılabiliyor. Fakat özgüven artışını sadece para ile açıklamak yetersiz kalır. Türkiye geçmişten farklı olarak küresel ve bölgesel değişikliklerden korkmuyor. Demokrasiden ve insan hakları çıtasının yükselmesinden de çekinmiyor. Tam aksine, tüm bunları kendi lehine görüyor. Bu da Türkiye’nin hızla ‘kimlik bunalımı’ndan da çıkıp, kimliğini oturtması ile ilgili.

* Türk dış politikası edilgen konumdan çıkıp pro-aktif, hatta hiper-aktif bir hale dönüşüyor. Uluslararası toplantılarda ‘süt dökmüş kedi’ gibi başa öne eğik Türk diplomatları yok artık. Gündemi Türkler belirliyor, sesleri çok ama çok gür çıkıyor.

* Türkiye’nin dönüşümü bir şahsa veya bir partiye bağlı değil. AK Parti zaten bir dönüşümün sonucudur. Yeni Türkiye’nin ürettiği bir şeyden bahsediyoruz. Gerekirse o yeni Türkiye, AK Parti’yi ürettiği gibi, muhalefetini de üretir.

PROF. DR. SEDAT LAÇİNER

Sedat Laçiner, 1972 yılında Keskin’de doğdu. Lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Uluslararası İlişkiler alanında yaptı. 1992 yılında katıldığı Milliyet Gazetesi Türkiye Ödülleri Yarışması’nda sosyal bilimler dalı birincisi oldu.

1993-1996 yılları arasında Milliyet gazetesinde muhabir olarak çalışan Laçiner, aynı gazetede Başbakanlık Muhabirliği’ne kadar yükseldi.

Yüksek lisans eğitimini Uluslararası Politika alanında İngiltere’nin Sheffield Üniversitesi’nde onur derecesiyle (distinction) tamamlayan Laçiner, doktorasını Londra Üniversitesi King’s College’da yaptı. 2004 yılında ise Ankara’da Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun (USAK) kurucu başkanı oldu.

Prof. Dr. Sedat Laçiner Davos Economic Forum bağlantılı Young Global Leaders (YGL) tarafından ‘2006 yılı Genç Küresel Lideri’ seçildi. Tüm dünyadan geleceğe yön verecek 175 kişinin seçildiği listeye, ‘entelektüeller’ kategorisinden giren Türkiye’den ilk ve tek isim oldu.

16 Mart 2011 tarihi itibariyle Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörlük görevini yürütmektedir. Laçiner aynı zamanda Star gazetesi köşe yazarıdır.

ALPER ÖZGEN

Lisans eğitimini Sabancı Üniversitesi Sosyal ve Siyasal Bilimler Fakültesi'nde tamamladı. Halen iyibilgi.com haber sitesinde sorumlu editör olarak çalışıyor.

        ERDOĞAN-NETANYAHU SAVAŞI: 

Hakan Fidan’ın MİT’in başına gelmesi, İsrail-Türkiye ilişkilerinin çok kritik ve sarsıntılı bir dönemine denk geldi. İsrail’de bazı kişiler Hakan Fidan’ın ismini karalayarak, 

İsrail’e dönük olumsuzlukların arkasında onun olduğu iddiasını yaydılar. Sanki Hakan Fidan’ın ve Erdoğan’ın İran ile özel ilişkileri varmış gibi göstermeye çalıştılar. (...)

Kitapta Alper Özgen’in sorularını yanıtlayan Laçiner, adeta ülkenin önündeki tehlike arz eden koordinatları tek tek belirlemekle kalmıyor, yol kazası olmadan engellerin nasıl aşılabileceğini de gösteriyor. Kitapta Türkiye’deki en stratejik kurumların içine girmeyi başarmış bir aktöre özellikle dikkat çekiliyor: İsrail derin devleti.

Bu derin yapılanma TSK, MİT ve PKK ile ilişkileri üzerinden masaya yatırılıyor. Kitapta “Kemalizm öldü mü? Cumhuriyet’i kollayan bilim adamları. İsrail’in ‘içerideki’ doğal müttefikleri. PKK-İsrail flörtü aşkamı dönüştü? İsrail’in intikam yemini. AK Parti-İsrail düellosunun kısa tarihi. PKK nasıl bitirilir? AK Parti’nin balkonundan dünya nasıl görünüyor? Erdoğan’ın yapma(ma)sı gerekenler. Türkiye tekno-savaşlara hazır mı” gibi soru ve konular aydınlatılıyor.

İsrail-PKK flörtü: Sedat Laçiner kitabında “İsrail PKK’yı destekliyor mu, destekliyorsa nasıl destekliyor” sorularına şöyle yanıt veriyor: “İsrail-PKK flörtü Davos’tan hemen sonra bir aşk haline geldi ve işbirliği İsrail Kabinesi’nde tartışılacak kadar derinleşti. Düşünebiliyor musunuz, bir devletin bakanları kabine toplantısında bir terör örgütüne nasıl destek verebileceklerini tartışıyorlar. Çünkü Türkiye’nin İsrail’e meydan okuması İsrail’e vurulabilecek en büyük darbeydi. Türkiye, İsrail’in meşruiyetinin altını oydu ve bu anlamda İsrail’e Hamas’tan bile daha ağır bir zarar verdi.” (sf.120)



MEDYADAKİ AJANLAR: 

Kitabında eskiden gazetelerin içlerine ajanlar yerleştirildiğini belirten Sedat Laçiner, günümüzde artık buna gerek kalmadığına dikkat çekiyor ve ekliyor: “Böyle bir kalitesizlik ve özensizlik içindeki Türk medyasını manipüle etmek o kadar kolay ki. Buna rağmen hâlâ ajanlık yapan veya ajandan farksız davranmayan insanlar da var elbette. Aslına bakarsanız diğer ülkelere çalışmak Türk basınında eski bir gelenektir. 19. yüzyıldan günümüze değin pek çok gazeteci diğer ülke temsilcilerinden maaş almışlardır. Alınganlığa, saklamaya gerek yok, tarih bu bilgiler ile dolu.” (sf.114)

İsrail’in içerideki doğal müttefikleri: İsrail’in 1990’lı yılların başından itibaren özellikle 28 Şubat’la birlikte TSK’nın en önemli müttefiklerinden biri haline geldiğini söyleyen Sedat Laçiner kitabında bu konuda çarpıcı tespitlere yer veriyor:

“TSK içeride istediği müttefikleri bulamayınca, dışarıda özel ilişkiler geliştirdi. İsrail de Türkiye içerisinde doğal müttefiki olarak generalleri gördü. Çünkü demokratik unsurlar İsrailíin işine yaramazdı. İsrail’in kendisine destek veren, Türkiye gibi, Müslüman ve seküler bir ülkeye ihtiyacı vardı. Bu nedenle Türkiye önemliydi. Türkiye’de ise partner olarak generalleri gördüler.” (sf.97)

Kemalizm öldü mü?:Kemalistleri görmezden gelen, küçümseyen bir hayat var artık. Herkes artık biliyor ki Atatürk Kemalist değildi. Kendilerini Atatürk’ün devamı olarak lanse edenlerin pek çoğu ya şarlatan ya da kendisine Atatürk’ü maske yapan ideolojik militan. Atatürk öldü. Onu izlemek istiyorsanız onun yöntemlerini, kısmen de ideallerini alırsınız, yoksa onun sözlerini dondurarak kendinizi ve ülkenizi neredeyse 100 yıl önceye hapsetmezsiniz. (sf.52)



Camiden korkan cumhuriyetçiler: Cumhuriyet laikçilerinin önemli bir kısmı Kuran’ı bile tam olarak okumuş değillerdir. Yani karşımızda kendi dinini bir oryantalist kadar bile tanımayan insanlar var. Cumhuriyet dinden kopuk bir nesil yetiştirdi. Bunlar bilmedikleri bir şeylere karşı çıkıyorlar. Ne Kuran’ı biliyorlar, ne de ibadetleri. Hadis nedir, Peygamber kimdir hepsinden bîhaberler. Akıllarında bir kara çarşaf kalmış, bir de içki yasağı. Camiyi uzaktan görüyorlar ama içine girmeye hep korkmuşlar. (sf.82-83)

Batı’nın en önemli projesi : Sedat Laçiner’e göre İsrail’in Türkiye’deki çalışmaları, 1970’li yıllardan sonra yoğunluk kazandı. Yazar kitabında bunu şu sözlerle vurguluyor: “İsrail’in bakışında Türkiye’nin İslam’dan uzaklaştırılması veya en azından İslami unsurların ‘zararsız’ hale getirilmesi önemli bir rol oynamıştır. (...) Türkiye’nin de-islamizasyonu meselesi daha doğrusu ‘ehlileşmiş’, ‘ılımlı İslam’ projesi, sadece İsrail için değil Batı dünyası için de önemli bir projedir.” (sf.183)

İsrail’i asıl endişelendiren nokta şu: Türkiye’de ordunun, istihbaratın, kısaca tüm stratejik kurumların ve medyanın İsrail’e, Erdoğan gibi bakmaya başlaması. Bu endişelerini açıkça söylediler. Netanyahu hükümeti, AKP hükümetini devirmeyi amaçladığını belli etti. Ama diğer taraftan Erdoğan da, Netanyahu hükümetini devirmeyi hedef olarak koydu. Bu da gizli saklı değil, açıkça, aleni olarak basına demeç verilerek ilan edildi. (sf.104-105)

Özgüven patlaması yaşayan ülke: Türkiye’de yaşanan değişimi yüzeysel ve meselenin sadece tek bir boyutuna odaklanmış cümlelerle açıklamanın mümkün olmadığını vurgulayan Sedat Laçiner, “İlk olarak Türkiye içeride ve dışarıda özgüven patlaması yaşıyor. Bunun bir nedeni ekonomideki hızlı büyüme. Türkiye ‘Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun kaplanı’ haline geliyor.

Ekonomi büyüdükçe, yere daha sağlam basılabiliyor. Fakat özgüven artışını sadece para ile açıklamak yetersiz kalır. Türkiye geçmişten farklı olarak küresel ve bölgesel değişikliklerden korkmuyor. Demokrasiden ve insan hakları çıtasının yükselmesinden de çekinmiyor. Tam aksine, tüm bunları kendi lehine görüyor. Bu da Türkiye’nin hızla ‘kimlik bunalımı’ndan da çıkıp, kimliğini oturtması ile ilgili” diyor. (sf.130)

Doğru istihbarat nasıl yapılır?: Laçiner kitabında istihbaratın sadece haber toplama, kışkırtma ve ispiyonlama işi olmadığına dikkat çekerken şu değerlendirmelerde bulunuyor: 



“Türkiye de istihbarat işini akıl merkezli hale getirmek zorundadır.

Aksi takdirde gelirler, sizin elinizi kolunuzu birbirine bağlarlar, beyin sinirlerinizi ellerine alırlar ve bir bakmışsınız ki ülkenize katkı için kendi insanlarınızı öldürüp duruyorsunuz. İsrail istihbarat konusunu iyi anlamıştır ve ayakta kalabilmek için istihbaratı devletin temeline yerleştirmiştir. İsrail diğer ülkelerin iç işlerine sızmakta çok mahir.

Özellikle Arapların içine çok güzel sızıyor. Fakat Türkiye, İsrail gibi mi yapmalı derseniz, tam olarak öyle yapmamalı. Çünkü İsrail’in hayatı sadece istihbarat ve ordu. Ülkede tüm yöneticilerin beyinleri istihbaratçı gibi çalışıyor. Ölmek, öldürmek, zayıflatmak. Aklı şeytani bir çizgide kullanıyorlar. Oysa ki güvenliğin temeli düşmanlarınıza zarar vermek değil, onları dostlarınız haline getirebilmektir. İşte İsrail’in ıskaladığı budur. Silahlar sizi korumaz.”( sf.172)

Demokrasiye karşı güç birliği: Kitabında, PKK’nın gerçek anlamda uluslararası bir yapılanmaya dönüştüğüne dikkat çeken Sedat Laçiner, “PKK diğer ülkelerce kullanılan etkili bir araçtır. Buna bir de Ankara’daki Ergenekoncuları eklemek gerekir. Türkiye’de demokrasi karşıtı kim varsa birleşmiş ve birbirine yardım eder gözüküyor. Bunlar dış dostlar açısından da birbirlerine pek bir benziyorlar” tespitinde bulunuyor. (sf.121)


Özal’ın sözü doğru çıkacak: Sedat Laçiner kitabında Türkiye’nin özel bir ülke olduğunu ve bu ülkenin özel bir kaderi olduğuna vurgu yaptıktan sonra şunları aktarıyor: 

“Özal da, 21. yüzyılın Türk yüzyılı olacağını söylemişti. Ben, Özal’ın özellikle bu sözünün doğru çıkacağını düşünüyorum. 21. yüzyılın Türk yüzyılı olacağına, 

hatta ‘muhteşem yüzyıl’ olacağına dair kanaatim ve temennim var. Belirtilerin bu yöne işaret ettiğini düşünüyorum. Sovyetler’in çökmesinin Türkiye’ye kazandırdıklarına, 

11 Eylül’den sonra ortaya çıkanların Türkiye’yi konumlandırdığı yere bakıyorum... 

Yani Türkiye istemese de bir yerlere doğru sanki sürükleniyor, çekiliyor!” (sf.55-56)


***

DIŞIMIZDAKİ PKK _ İÇİMİZDEKİ İSRAİL., BÖLÜM 1

 DIŞIMIZDAKİ PKK _  İÇİMİZDEKİ İSRAİL., BÖLÜM 1

Dışımızdaki PKK, içimizdeki İsrail,

Türkiye devleşiyor. Tüm engellemelere rağmen Türk dış ve iç politikalarında devrim niteliğinde değişimler yaşanıyor. 

Bu değişimleri ‘Türkiye’nin ekseni kayıyor’ veya ‘Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor’ gibi yüzeysel ve derinlikten yoksun cümlelerle açıklamak mümkün değil.

Haber Merkezi / TIMETURK

Prof. Sedat Laçiner, ekonomi, sosyoloji, tarih ve uluslararası ilişkiler teorilerini anlamlı bir bütün içerisinde kullanarak, yükselen Türkiye’nin rotasını anlayabilmek için bir model inşa ediyor. Tehlike arz eden koordinatları tek tek belirlemekle kalmıyor, yol kazası olmadan engellerin nasıl aşılabileceğini gösteriyor.

Bu modelin özünde ise hep dışarıda olarak algılanmış, oysa fark ettirmeden, Türkiye’deki en stratejik kurumların içine girmeyi başarmış bir aktöre özellikle dikkat çekiliyor: İsrail derin devleti. Ve bu derin yapılanma, ilk kez TSK, MİT ve PKK ile ilişkileri üzerinden masaya yatırılıyor.

Laçiner, içimizi yakan PKK terörü konusuna ve bu örgütün İsrail başta olmak üzere dış bağlantılarına zoom yapıyor. Normalleşme sürecinde hala anormalliklerini sürdüren yapıları, ‘içimize giren’ dış düşmanları ve bunların işbirlikçilerini, hem tarihsel perspektif içinde hem de fütürist öngörülerle analiz ediyor.

Bu kitap, Türkiye’de ne olup bittiğini anlamak, poker masasındaki oyuncuların yüzlerini ‘doğru’ okumak için harika bir maymuncuk!




KİTABIN İÇİNDEKİLER

* TÜRKLER NİÇİN ‘ÖZEL’?

* HALK ŞEHRE İNİNCE!

* KEMALİZM ÖLDÜ MÜ?

* CUMHURİYET’İ KOLLAYAN BİLİM ADAMLARI!

* NORMALLEŞMEKTE ZORLANANLAR!

* İSRAİL’İN ‘İÇERİDEKİ’ DOĞAL MÜTTEFİKLERİ

* MOSSAD MEDYAYA SIZARSA...

* PKK-İSRAİL FLÖRTÜ AŞKA MI DÖNÜŞTÜ?

* TARİHSEL ORTADOĞU PARANTEZİ

* İSRAİL’İN İNTİKAM YEMİNİ!

* HİBRİT MÜSLÜMANLIK HAYALİ!

* AK PARTİ-İSRAİL DÜELLOSUNUN KISA TARİHİ

* PKK NASIL BİTİRİLİR?

* AK PARTİ’NİN BALKONUNDAN DÜNYA NASIL GÖRÜNÜYOR?

* İSRAİL PARAYLA NORMALLEŞİR Mİ?

* TÜRKİYE’Yİ İSRAİL’E ŞİKÂYET EDEN ‘GANDİ’!

* ERDOĞAN’IN YAPMA(MA)SI GEREKENLER!

* BATI’NIN İHTİYACI TÜRK’ÜN KALBİ!

* POKER MASASINDA SON DURUM

* TÜRKİYE TEKNO-SAVAŞLARA HAZIR MI?

* ÇANAKKALE (ÜNİVERSİTEDEN) GEÇİLMEZ!

KİTAPTAN ÇARPICI BÖLÜMLER:

Türkler ve muhteşem yüzyıl,

* ‘Çok özel bir karışıma sahip olan’ Türklerin insanlığa ve medeniyete çok büyük katkı sağlayacağını, bunun onların özel kaderleri ve misyonları olduğunu düşünüyorum. Geldiğimiz nokta itibariyle de Türkleri ben ‘insanlığın vicdanı’ olarak değerlendiriyorum. Türkleri dünyanın ve insanlığın vicdanı olarak, sağduyusu olarak görüyorum. Yani Alman’a, Rus’a, Japon’a baktığımda göremediğim pek çok güzel özelliği, adeta kıvılcımı Türklerde görüyorum. Bu farkın, tüm dünya tarafından da görüleceği kanaatindeyim. Alman da, Amerikalı da kendi çıkarının peşinde koşar ama Türkiye’nin çıkarı insanlığın ortak çıkarıdır, çoğu kez de bölgemizin iyiliğidir. Türkiye, bölgesinin ve dünyanın iyiliğine mahkûm bir ülke!

* Türklerin ben ırkçı olabileceklerini düşünmüyorum. Daha doğrusu klasik Türk kültüründe yetişmiş birinin Batılı anlamda ırkçı olabileceğini düşünmüyorum. Çünkü tek bir ırka dayanmıyor bizim milliyetçiliğimiz. Bunu söylerken yanlış anlaşılmasın, ‘Türk kötü olamaz’, ‘Türk adam öldürmez’ gibi bir iddiada değilim. Yabancı düşmanı olamaz da demiyorum. Irkçılık, özel koşulların ve özel bir kültürün ürünüdür. Belli bir sosyo-kültürel ve siyasi gelişimin sonucudur.

* 21. yüzyılın Türk yüzyılı olacağına, hatta ‘muhteşem yüzyıl’ olacağına dair kanaatim ve temennim var. Belirtilerin bu yöne işaret ettiğini düşünüyorum. Sovyetlerin çökmesinin Türkiye’ye kazandırdıklarına, 11 Eylül’den sonra ortaya çıkanların Türkiye’yi konumlandırdığı yere bakıyorum... Yani Türkiye istemese de bir yerlere doğru sanki sürükleniyor, çekiliyor!



Cumhuriyet ve ideolojisi

* Cumhuriyet’i kuran kadronun o travmatik düşünceler içerisinde en önemli derdi devleti ayakta tutabilmektir, ülkeyi ateşe düşmekten kurtarmaktır. Onu yaparken de bir ideoloji geliştiriyorlar. O ideolojiyi ayakta tutmaya çalışıyorlar. Fakat o ideoloji hem Batı’yı düşman görüyor, hem de Batılı gibi olmaya çalışıyor, ama ikisi de olamıyor. ‘Halkçıyım’ diyor, ‘milliyetçiyim’ diyor ama o halktan, o milletten, kısacası kendi insanlarından korkuyor.

* Bazı ‘devrimler’ de, Atatürk’ün yapmaya çalıştıklarının bir kısmı da Osmanlı’nın devamıdır. Hiç de yeni değillerdir. Mesela laikliğin aşırılığa gidilen kısımlarını atarsanız, Türk toplumu zaten laiktir, hep laik olmuştur.

* İnsanlar rahat bırakılsaydı, ‘köylü davranışlar’ toptan düşman sayılmasaydı başörtüsü veya çarşaf gibi bazı kıyafetler siyasi sembol ve sorun haline gelmezdi. Ama rahat bırakılmadı. Böyle olunca da farklı kanallar üzerinden direniş pratikleri ortaya çıktı, örneğin İslamcılık üzerinden.

* Sonuç itibariyle uzun bir süre, işadamları, bürokratlar ve bu sacayağının üçüncü parçası olan aydın kesimi (özellikle üniversite camiası) devletten beslendi. Bu üçlü ittifakın karşısında siyasete girmeye çalışan bir halk ve orada yeni yeni palazlanan bir iş dünyası vardı. 1950’lerde böyle bir ikili hesaplaşma ortaya çıktı ve rekabet her geçen gün kızıştı.

27 Mayıs

* Normal süreç içerisinde duruma hâkim olamayacağını anlayan bir kesim, 27 Mayıs Darbesi ile yönetime el koydu, CHP de bunu teşvik etti. ‘Beyaz Türk’ dediğimiz, devletin etrafında kendisini bir sınıf gibi hissedenler: Askerler, yargıçlar, bürokratlar, devlet memurları vs. Kendilerini devletin sahibi görenler.

* Bana sorarsanız 27 Mayıs akla ziyan boyutlarda zarar verip, ülkede yapısal hastalıklara, anormalliklere yol açmıştır. Kıyaslama açısından bazı konularda Osmanlı’nın çöküşünden bile daha büyük tahribat yapmıştır diyebilirim. Çünkü burada düşman kendi içinizden geliyor. Yani kendi askeriniz.



İstanbul Sermayesi

* İstanbul sermayesinin liberalliği ve demokrasi anlayışı daha çok ben-merkezlidir. Kendisi yoksa, demokrasi de yoktur. Bu aslında özde değil, sözde demokratikleşmedir. Sermayenin ve dar bir elitin korunmasını modernleşme, gelişme ve ilerleme sayan bir anlayıştır bu. Siz buna kozmetik liberalleşme de diyebilirsiniz. Hani gardırop Atatürkçülüğü benzeri bir özgürlük anlayışı.

Kemalizm

* Eğer o törenler yapılmasaydı, ilkokullarda okutulan andımız üzerinden varlığımızı Türk varlığına armağan etme hadisesi gibi konularda dozaj kaçırılmamış olsaydı ya da Kürtlerin yoğun olduğu yerlere sadece “Ne mutlu Türküm” diye yazıp da hiçbir iktisadi yatırım yapmamak gibi şeyler olmasaydı, Kemalizm çok daha geniş kitlelere hitap edebilirdi.

* Kemalistleri görmezden gelen, küçümseyen bir hayat var artık. Herkes artık biliyor ki Atatürk Kemalist değildi. Kendilerini Atatürk’ün devamı olarak lanse edenlerin pek çoğu ya şarlatan, ya da kendisine Atatürk’ü maske yapan ideolojik militan. Atatürk öldü. Onu izlemek istiyorsanız onun yöntemlerini, kısmen de ideallerini alırsınız, yoksa onun sözlerini dondurarak kendinizi ve ülkenizi neredeyse 100 yıl önceye hapsetmezsiniz.

Ergenekon ve Balyoz davaları

* Ergenekon ve Balyoz davaları hızla sonuçlanmalı. Bunun için kaç hâkim gerekiyorsa, kaç ilave memur gerekliyse tahsis edilmeli. Fakat en önemlisi delillerin olduğu kasalar açılmalı, ilave bazı kişilerin sorgusuna başvurulmalı. Kozmik odalar önce başbakan ve bakanlarına, ardından da yargıya açılmalı. Mahkemelerden kaçırılan kozmik oda olmaz.

Bilim dünyası

* Türkiye’de en geç değişenler, hatta askerlerden bile yavaş değişenler bilim dünyasında, üniversitelerde konumlanmıştır. Bugünlerde bir kıpırdanma var sanki. Bir iyileşme, iyiye gidiş... Ancak köklü bir reform ve hızla yetişecek daha düzgün bir nesil gelmeden bilim dünyasının hali perişandır.


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***


15 Kasım 2019 Cuma

27 MAYIS YÖN HAREKETİNİN SINIFSAL ELEŞTİRİSİ, BÖLÜM 15

27 MAYIS YÖN HAREKETİNİN SINIFSAL ELEŞTİRİSİ,   BÖLÜM 15




   YAPIDAN GELEN BOCALAMA 

27 Mayıs Silahlı Kuvvetlerin eseriydi. Silahlı Kuvvetlerin yüzde l'i büyük burjuva Devletlûları, yüzde 99'u küçük burjuva Kapı - kulları'dır. İster silahlı, ister silahsız olsun Küçük burjuvazi, modern bir sosyal sınıf değildir. Ya üst (Finans - Kapitalist) zümrelere katılmak ve sivrilmek "mutluluğuna" kavuşacaktır (Paşalar gibi); yahut alt (işçi) sınıfına karışıp onun kaderini paylaşacaktır. Albaylıktan yukarı, Paşalığa fırlamak şansı, ister istemez devede kulaktır. Menderes çağı, Silahlı Kuvvetleri tepesi üstünde duran bir ehram gibi Paşa enflasyonuna uğratmıştı. :27 Mayıs'ın ilk işi aşırı sayıda paşaları azaltmak oldu. Paşa kalabalığına atılan tırpanda, onun için, tedbirden çok Paşa olamamışların Paşa olmuşlara karşı duydukları Küçük burjuvaca altlık kompleksi rol oynadı. Küçük burjuvazinin, pek çok patlangıçlara kapı açan bu altlık kompleksi, o tabakaları boyuna iki uç arasında bocalatır. Şimdi inanılmaz atılganlık gösteren bombalaşmış küçük burjuva, az sonra en küçük başarısızlık önünde çatlayarak en korkunç paniklere uğrayıverir. Bu yüzden ölümü de göze alır da, tutarlı ve sürekli kararlılığı göze alamaz. Olmadık vesile ile yanardağlaşır; akla gelmedik bir bahaneyle söner, kül olur gider. 27 Mayıs ihtilalcilerinin sonuna dek kurtulamadıkları kararsızlık ve istikrarsızlıklarına bakıp da, şu veya bu kişinin özel davranışını suçlamak yanlıştır. "Birbirine düşmek" diye tanınan ve adım başında rastladığımız davranış çaprazlığı, kişileri belirlendiren sosyal sınıf olamamak veya sosyal bir sınıfın oturaklı durumunu bilincine çıkaramamış olmak yüzündendir.

 İLK COŞKUNLUK 

İhtilalcilerin nasıl, en iflah olmaz küçük burjuvaca bir uçtan öbür uca sallandıklarını en iyi anlatan, gene kendileridir. 27 Mayıs'tan 3 yıl önceydi. Menderes Harbiye hücrelerine 9 Subay'dan önce, Vatan Partisini sokmaya hazırlanırken ihtilalciler yalın kılınç, ateş püskürüyorlar: "1957 seçimlerinin arifesinde İktidar rahatsızdı, muhalefet rahatsızdı ve biz (yani ihtilalci Subaylar) rahatsızdık. İki Komite halinde çalışan birliğimiz, 1957 ağustosunda Ateşdağlı'nın müdahalesiyle birleşmişti. Aydemir'in de bulunduğu teşkilata Güventürk Başkan, ben Genel Sekreterdim." (D. Seyhan, Gölgedeki Adam, 29 Mayıs 1966, No. 3)

   İhtilalin Hükümet Darbesi için Teşkilat tamam. Türkiye'nin dizginlerini elinde tutan üst tabakalar: iktidar da, Muhalefet de, Silahlı Kuvvetler de "Rahatsız". (Halkı sormayalım. O evel ezel, "Bir yangın olsa da, azıcık aydınlık görsem" der ebedi Şarkta). Alttakiler "Artık, edemiyoruz", üsttekiler "Artık, güdemiyoruz" demişler. Tam ihtilal havası egemen, ihtilalci teşkilatlar, görünmeyen gizli illerle itilirce KENDİLİĞİNDEN (daha doğrusu kendiliğindenmişçe) çığ gibi büyütülüyor. Gidişe herkesten çok ihtilalciler şaşıyor: "Bizim ekip, diyor D.S., o günlerde çoğu ile Ankara'da toplanıyordu. Kimse kimseyi davet etmiş değildi. İçgüdü mü desem, aklıselim mi desem, Türkiye'nin yarınına olan endişe mi desek yahut memleketin o eşsiz, kahraman ve fedakâr evlatlarına tanrının bir ilhamı mıdır bilmem, birer, ikişer Ankara'ya kayı kayıveriyorlardı." (Gölgedeki, keza) Dikkat edelim. Derlenişte belirli hiçbir PRENSİP ve DÜŞÜNCE görülmüyor. O ezelden beri varmış gibi geliyor yiğitlere. "Kayı Kayıverişler" de, yetmiş yedi buçuk "Entelicens"in, "İstihbaratin cirit attığı bir ülkede "Tesadüf" sayılıyor. Ve bütün "ideoloji", en tipik Küçük burjuva tükenmezi, mistisizm'dir: "İçgüdü", "Aklıselim", "Endişe", "İlham"... Bu denizin içinde yüzen İhtilalci Silahlı Kuvvetler: DP'yi (Finans - Kapital hizbini) "Bıktırıcı, usandırıcı" buluyordu. Her gün baklava yenilse bıkılır ya... O kabilden, ağzımız başka bir çaşnı tatsın gibilerden "değişiklik" nasıl olacak? Başka şık yok: "İki Rahmetten biri"... DP olmayınca CHP'ye tutunulacaktı. Devletçiliğimiz, Silahlı Kapıkullarına elbet daha yakın akrabaydı. 

BİRİNCİ PANİK 

"Hepimiz iktidarın değiştirilmesi konusunda birleşiyorduk. O halde mesele kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Memleket idaresinde tecrübeli bir teşkilat olan CHP ile iş ortaklığı yapmak. CHP ile anlaşabilirsek, hemen iktidara son vermeliydik. Böylece Ateşdağlı CHP ile temasa vazifeli kılındı." (Gölgedeki, keza) DP.nin dayandığı Finans - Kapitali kim beslemiş bü-yütmüştü? Devletçiliğimiz CHP'si. İhtilalcilik CHP'ye sn tını dayamakla, Küçük burjuvaziyi, dolaylıca da olsa Finans - Kapital arabasına çeki beygiri yaptığını fark edemiyordu. Bunun üzerine en ufak bir umut kıvılcımı, küçük burjuva heyecanını alevler içinde bıraktı. "Barutçu (CHP kapıkulu), Orduevinde yapılan teklifi gayet müsait karşılamış ve esaslarını Paşaya ulaştırıp ertesi gün kaimi bildireceğini söylemiş." (Keza)

   Söyler söylemez, bütün küçükburjuva "İçgüdü", "ilham" okları yaylarından fırlıyor. Ne durursun? Vurun Allahını seven! "F. Güventürk (İhtilal Başkanı) Polatlı'da Topçu Okulunda tekâmül kurşundaydı... Bir kısım subayları etrafına toplamış ve hemen bir harekete ikna etmişti. Yine Polatlı'da bulunan Kurmay Yarbay Baha Vefa Karatay, arkasına bir hayli tabancalı subay katarak Ankara 'ya gelmiş. Orduevinin alt salonunda postu sermişti. Havada kısmi bir aleniyet vardı. Pervasız bekleyiş hemen hemen açıkça göze çarpıyordu." (Gölgedeki, keza) Küçük burjuvazi böyle kolayca ateş alırdı. Ne zamana dek? "İlham"\n yerini "Endişe" tutuncaya dek. Heyecan bir dinamitti. Kayayı da uçururdu, insanı da. "Aklıselim"in tekerine bir çöp takılsa, akan sular durur, hoşafın yağı kesilirdi, küçük burjuvazide. Nitekim öyle oldu. D.S. acıklı acıklı anlatıyor: "O akşam İsmet Paşa'nın cevabını getirecek Ateşdağlı'yı bekliyorduk. Sinirler herkeste açıkça gergindi. Her ne pahasına olursa olsun, işi bitirmeye azimli Subayların içlerinde birikmiş potansiyele akım kanalı bulamamaktan asabiyet; biraz sonra tam bir kırgınlık haline gelecek, bir kısmı umudunu yitirmiş olarak bir kısmı da yeni umut ufuklarına doğru dağılıp gideceklerdi... Ateşdağlı, İsmet Paşa'nın cevabıyla dönmüştü. Paşa: "Onlar böyle şeylere karışmasınlar, CHP seçimi mutlak kazanacaktır" demiş." (Keza) Ve panik başlamış. Paşa'ya hangi gün başvurulduğunu bilmiyoruz. Ama 9 Subay olayının "Kasım ayı ortalarında" başladığını Gölgedeki Adam pekiştiriyor. İki olay arasında bağ kurmayalım. Sonuç değişmez. 

9 SUBAY: İKİNCİ PANİK 

27 Mayıs ihtilalcilerimizde, ilk günden son güne dek hiç şaşmaksızın sürüp gitmiş bulunan düşünce ve davranış zaafı, hep ve yalnız küçükburjuva karakteristiklerinden doğmuştur. 1957 yılı, Albaydan alt subaylar, bir toplanışta hükümeti toz etmeye karar verivermişler. Patavatsızlık, küçük burjuva karakterinin ikinci vazgeçilmez ekidir. Bindiği dalı kesmek, kendi kendine güvensizliğin ihanete varan kaypaklığıdır. Böyle bir davranış üzerine, 9 Subay tutuklanınca, bütün o dün "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe" diyen kahramanlar, "külahını kurtaran kaptandır" durumu ile çil yavrusu oluvermişlerdir. Kasım ortalarında Ankara'dan İstanbul'a dönen Dündar Seyhan, gördüklerini şöyle özetler:

    "9 Subay hadisesi ortaya koymuştur ki, ihtilale karışmayı tekabül etmiş bir kısım arkadaşlar, sadece kâra ortak olmaya gelmişlerdir. Bunlar içinde düstur: "Devlet başa "dır. O zaman, kuzgunun leşe konması ihtimali, bir kısım vatanseverleri(!) köstebek gibi toprağın altına saklanmaya zorlamıştı." (Gölgedeki Adam, No. 3) Bu durum, D.S.'ın alaya aldığı "Vatanseverlerin korkaklıklarından mı ileri geliyordu? Kişi olarak hepsi şerefli Türk ordusunun seçme yiğitleriydiler. İyi dilekleri ve fedakârlıkları, ha deyince, her zaman ölüme seve seve atılışlarından belliydi. Ancak, Sosyal bir konuda, bilinçlerine çıkaramadıkları Politika dalgaları içine düşünce, kararsız küçük burjuva eğilimleri, bir kısmını olsun, pekte sebep yokken, fare deliği aramaya kendiliğinden itmişti. Ayrı ayrı her birine sorsanız, onların kendileri de neden öyle sindiklerini bilemezlerdi. "Ellerinde değildi" başka türlü davranmak. İçlerinden anlayamadıkları bir güç (sosyal yapılışları) hepsini farkına bile varmaksızın böylece yöneltivermişti. Buna, cesaret, kahramanlık veya vatanseverlik ölçüleri vurulamazdı. İnsan, her şeyden önce sosyal hayvandı. Bu bakımdan Politik davranış ve düşüncede, belirli bir Sosyal Sınıf açısından yola çıkmamak, yolu şaşırmak ve şaşkına dönmek için en kestirme yoldu. İhtilalcilerin pusulayı şaşırmalarının baş sebebi, modern toplum politikasında, modern olmayan bir kalabalığın (küçük burjuva yığınlarının) düşünce ve davranış eğiliminden sıyrılamamasıydı. 

SINIF PUSULASIZLIK 

27 Mayıs'a, bu sırf Küçük burjuva yaylımı ile girildi, bir anda "yer yerinden oynadı". Baskın Zafer getirince, hava cümbüş fişekleriyle donandı. Artık bu gidişi ejderhalar çıksa durduramazdı. Yalnız, Küçük burjuvazinin kendisi bal gibi durdurur ve hatta tersine yüzgeri ettirebilirdi. Başkalarının onları vurmasına hacet yok, onlar kendi kendilerinin hakkından gelirlerdi. Burjuvazi için yapılacak tek iş azıcık beklemekti. Küçük burjuvalar er geç, kararsızlıkları içinde birbirlerine düşecek, birbirlerini ele vereceklerdi. Sınıf pusulası bulunmayan küçük burjuvazinin, sınıf pusulası bulunan Büyük Burjuvaziye alt oluşunu en açık seçik ispatlayan belge, "14'ler" olayıdır. 27 Mayıs, "dostun, düşmanın" karşı duramadığı bir gerçeklik olmuştu. Finans-Kapital örgütü

    DP, "Müslümanım" diyemeden tuz buz olmuştu. "Kimdi o, milletin ruhu bile duymaksızın deli gömleği giydirilerek enterne ediliveren Cumhurbaşkanından polis kabadayısına dek 300 kişicik?" Finans - Kapitalin "Artık güdemiyorum" diyen son sözü. Şimdi ne yapılacaktı? İktidara gelmek değil, orada tutunabilmek için, Finans - Kapitalin 7 bin yıldır turşuya çevrilmiş Şark Küçük burjuva yığınlarını esrarkeş durumuna soktuğunu unutmamak, yeni bir Sosyal Sınıfa: Modern İşçi Sınıfımıza güvenerek, fırsat kollayan Büyük Burjuvaziyi geniş halk yığınlarından tecrit etmek gerekti. Türkiye'de Finans - Kapitalin yaydığı afyonkeşlikten milleti uyaracak Program ve Tüzük 1954 yılından beri, Teorik Gerekçesi ve Pratik davranışlarıyla hazırdı. Vatan Partisi, hemen yapılabilecek işi, 27 Mayıs'ın ertesinde MBK'ne Birinci Açık Mektubu ile sundu. 10 Temmuz'da daha geniş İkinci Açık Mektup ve Gerekçe - Program -Tüzük ile tekliflerini belirtti. MBK'nde "rezonans" görülmedi. Bugün "Sosyalist"' olduklarını savunan TİP ve YÖN liderlerinin bile, Sloganlarına dek kendilerine mal ettikleri Vatan Partisi'ne karşı duydukları alerji ve güttükleri baltalama göz önüne getirilirse, siyasetle ömründe uğraşmamış MBK yiğitlerinin duymazlıkları anlaşılmayacak şey değildir. Zafer, 27 Mayısçıları sarhoş etti. Politikanın Sosyal Sınıflara dayandığını unutturdu. Basit ihtilal tekniği ile her şeyin yürüyebileceği sanıldı. Ahbaplık ve kişi güvenliği ile her düğümün çözüleceğine inanıldı. Bu tutumun ne denli temelsiz ve en ufak bir çöp kaçmasıyla tepesi taklak gittiğini, Gölgedeki Adam'dan iyi anlatan olamaz. 

KOMİTE KURULURKEN 

Komite kurulurken durum şuydu: "İhtilalciler ve böyle olağanüstü olaylarda külah kapmasını becerebilen bazı fırsat düşkünleri, bir masa etrafında oturabilmektedirler. Bu türedilerden bir kısmı peşinen tasfiye edilir. Bazıları da sorumluluktan kaçar... Komite teşkil edilinceye kadar bütün yetki ve ihtilalcilerin akıbeti, Cemal Gürsel'in iki dudağının oynamasına bağlıdır. Aslında, ihtilale, yıllarca çalışmış bir komite önayak olmuştur, ama. Cemal Gürsel, pekâlâ, ordunun yüksek rütbelilerinden bir konsey kurarak, duruma, bir anda, istediği şekilde hâkim olabilirdi," "İhtilalciler kendi gelecek statülerinin derdine düşmüşlerdir... İhtilalcilerle... harekete katılan bir takım kimselerin, birlikte ele geçirdikleri iktidarı paylaşmada her şeyden evvel, KENDİ YETKİ VE ŞAHISLARINI garanti altına almayı esas kabul etmeleri kadar tabii bir davranış olamaz." (Gölgedeki, No. 5) MBK prensipten önce ŞAHISLARI garanti edince, aslında nasıl seçildiklerini kimsenin bilmediğini D.S.'ın da yazdığı ŞA- HISLAR karşı karşıya kaldılar. Aylar geçiyor, Finans - Kapital vakit ve insan kazanıyordu. Halk unutulmuştu. Ortada halâ, sağcısının "Muasır medeniyet seviyesi" dediği, solcusunun "Çağdaş Uygarlık düzeyi" tilciklerile "Öztürkçe"ye çevirdiği bir genel söz dolaşıyordu. "Bu iş için bilim otoriteleri görevlendirilmişti... Onlarda ciddi bir çalışma düzeyine giren pek yoktu... Komite üyeleriyle birlikte resim çektirmek ve basına demeç vermek pek hoşlarına gidiyordu... Komitecilerin çoğunda ise zafer sarhoşluğunun ağdalı sersemliği devam ediyordu. Koca bir iktidarı birkaç saat içerisinde devirebilen bir güce sahip olanların, ayrıntısı çokça problemlerin halline medar olacak ciddi bir planlama düzeni içine girmeyi kabul edecek manevi bir olgunluğa kavuşmamış olmalarını, belki tabii görmek lazımdı. Ama aradan bir ay geçmiş, bolca laf etmekten başka hiçbir işe BAŞLANMAMIŞTI. Hatta yapılacak işlerin ne envanteri, ne önceliği tespit dahi edilmemişti." (Gölgedeki, 6) 

RUHLARI SARAN PANİK 

İş "bolca lafla kalsa ne iyi. Kimlerin, niçin alındığı bilinmeyen Komite'de Finans - Kapital boş duracak değildi. Önce "Demokratik" yönden "Fikir ayrılıkları" çıkacaktı: "Ortada henüz belli fikirler ve bu fikirlere göre ayrılmış grupmanlar bulunmamasına rağmen, yakın bir gelecekte hizipler kurmaya kadar" gidileceği çabuk anlaşıldı. "Bilhassa Ordu kademelerinde, Komiteyi kuranların kimliklerine karşı bir kıskançlık duygusu ve eleştirme isteği doğmaya başlamıştı." (Keza) Küçük burjuvazinin tükenmez şarabı "kıskançlık" işletilmeye başlamıştı. Gerisini kızıştırmak kolaydı. Çünkü, "Yüzyıllarca el sürülmemiş Türkiye problemleri... içinde, geleceğin birçok kuşakları, kurtulamadığı Taş devri koşullarında savaşmaya mahkum edilecekti." "iktidarı bir an evvel bırakarak, sırtlarının çekemeyeceği ağır sorumluluktan kurtulmayı, şahısları için tek emniyet garantisi olarak görüp kabullenenler ard düşüncelerini ne kadar saklamaya çalışsalar, davranışlarıyla maksatlarını belli ediyorlardı." (Keza, 7). Bu ruhlardaki panikti. Küçük burjuvazi, Finans -Kapitalden kopmuş, ama oturaklı bir Sosyal Sınıfa bağlanamamıştı. Kendisini muallâkta asılı kalmış duyuyordu. O sıra 2 milyon TEŞKİLATLI işçi Sınıfını göremediğine göre, nereye dayanacaktı? D.S. açıkça yazıyor: "İhtilalcilerin hangi kuvvete dayanarak iktidarı devam ettirdikleri belli değildi." (Keza, 7). Sözde, şu fark ediliyordu: "CHP'nin karşısında bulunan geniş halk kitlelerinin siyasi eğilimlerine yön verecek ve bu büyük halk kitlelerinde siyasi şuur yaratıp memleket hayrına bir mihrakta toparlayabilecek bir siyasi teşkilatlanma kaçınılmaz zorunluluk olarak ortada duruyordu." (Gölgedeki, 8). İş olarak ise yapılan birinci teklif, Komitenin her davranışını baltalamaya başladığı açığa çıkan "Sivil Hükümet"! Kontrol etmekte toplandı. Bunun için her Bakanlığa ayrılan 5 kişilik Komisyonda kimler bulunacaktı? "Resim çektirme, Basına bildiri verme" dalgacılığı ile Anayasa hazırlığını çıkmaza sokan "Üniversite" (Gençliği değil, onu frenleyen Kodamanlığı) bir yana bırakılırsa, Bakanlığı denetleyecek olan Komisyon gene Bakanlığın kendisi ile... büsbütün şaheser bir seçki olarak PİYASA öne sürülüyordu: "Komisyonların personeli, Bakanlıkların, Üniversitenin ve sırasında Piyasanın tarafsızlık ve yetkililikle tanınmış şahısları teşkil etmelidir." (Gölgedeki, 8) deniyordu. "Piyasa", Finans - Kapitalin ta kendisiydi. Peynir tulumu o "tarafsız ve yetkili" kediye teslim ediliyordu. 

BİNİLEN DALI KESİŞ EMNİYETİ 

Ondan sonra alınan bütün tedbirler, bütün milleti MBK'ne düşman etmek için özene bezene seçildiler. Hepsi bir yana, 27 Mayıs'ı iki "Zinde Kuvvet" yapmış sayılıyordu: Üniversite ile Ordu. Çarçabuk, Ordudaki kadro enflasyonu, en acıklı kayırmalarla tırpan atma biçimine sokuldu. Üniversitede kimin, neden atıldığı bilinmeyen tasfiye yapıldı. 27 Mayıs'ın ilk heyecanlı sembolü olan Beyazıt Meydanı bile atılan satırdan payını aldı. 7 yıldır çamur kusan bir yanardağ ağzına çevrildi... Bırakalım halkı, milleti, 27 Mayıs kendi kendisini cezalandırıyordu. Bu işe Finans - Kapital katıla katıla gülmediyse bile, saygısından değil, daha çevirecek nice dolapları bulunduğu için, kıs kıs güldü. Yönsüzlük, pusulasızlık son haddine varmıştı. Bütün

222 ihtilal, silahlı kuvvetlerin eseriydi. MBK'ne Silahlı Kuvvetler de kocunmuştu! İktidar "baba bir hırsız tuttum"a dönmüştü. İhtilalciler, en büyük zafer şarkıları söylenirken, kişi olarak yarınlarından korkuyorlardı. Hazır ellerinde dizginleri tutarken başvurulacak son tedbir, kişilerin emniyetini sağlama bağlamaktı: "İlk olarak yaptığım teklif, bir Milli İstihbarat Teşkilatının kurulması lüzumu olmuştur." (Gölg., 7) Bu nasıl oldu? Çok basit: "Komite bir Emniyet Grubu teşkil etmişti. Başkanlığına Kabibay'ı oturtmuşlardı. Yanına yardımcı olarak Karaman, Esin, Sölmazer'i almıştı. Bu Emniyet Grubu, Komite namına, Türkiye'deki bütün aktif kuvvetleri kontrol ediyordu."... Komitenin reformları yapmadıkça gitmemesini isteyen Albaylar grubu böylece kendisini "Emniyete" almıştı. Finans - Kapitale dayanan Paşalar Grubu ise, bir an önce tası tarağı toplatmak istiyordu. MBK'nin Halk içindeki itibarını kırmak için yapabileceği her çareye başvuruldu. 

BİRBİRİNİ YEME 

Birinin ötekisini temizlemesine sıra geldi. Onlar zaten kişi çatışmasındaydılar. "9 Temmuz Çankaya toplantısında kurulmasına karar verilen 9 kişilik Komite Grubu, ikinci toplantısından sonra hiçbir zaman bir araya gelmedi. Sami Küçük böyle bir grubun kurulduğunu hemen Komiteye açıkladı ve bu da yeni çekişmelere konu oldu... Komitenin mihrakını teşkil eden kişiler birbirlerini çekemiyorlardı... Sami Küçük, sınıf arkadaşı olmasına rağmen, Türkeş'e karşı... Sezai Okan ise Özdağ'ın demeçlerine içerlemekte... Halim Menteş, Napoli'den gelir gelmez Komite Komisyonlarında vazife almış ve o günden itibaren de, Havacı Komite üyeleriyle aynı fikir ve yönde görülmüştü." (Gölg., 13) Bu çıkmazda hayır görmeyenlere göre: "Komitede ihtilalin gayelerine aykırı çalışmaları görülen dört - beş kişinin memleket dışında mecburi ikamete gönderilmesi meseleyi kökünden temizleyecekti." (Gölg., 14) Karar? İşte o güçtü. "Her gece, saat en az üçe kadar çoğu zaman Türkeş'in odasında birbirimize giriyorduk." "Türkeş her an hazır... Kabibay, ihtilalin motoru, belkemiği ve koordinatörü idi... İhtilale Madanoğlu'nu ve Küçük'ü o karıştırmıştı. Onların, kendisine, dolayısıyla yakın çevresine bir düşmanlık tertiplemesi, aklının ucundan geçmiyordu, hayal edemiyordu." (Gölg., 14)

   Böyle samimidir, küçük burjuvazi. Ahbaplığa büyük değer verir. Bütün hesapları küçük psikoloji, içgüdü, ilham üzerine yapar. Çoban aşkı besler. Herkesi kendi gibi bilir. Ve çoğu da evindeki pazarı, çarşısına uymaz. D.S.'ın deyimiyle: "Hâlbuki ihtilalin, ortalığı kasıp kavuran ortamında kullanacak hesap makinesi, piyasadan satın alınacak cinsten değildi." (Keza) Çünkü Piyasa, Finans - Kapital kurdunun ağzıdır. Ve o kurdun çoban aşkı yok, dini, imanı çıkardır. Çıkarma gelmeyen, babası olsa ezer. Isıramayacağı eh, sonra koparmak için, şimdi öper. FİNANS - KAPİTAL E ALARM "Türkiye'deki bütün aktif kuvvetleri kontrol" eden ateşli Albayların bütün planlarını bir anda altüst etmek için en entipüften bir kör tesadüf yetiverdi. "Açık belirteyim, diyor Gölgedeki Adam, hepimiz tam bir karar birliği içindeydik. Fakat bu karar uygulandığı zaman, kimin memleket dışına gönderileceği ne tespit edilmiş, ne de bu konu tartışılmıştı. Hele Cemal Gürsev'in gerek mevkii, ve gerekse şahsı hakkında özel bir hükme varmak hiç kimsenin aklının ucundan dahi geçmemiştir." (D.S., 14) Demek "Sabahın üçlerine dek birbirlerine girmeleri" havanda su dövmekti. Bir yanda "Karar birliği içinde" olmak, ötede kararın "kime uygulanacağını" "aklın ucundan" geçirmemek, küçük burjuva kararsızlığını maskelemenin en tehlikeli sathı-maili idi. Finans - Kapital delisine taş andırıp, "gel beni ye" demekti. Finans - Kapital Gürsel Paşayı çoktan açmaza golü misti. Bunu fark etmeyen kudretli Albayların, karanlık küçük burjuva dehlizlerinde birbirlerini çarpmaları bekleniyordu. O zaman, Gürsel Paşa'ya "Gidiyorsun ha!" demek belgesi ele geçecek ve bütün "fincancı katırları" kolayca ürkütülecekti. Nitekim, kararsızlığın ve iki uç arasında sallanışın alacakaranlığında beklenen yarı komik, yarı trajik karambol ansızın gelip çattı: "Bir gün Yurdakuler (27 Mayıs'ın Ankara - İstanbul bağını centilmence kollayan en samimi Albay), yakın arkadaşlarımızla konuştuğumuz bir yerin kapısından, benim, alınan kararı uygulamakta gecikmemizi eleştiren bir konuşmamı, tesadüfen duymuş ve derhal soluğu Komitede alarak duyduklarını Genel Kurula getirmiş. Ortalık hemen kötüsüne karıştı. Aslında Yur-
dakuler'in bu telaşlı hareketi, benim şahsıma duyduğu bir iğbirardan doğmuyordu." (Gölg., 14) Görüyoruz. Hep o karanlıkta esrarengiz çelik çomak oynamaktan hoşlanır temiz yürekli küçük burjuva ikirciliği, kendi kendisinin dizbağlarını kesiyordu Kimin ne yapacağı bilinmezse, herkes birbirinden kuşkulanacaktı. Ve bu ara, kimsenin kötü niyeti yokken, bütün küçük burjuva eğilimleri birbirlerini dehşet içinde bırakarak "kötüsüne karışacaktı." "O (Yurdakuler), bu konuyu, örneği ile ortaya getirerek, anlaşmazlıkların, Komitenin sonucunu nereye kadar götüreceğini delilleriyle ispatlamak istemiştir. Gayret tam tersine hizmet etti. Niyetimizin duyulması, fikir anlaşmazlığı içinde bulunduğumuz kişilere zamansız alarm işareti çekmek olmuştur. "Bu alarmı alanlar, hemen faaliyete koyuldular. Ordu birliklerinde yakın arkadaşları, kumandan olan Komite üyeleri, bu Sayın Kumandanlara hulus çakmaya başladılar. Birbirleriyle bu yönde yarışa koyuldular. Her fırsatta herkes ordu içerisindeydi. Kıta Komutanlarının isteklerini yerine getirmek için çalışmak, Komitenin tek gayreti haline geldi." (Keza) Böylece, Milli Birlik Komitesi, bir vuruşta tuzla buz edilen aynaya dönmüştü. Her parçası, başka insan yüzü gösteriyordu. Yuvasındaki örümcek gibi ağlarını germiş bekleyen Finans - Kapitalin işi, şimdi o "püzl" parçalarından, teker teker yararlanıp, "Kudretli Albayları" sinek avlar gibi avlamaktı. Bunu en çok Albaylar sezip, külahını kurtaran kaptandır parolasına sarılmışlardı. "Kimse artık prensiplere (hangi prensiplere?) bağlı kalmayı aklına getiremiyordu." En büyük külah Gürsel Paşa'nın elindeydi. Bütün Albaylar, namlıları indirip, yeniden o külahın altında dizi kol nizamına girmişlerdi: "UMUTLAR, yine Gürsel'e yöneldi. Dizginleri bir toplasa diyorduk. Bekliyorduk. Bir düzenlese ortalığı diye herkes umudunu ona dikmişti." (Gölg., 14). Paşa ise: "Hep pasif, hep çekingen, hep babacan "AGA"lık davranışlarıyla yetiniveriyordu." (Keza) Küçük burjuva (istediği denli "Aydın" olsun), gene ezeli esnaf ve tevekkülcü köylü katlanışı ile gözlerini "Aga"sına dikmişti. Gökten ne yağar ki, yer kabul etmezdi? Gökte nelerin geçtiği yere yağanlardan belli idi. ilk hamlede "Aga, bir taşla iki kuş vurmuştu bile. Bunlar her şeye hazır "Türkeş" kuşu ile "Ne duruyoruz?" diyen Seyhan kuşu idi." Seyhan kuşu, çok tabii bir şeymiş gibi Cepheden uzaklaştırılışını şöyle anlatıyor:

   "Roma kara ataşeliğine atandım. Amerika'da bulunan ailemi alıp Roma'ya nakletmek için memleketten geçici olarak ayrılmak zorunda kaldım. Türkeş'e veda etmek üzere uğradım. O da Başbakanlık müsteşarlığından ayrılmak üzereydi... Türkeş'in müsteşarlıktan ayrılmak zorunda bırakılması bizim grubun ilk yenilgisiydi... Yanlış durum muhakemeleri yüzünden içine düştüğümüz TEREDDÜT havası, bize ilk rauntta sıkı bir direkt çekiyor ve sersemliyorduk." (Gölgedeki, 14) Albaylar, bir vuruş yapacaklar. Kime? Bilmiyorlar. Yakalanıyorlar. Sürgün edilişlerini "Amerika'daki aileyi" getirmeye bağlıyorlar: en kritik günde Küçük burjuva bahanesi: "Viran olası hanede evlad'ü iyal var!" Yedikleri "sıkı direkt"in, nereden geldiğini bilmezlikten geliyorlar. Onu cankurtaran simiti yapıyorlar... Küçük burjuva tepkisi buydu: "Vurdumduymaz". Oysa "Hep çekingen, hep babacan" Paşa - Aga, Ekim'de yaptığı vuruşu, daha Temmuz'da Paşaların Paşasıyla çoktan kararlaştırmıştı. Türkeş adlı Altay Zümrüt - Anka kuşu ile Seyhan Hüma kuşu kafeslendikten sonra, öteki yırtıcı kuşlar torbada kekliktiler. 

MBK'NIN AZAMETİ VE İNHİTATI 

MBK'nde kimse kimsenin kılına dokunmayacaktı. Anayasa kertesinde yeminli namus, şeref kararları alınmıştı. Kararı kim uygulayacaktı?... Bir veya iki yahut üç Paşa. Siyaset Paşaların "elinde" görünüyor. Paşalar kimin elinde? Görünüşte 1 numaralı Paşa, Cemal Gürsel. Ömründe hiyerarşiye itaatten başkasını öğrenmemiş bulunan C. Gürsel, daha 1960 yazı başlarken siyasette bir Süzeren (üst) arama sancısına tutulmuştur. Aradığıyla 6 Ağustos 1960 günü buluşmuştur. Hiyerarşi kanununca İsmet Paşa, elbet Cemal Paşadan kat kat üsttür. Ve o gün MBK'nin "kesin tarihte" beceremeyeceği politika alanından çekilip gitmesini emretmiştir. Bundan kimsenin haberi yok. Paşa Damadı bir Bab'ı Ali sivilinin bilgisi, hatta suç ortaklığı var da, koskoca anlı şanlı, ihtilalci, ateşli asker 38 kişilik Kanun - üstü, İnsan -üstü Milli Birlik Komitesinden hemen hemen kimseciklerin haberi yok. "Böyle gecenin, hayır umulur mu seherinden?" Siyaset dışı ordunun hiyerarşisi böyle buyuruyor. 2 ay 6 gün sonra, (Eski Siyaset + Hiyerarşi) mekanizması kendiliğinden yürüyüşe geçiyor. Artık, şu "Silahlı Kuvvetler mukaddes topluluğunun" (Güventürk, Mektup, D.S., 18) "Ma-
zisini asırlardan alan" (T. Turhan, Mektup D.S.) muazzez Hiyerarşisini tedirgin eden kendini bilmezlere hadleri bildirilmelidir. Kim bildirecek? Kimi İsviçre saatleri gibi "Hors concours" (Yarışma dışı) Paşaların Paşasından buyruk almış 1 numaralı "ihtilal Lideri" Cemal Gürsel "Aga" - Paşa. "12 Kasım 1960 Cumartesi günü öğle üzeri, Gürsel, Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarı odasında, Milli Savunma Bakanı ve Kuvvet Kumandanlarına (14)leri paketlemek üzere verilmiş kararı açtığında, fikir tasvip görmüş ve hemen hemen eski tezi savunan veya bu tasarrufun mahzurlarını mütalaa etmek, hazırundan (orada bulunanlardan) hiçbirinin aklına gelmemişti. Esasen böyle olduğu için, Gürsel ancak yarım saat bu toplantıda bulunarak ayrılmış, kalan zevat işin teferruatını görüşmek üzere toplantılarına devam, etmişlerdi." (T. Turhan, Mektup, D.S., 18) Bunu kim yazıyor? Genelkurmay Başkanının masasında kutsal Hiyerarşinin zedelendiğini "görmenin bedbahtlığına uğradık" diyen kahraman. Gerçi, Gürsel'in yarım saatini anca verdiği "Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Kumandanları" (hepsi topu 5 kişicik), MBK'nin görevlendirdiği memurlardı. İhtilal Devletinin yeminli yapısını nasıl değiştirebilirlerdi? Bu isyan, o memurların görevlerine meşruluk veren ana kanunu çiğnemeleri demekti. O yan, "Hiçbirinin aklına gelmemişti" diye şaşıyor mektupçu. Gelse şaşardık. Beş Paşanın beşi de (Siyaset dışı + Hiyerarşi kulu) değil mi? Onlarca, hiç karışmayacakları Siyasete tek Gürsel karışıyor. "Hiyerarşi" dersen: hiçbir Meşrutiyet Padişahı, Gürsel'e verilen yetkilerden birini rüyasında görmemiş. Devlet Başkanı o, Hükümet Başkanı o, M.B. Komitesi" Başkanı o, Silahlı Kuvvetler Başkanı o. Allah yeryüzüne inse, ancak bunca yetkili olurdu. Beş Paşacık ona itaat etmeyip kime etsinler? Gürsel ise, üzerine bindiği MBK dalını kesmenin Teorisini kendi "Üst"ü İ.İ. Paşayla 66 gün önce altmış altıya bağlamış, Pratik tekniğini 5 Paşaya varmadan, başka 2 paşayla kotarmış. Bunu T.T. yazıyor mektubunda: "Takdir edileceği üzere, bu teferruat (14'lerin nasıl kapana kıstırılacakları: Teferruat) icraya müteallik hususların koordinasyonundan ileri geçmiyordu. Çünkü, bu karar İçişleri Bakanı Kızıloğlu ve Ankara Komutanı (Madanoğlu) tarafından evvelden verilmiş ve teferruatı esasen planlanmıştı." (T.T., mektup) Gitti, "bir top Amerikan beziyle" 14'ler "tahtalıköye" dahi giderler.

    SİLAHLILIK-DEVRİMCİLİK-KARDEŞLİK 

    14'lerin "paketlendiği", "yorgan" gitti: "Kavga bitti" mi? Asıl o zaman, ortaklık bütünü ile prensipsizliğin mahşer yerine döndü. En başta, 14'leri paketleyenler, kendilerini bekleyen sepetlenmeyi görür gibi oldular. "13 Kasım operasyonundan sonra bir kısım Komite üyesi muallâkta kaldıklarını hissetmişler, kendi emniyetlerini sağlamak için" (Keza, 18) davranmaya kalkmışlardır. Çünkü o zamana dek perde ardında pusuya yatmış, devrimcileri adım adım birbirine takıştıran Finans - Kapital, eski yemleme oyununa girmiş, "bir tutam otla deveye hendek atlatma" yolunu tutmuştu. Hani o Hazineyi tamtakır 4 günlük parayla bırakan ve Devletin parasını Devrimcilerden saklayan Finans - Kapital ajanları yok mu? Onlar kesenin ağzını açmışlardı. "Tabiidir ki, 27 Mayıs'tan sonra çıkan kanunlar Silahlı Kuvvetler mensuplarını maddeten kalkındırmış ve birçok garanti ve kolaylıkları hizmetlerine amade kılmıştır. Bu gerçeği inkar gayrı-mümkündür." (T.T., D.S., 18) Ancak rüşvetle kaç kişi satın alınabilirdi? Hele Horasan Erleri gelenekli Halk çocuklarının çoğunluk oldukları Türk Ordusu, yalnız "Bahşiş"le, aylıklı asker durumuna sokulabilir miydi? Madde alışverişini Menderes de giderayak denemişti. Şimdi "Tatminsizlik manevi" idi. "Silahlı Kuvvetler mensupları memlekete hizmet etmek yansısında ön planda olmak için vasatı müsait addediyorlardı... En önemlisi sayılabilecek diğer bir husus da, 27 Mayıs'ın o tarihe kadar arzulanan reformları getirememiş olmasıdır, denilebilir. Silahlı Kuvvetler mensupları 27 Mayıs'tan beklediklerini görememiş olmanın ıstırabı içindeydiler." (T.T., keza, 18) MBK'nden halka yararlı iş beklerken, onun kendi kendisini kökünden kazımaya girişmesi üzücü idi. 14'leri "paketleme" çözüm getirmek şöyle dursun, kapıları devrimcilerin yüzüne kapamaktı. "Bu tasarruf, 27 Mayıs'a gönül bağlamış olanları, 14 Komite üyesinden daha çok müteessir etmişti." 14'ler aranmıyordu. "MBK'ne bel bağlıyan idealistler muzdaripti. Ondan beklediklerinin kuvveden fiile çıkmadığını görüyorlardı. (Partiler üstü) olamamıştı MBK... (Kardeşler arasındaki kavga) önlenmiş, fakat (Kardeşler arasındaki husumet) giderilememişti. Bilakis arttırılmıştı. Yaygın bir kanaat (14'ler kalsaydı, bunlar gerçekleşecekti) şeklinde tecelli etti." (T.T., keza, 17). Genç subaylar böyle koyuyorlardı problemi. Hz. Muhammet! "Innemel müslimüne İhve!" (Hiç kuşku yoktur ki, Müslümanlar kardeştirler) dememiş miydi? Ezici çoğunluğu Müslüman olan Türk milleti büsbütün kardeşti. Kardeşlik neden bozuldu? Onlar kiremitlikte miyavlayan DP - CHP ve ilh. politika mart kedilerini görüyorlardı. Kardeşliği bu Partiler bozuyordu. Silahlı Kuvvetler "Partiler üstü" olmalıydılar. Olabilirler mi? İşte olmuşlardı. Silah, Yasama, Yürütme ellerinde idi. Neden Türkiye bir kardeşlik ülkesi olmamış, beterleşiyordu? Çünkü CHP'nin Tek parti pekliği 27 yıl ekonomimizi Tekelci vurgunla dondurmuş; o peklikten kurtuluş umudu ile tutulan DP'ci çok parti, ülkeyi yetmiş yedi buçuk Emperyalist çıkarma allak bullak etmişti. Tefeci - Bezirgan kapitalin 27 yıl köye yasak ettiği traktör, Finans - Kapital eliyle köye girince, Sosyal Sınıf bölümlenme ve çatışmalarını azdırmıştı. 20. yüzyıl ortasında Kapitalizm yolundan kalkınma, kardeşi kardeşe düşürmekten başka sonuç getirmezdi. Şimdi kardeşlik mi isteniyor? Kapitalizm şerrinin yarattığı bir hayır vardır. Türkiye'de hızla yeni insan ilişkileri ve İşçi Sınıfı doğmuştu. Gittikçe büyüyor, örgütleniyor, bilinçleniyordu. Böyle gelişen bir milyonluk Üretici Güçler Ordusu hesaba katılmadıkça, hiçbir Devrim tutunamaz, hiçbir "Reform" gerçek değer kazanamazdı. İşçi Sınıfının gerçekleştireceği Kardeşlik, Sosyalizm adını alıyordu, İşçi Sınıfı, ne kendisini, ne başkasını sömürtmek istemediği için, toplumumuzun eksiksiz Kardeşlik Özlemini şartsız kayıtsız gerçekleştirebilecek biricik Sosyal Sınıftı. Küçük burjuvazi hem Antika Yığındır, hem ölürken bile gözü Sömürü çöplüğünde kalan horozdur. 

SİLAHLI KUVVETLERİN PARÇALANIŞI 

1960 yılı, Silahlı Kuvvetlerimizden, katkısız kardeşliğin tükenmez özgücü olan İşçi Sınıfını görmesi beklenemezdi. O yalnız kendi silah gücüne güveniyordu. Özlediği kardeşlik için tez elden bir "Birlik" daha yaratmaya girişti. "Milli Birlik Komitesi" ölmüştü. Yaşasın "Silahlı Kuvvetler Birliği!" Onu kimler kuracaktı? Onu, Devrimci Subaylardan iyi kim anlatabilir? Rahmetli Talat Aydemir, 21 Mayıs savunmasına şöyle başladı:

    "MBK'nin geçici Anayasası bizzat yapanlar tarafından çiğnenmişti. İşte bu hadise Silahlı Kuvvetler içerisinde çok yıkıcı bir reaksiyon yarattı." Böylece ne oldu? 27 Mayıs Devrimi ile Silahlı Kuvvetler Milleti kardeş kavgasından kurtarmak istemişti. Bu yol 14'ler ve MBK intihar edince: Orduyu kardeş kavgasından kurtarmak günün parolası yapıldı. "Çok yıkıcı tepki"yi kimler göğüsleyecekti? MBK içinde kalanlar ikiye bölünmüşlerdi; MBK dışında olanlar da, içlerinde ayrı ayrı parçalar olarak gene ikiye bölünmüşlerdi. 4 Bölük birbirlerine zıt, içlerinde pek çok çelişikti. 1.MBK.'nde Kalanların bir Bölüğü: Başının çaresine bakıyordu. "23 Komite üyesinin bir kısmı, bilhassa havacılar kanadı, kendilerini emniyette hissetmemişlerdir. Karşılıklı ve gizli çekişmeler arasında kendilerine elinde kuvvet bulunduran ihtilalciler arasından müttefik aramışlardır. Bunu da bulmakta güçlüğe uğramamışlardır. Çünkü Madanoğlu ve yanındakiler, 14'leri tasfiye ettikten sonra, iktidarı kayıtsız şartsız kullanma yoluna sapmışlar, Komitenin gerisine pek aldırış etmez olmuşlardı." (D.S., 19) T. Aydemir savunmasında bu olayı şöyle belirtir: "(14)ler yurt dışına sürüldükten sonra geri kalan 23 Komite üyesi, grup grup ordu içinde aşiret reisi gibi taraftar toplamaya başladılar." 2. MBK'nde Kalanların Öbür Bölüğü: Kendisini kendisine yeterli buluyordu: MBK'nden başka her birliğe karşıydı: "Silahlı Kuvvetler Birliğine elinde Kuvvet bulunduran MBK üyelerinin girmemeleri ve bu teşekkülün devam üzere karşısında bulunmaları" (T.T., Mektup, 18) ondandı. Böylece, MBK içinde kalanlar iki büyük gruba parçalanmıştılar. MBK dışında olanlar da gene iki büyük gruba parçalanmışlardı. 3. (14)ler veya Onlardan Görünenler: T. Aydemir, savunmasında, (14)leri karşısında görüyor. Çünkü 14'ler de, onları atan 23'ler gibi, Aydemir'i Devrim sırasında saf dışı bırakmışlardır. Ama 14'lere arka çıkanlar bulunduğunu ve örgütlenmeye çalıştıklarını, onlara karşı çıkması için vesile yapmıştır: "Ayrıca (14)lerin mağdur olduklarına inananlar da ordu içinde bir teşkilat kurmaya kalktılar." (T. Ay., Savunma) Bunlar T.T.'ye göre idealistler olmalıdırlar. 14'leri değil "Reformları isterler.

   4. Bu iki zıt kutup karşısında önce bir yığın gibi görünen "Eski İhtilalciler" duruyor: "Bu hal (14'leri tasfiye edenlerin zılgıtı), kuvveti elinde bulunduran eski ihtilalcileri de tedirgin etmeye başlamıştır. Komitenin bir kısmı ile müşterek hareket, kendi istikballerinin garantisi bakımından uygun görünmüştür." (D.S., 19) Ancak bu sonuncu yığın bir bütün değil, tam bir Babil kulesidir. Başlıca:

 a) Ankara grubu, 
b) İstanbul grubu diye ayrılan, sonra birleşmeye çalışan, en sonunda darmadağın olan derlenmeler sayılıyor. 

Ama öyle Şehir adıyla bir araya konulamazlar. Ancak, kaç kişi iseler, o kez eğilim ve akım temsil ederler. Her grup, T. Aydemir'in dediği gibi, birer "Aşiret reisi" çevresinde, zaman zaman toplanıp dağılan kaynaşmalardır. Bunları Kişi adı ile nitelemek olasıdır: 

a) T. Aydemir grubu: Kara Kuvvetleri. 
b) H. Menteş grubu: Hava Kuvvetleri. 
c) F. Güventürk grubu: 
Konspirasyon için Konspira-törler. Silahlı Kuvvetler için "Birlik" sözcüğü son kerteye dek "Birliksizlik" gerçeğinin tersine deyimlendirilmesi oluyordu. 

CUNTALARIN ÖZETİ 

Üç Albaylar Cuntası, daha söylenirken: "1" değil, "3" idiler. Başka türlü olamazdı. Çünkü hepsi HALK çocukları idiler. Halkımızın ağır basan Sosyal yapısı (Köylü-Esnaf-Aydın) denilen en az 3 kümeli ve Batı'da Küçük burjuvazi adı verilen yaygın tabakadan kaynak alıyordu. Bu Küçük Mülk düşkünü muazzam kalabalığımız : "KÜÇÜK" oluşu ile alt tabakalara ve işçi Sınıfına yatkındı; "MÜLK" özlemi ile üst sınıflara ve Finans - Kapital zümresine tutkundu. Aşil'in TOPUĞU Hiyerarşi ise, topuktan girecek Ok'un zehriyle durduracağı yürek (KALB): Rütbe - Mülk eğilimi idi. Topukta açılacak her yara, yıldırım çabukluğu ile Kalbe giden BÜYÜKLÜK yolunu bulmamazlık edemezdi. Nece fakir çocuğu küçük aydın, o yoldan akılları durduran çabuklukla büyük, ulu, evliya, peygamber, hatta Tanrı olmuştu. İnönü Devletluları mihverinde dönen 3 Paşa, uzun denemeleriyle bu madeni işletmek için yaratılmış üç varyant oldu. Küçük mülklü geniş tabakanın içinde sanki İsmet Paşa: Aydın, Sunay Paşa: Esnaf, Gürsel Paşa: Köylü yığınlarımızın eğiliminde işbölümü yaptılar.

    3 Albay Cuntalarında, ufak bir ayarlama ile Menteş grubu: Aydın, Seyhan grubu: Esnaf, Aydemir grubu: Köylü eğilimli sayılabilirlerdi. İsmet Paşa, Silahlı Kuvvetler içinde en parlak ve bol gelirli aydın durumunda olan Havacılar grubunu Menteş ile gereken yöne kolayca çekti. Sunay Paşa Cuntaların içine ustaca girip başa geçti, Dündar Seyhan grubunu aktif hizmetten pasif istihbarata çekerek tecrit etti. 27 Mayıs'ın sezdiği Reformlar mı yapılacaktı? İki şartla: 1 - Dört Silahlı Kuvvetin (Kara, Deniz, Hava, Jandarma) katılması ile 2 - Hiyerarşi kuralı bozulmaksızın... Genç subaylar Silahlı Kuvvetler Birliği biçiminde, az çok Demokratik bir toplantıda idiler. İsmet ve Sunay Paşalarla fotoğraflar çekildi. AP'nin seçim zaferi üzerine Meclisi dağıtma kararı çoğunlukla alınınca iş değişti. Hareketin tekerine önce birinci şart sokuldu: Menteş grubu Karma Hükümet denenmelidir diye çeküdi. Devrim masasının Havacılar ayağı koptu. 14'ler yoklandı. Seyhan - Aydemir (Esnaf - Köylü) eğilimi direnince: ellerinden ikinci şart çekildi: Genelkurmay Başkanı Sunay Paşa, "Ben yokum" dedi. Genç subaylar cuntasının başsız ve havada asılı kalması, Devrim arabasının ikinci tekerine çomak soktu. Esnaf eğilimli D. Seyhan grubu da, o dramatik "Alarm" gecesinde tapayı attı. Gönderilmiş olduğu besbelli bir Havacı subay: Aydemir'e havacıların isyana hazır oldukları haberini getirdi. 21 Mayıs olayını zorla kışkırttı. Bu provokasyona rağmen, Harbiyelilerin beklenmeyen Hava saldırısına uğrayınca panik yapmalarına rağmen, son küçük burjuva zaafı, ihtilalcilere Finans - Kapitalin acımaksızın sinsi sinsi hazırladığı öldürücü oyunu oynadı. 

CUNTA KURULUŞU VE PRENSİPSİZLİĞİ 

T.T.'ye göre: "Talat Aydemir, Halim Menteş, Selçuk Atakan, Silahlı Kuvvetler Birliği'nin nüvesini teşkil eden Cuntanın kurucuları arasında sayılmalıdırlar. Bunlardan sonra, Nuri Hazer, Necati Ünsalan, Şükrü İlkin vs. sayılabilir." Grupların ilişikleri tam küçük burjuva "Aile münasebetleri" veya "Hısım Akraba", "Eş Dost" deyimleri ile çeşitlenen "Ahbap Çavuş Meclisleri" (Coterie) örneğine uyar.

    "28. Tümen Kumandanı Nuri Hazer, Emanullah Çelebi ve Menteş'in yakın akraba olmaları, Ankara'da yegâne kuvvet olan 28. Tümenden azami ölçüde faydalanmayı mümkün kıldı. "Halim Menteş'in Hava Kuvvetleri Kumandanım ikna ederek teşkilatın emin ve süratli kuryeler aracılığı ile yapılmasına geniş ölçüde hizmet etmesi." "Harbokulu Kumandanı Talat Aydemir'in aynı safta bulunması, müteakip iştirakçilerin katılmalarını kolaylaştırdı." (T. T., Mektup) Böylece teyellenen Ankara Cuntası ne yaptı? Türkiye "İki Payitahtlı" idi. İstanbul ve Ankara "Bafl"larını elinde tutan, geri kalan Türkiye "Gövde"sini sürüklerdi. 
Bu basit kural, yalın asker mantığından kaçamazdı. Aydemir - Menteş'le Ankara "torbada keklik" olunca, İstanbul'a sıra geldi. Orada "Kuvvet" bir her ne olursa olsun konspirasyon tiryakisi Paşanın elindeydi: Güventürk! "Ankara'da Aydemir, Ünsalan, Ata kan, Hazer ve diğerleriyle "Silahlı Kuvvetler Birliği"ni kurmada antant kalan Halim Menteş ve Komite üyeleri, İstanbul'da en uygun kumandan olarak Güventürk'ü GÖZLERİNE KESTİRMİŞLER (majüskülliyen H.K.) ve ona başvurmuşlardır. Güventürk'ün karakterini iyi bilen Menteş için bu, gayet akıllıca bir kapı çalış olmuştur. Paşanın, gizli teşkilat kurmaya ve teşkilat içerisinde lokomotif olmaya dayanamayacağı bir eğilimi vardır. Menteş, Paşanın bu niteliğini çok iyi kullanmış ve onun aracılığı ile 1 inci Ordu bölgesindeki kumandanları da, aynı isimli teşkilat altında toplamaya muvaffak olmuştur. "Pek kısa bir zaman sonra, İstanbul ve Ankara'da kurulan bu iki ayrı teşkilat, birleştirilmiş ve ucu Genelkurmay Başkanına kadar uzatılarak ZİNCİR tamamlanmıştır." (D.S., 19) Burada herhangi bir Prensip yok, delikanlının hoşuna giden kızı "gözüne kestirmesi" gibi metotlar var. 

Amaç? "Türkiye'de iktidarın bir elden başka bir ele kayma"s\. Niçin? Çünkü "Silahlı Kuvvetlerde... çeşitli fikir akımlarına katılmış olanların, çeşitli zümrelerce siyasi istismar vasıtası yapılmasını önleme hareketi, elbette atılmış olumlu bir adım" imiş! Silahsız bir Devlet içinde bir Silahlı Devlet "zinciri" kuruluyor. Diyarşi (Çifte İktidar): Sivil - Asker ikiliği kuruyor. Tek prensip: "Siyasete alet edilmemek?" Hangi Siyaset? Belli değil: "çeşitli fikir - çeşitli zümre". Ordu siyasetin değilse neyin aletidir? 
Kimse bilmez ve sormaz. 
Yeniçeri Gülbanki:

   "Nice başlar kesilir bu meydanda: soran bulunmaz!" Bu gerçeği anlamayışın en son kurbanı olan rahmetli Albay Aydemir, 21 Mayıs davasında, savunurken, şöyle diyordu: "Artık Ordu, muhtelif fikir cereyanlarına göre muhtelif zümrelere hizmet için siyasetin içerisinde BOCALAMAYA başlamıştı." (D.S., 19) 

CUNTA İŞLEYİŞİ 

Böyle kurulan bir Cuntanın nasıl işleyeceği bellidir. Bunu bize en ilginç biçimi ile 6 Ağustos 1961 olayı gösterir. Finans - Kapital politikası, o Küçük burjuva 
"Kazan kaldırışı"n\ bastırmak için, sorumlu yerlere getirdiği Paşa'larla temizleme hareketine geçti. "İktidarın fiilen sahibi olduklarını iddia edenler kurulmuş bu 
teşkilatı dağıtmak ve ileri gelenlerini tasfiye etmek yollarını araştırmaya başlamışlardır." (D.S., 19) "Bir Cumartesi günü Korgeneral Cemal Madanoğlu, zamanın Kara Kuvvetleri Kumandanı Celal Alkoç, Milli Müdafaa Vekili Orgeneral Muzaffer Alankuş ile birlikte, Türk Silahlı Kuvvetleri Birliği teşkilatını tasfiye etmek için emeklilik listesini hazırlamışlardı." (Talat Aydemir, Savunması, 21 Mayıs) İlk vuruş, Hava gücünden başladı. "O zaman liderlik yapan Hava Kuvvetleri Kumandanı İrfan Tansel'i emekli etmek için Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunayla teklif ettiler." (T. Aydemir, keza) Bu, deliye taş andırmak mıydı? Yoksa Silahlıları birbirine düşürme oyunu muydu? 6 Ağustos günü Güventürk'ün "S.K.B. arkadaşlarına yazdığı mektup" ilginçtir: "Silahlı Kuvvetler mukaddes topluluğunun elbette birdenbire meydana, gelmediği hepimizce malumdur. 
Milli Birlik Komitesinin infisah etmesiyle memlekette 3-5 kişilik bir diktatorya kurulması ihtimali muvacehesinde her türlü maddi mevkileri ve ihtirasları bir tarafa atarak ve benim odamda yazılan anda el basarak kendimizi milletimize feda ettiğimizi bildirdik ve bu ahdin etrafında üzüm salkımı gibi toplandık, kuvvetlendik ve idealist Erkânı Harbiye Reisimizin etrafını çelik bir ağ gibi sardık. Kuvvetimizin ilk tezahürü de göz bebeğimiz Hava Kuvvetleri Kumandanı Korgeneral İrfan Tansel'in uğradığı haksız muamelenin tashihinde oldu." (Güventürk, Mektup) Bütün "Güvenç": henüz "odamda", "feda", "üzüm salkım/"nın Genel ku rm ay Başkanı Cevdet Sunay eli nde bulunuşuna dayanıyordu.

   Genelkurmay başkanı (Tansel'in temizlenmesini sözde) kabul etmedi. Fakat Washington daimi üyeliğine tayininin çıkmasına mani olamadı." (T. Aydemir: Savunması) Ve 1. Tansel, Washington dönüşünde 1. no.lu statükocu kesilecekti. Masum çocuklarla böyle oynanılıyordu. Onlara sahne, heyecan, ahd, yemin yetiyordu. Şu dramatik çıkışlara bakın: "Prudhon". "Sizlere hitap edecek olan son sözlerim olduğu için ve yarının da tarihine mal olacağı için açıkça yazıyorum. Mucip (Ataklı), Şükran (Özkaya), Çelebi (Emanullah) ve Halim Menteş benim odama gelip: "- Gürsel Paşa bizi feshedecek, dediği anda masamın gözünden tabancamı çıkarıp, elimi üzerine koyup: "- Şerefim üzerine yemin ederim ki, tek tabanca kalsam yine silahla mukavemet ederim, dediğimi onlar hatırlarlar. Arkasından derhal Emin Araf'ı çağırdım ve onunla ilk konuşmayı yaptım. Bu heyetin Ordu Kumandanına (Cemal Tural) çıkmalarını kararlaştırdık. Ve onlar gidip konuşacaklar, ben yarıda iltihak edecek idim. 

Ertesi günü Ordu Kumandanının yanına tayin edilen randevu saatinde gittiğim zaman, hiçbirisi mevzuu açmaya CESARET EDEMEMİŞ (majüskülliyen H.K.) idi. Mevzuu ele alarak derhal ortaya attım ve Ordu Kumandanım (Cemal Tural!) da bu fikirde olduğunu bize izah etti." "Bir gece, mahdut bazı arkadaşlarla benim odada toplandık ve YEMİNİN sureti yapıldı. Faruk Gürler Paşamız tarafından tashih edildi. Bu konunun da Faruk Paşamıza nasıl açıldığım kendileri iyi bilirler. Ve idealist ağabeyimin bu işe EL ATIP o gün, bugün ne kadar büyük bir tevazu içerisinde bize BAŞ- KANLIK ettiğini de hepimiz biliriz." (Güventürk, Mektup) Sen ben bizim oğlan. Benim oda, senin oda. Tabanca, antlaşma. "Şeref üzerine yemin"... "Son söz... Tarihe mal olacak..." Hep "Paşa (C. Gürsel) bizi feshedecek". "Aman Paşaya (C. Tural) çık". Derken "Cesaret" tükenmiş. Paşa (F. Gürler) "bu işe el atıp., bize başkanlık et." "Buna muvazi olarak, canım kadar sevdiğim Talat (Aydemir), Nuri Hazer ve Ankara grubu aynı düşünce etrafında toplanmışlardı. İş süratle genişledi. 61 inci Tümen karargahında vaki büyük toplantımızdaki konuşmalarımızı, ondan sonra daimi kurula seçilmeyi müteakip Ordu Kumandanı ile vaki 4.5 saatlik görüşmeyi ve müteakip bütün hadiseleri yaşayan bütün arkadaşlarım bilmektedir." (Güventürk: Mektup, 6 Ağustos 1961)

   Bu satırları yazanın Talat Aydemir asılırken, canını daha fazla sevdiği görülecektir. Ve Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay Paşa, Gürsel Paşa yerine Cumhurbaşkanı olurken, yazarın 4.5 saat görüştüğü Ordu Kumandanı, Genel Kurmay Başkanı olacaktır. Çünkü Güventürk'ün tam yukarı ki mektubunu kâğıda döktüğü gün, 11. Paşa ile C.G. Paşa, Heybeliada'da 27 Mayıs'ın başını bağlamışlardı. 

27 MAYIS MİRASININ REDDİ 

Aslında bütün o heyecanlı filimler niye oynanıyordu? Onu yalnız gizli rejisör Finans - Kapital hazretleri biliyordu. Aktörler, kendilerine pay edilmiş mutlu, mutsuz oyunları başarı yahut başarısızlık ile oynuyorlardı. 27 Mayıs'a özenen mutsuz 21 Mayıs'm "Baş" kahramanı Talat Aydemir, kurban kesilirken bile şöyle savunuyordu: "İşte bu durum karşısında kendimi vazifeli hissettim. Ankara'da ki yakın arkadaşlarımla bir FİKİR etrafında toplanarak, Ordu içinde parçalanmaya meydan vermemek, yavaş yavaş Ordu'yu MBK üyelerinin elinden kurtarmak için Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında bir teşkilat kurmaya başladık." Demek "FİKİR" denilen şey, Orduyu parçalamamak, Ordu Devrimciliğini temsil ederken, üç beş paşaca kuşa çevrilen 27 Mayıs ruhunun inmeli bedeni Milli Birlik Komitesine Coup de Grace (son "lütuf vuruşu")nu indirmekti... Acep, yanlış mı? Sözü yapılan işe bırakalım. Heybeli'de Gürsel'le İnönü Paşaların buluşmasından tam 11 ay sonrası, 6 Haziran 1961 idi. Tasfiye haberi Genelkurmay İkinci Başkanı Korgeneral Muhittin Onur'dan alınınca: "Ankara'daki Kuvvet Kumandanları birbirimizi alarma geçirdik" diyor T. Aydemir. "Örfi İdare Kumandanı Madanoğlu, Muhafız Alay Komutanı Osman Köksal'dan başka kendisine yardımcı bir tek kıta kumandanı bulamamıştı." Sunay "İstanbul'dan uçakla acele geldi... Tarihi bir gün yaşandı. Arkadaşlar namına BEN, konuştum." (T. Aydemir, Savunma) Arada gene hiç tınılmıyan bir "sıvış" oluyor. Yazılı karar, tasfiyenin muhbiri eliyle Sunay'a iletiliyor, akşam. "Sabahleyin yerine ulaşmadığını gördük" deniyor. Belli ki yerine gitmiş, Finans - Kapitalin eline geçmiş ve vakit kazanılmış. Babacanlar aldırmayıp, şimdiki Genelkurmay Başkanı (o zaman Kara Kuvvetleri Kurmay başkanı Tümgeneral) "Memduh Tağmaç ve M.M.V. Müsteşarı Tuğgeneral Nüshet Bulca ile aynı ültimatomu" Genelkurmaya dayıyorlar.

   Bu tuhaf prosedürden çok dayatılan "Ültimatom" önemlidir. 6 madde'den 1 incisi, Tansel'i "Hava Kuvvetlen Kumandanlığına iade" ediyor. 2 nci madde: M. Alankuş (M.M.V.) ile C.Alkoç'u (K.K.K.) ve 2. Ordu K. Korg. Şefik İlter ile Deniz Kuvvetleri Kumandanı Kora. Zeki Özek'i "emekliye sevk" ediyor, İlter'le: MBK'ne, Özek'le Kara Kuvvetlerine karşı Deniz Kuvvetleri çıkarılıyor. Ondan sonra, 3. madde: "Hava Kuvvetlerinde bizim harekâtımıza karşı duranlar... tanzim edilecek listeye göre emekliye sevkedilecek" diye Havacılar da Karacılara karşı çıkartılıyor. İlerideki bütün kıpırdanmalar gibi, Aydemir'in 21 Mayıs prononçiamentosu da hep o havacıların (hatta önce birlikmiş gibi görünerek kışkırttıkları) yumruklarıyla bozguna uğratılacaktır. Geri kalan 4, 5 ve 6 ncı maddelerin üçü de hep Milli Birlik Komitesi'ni toz etmenin "Ültimatom"udur. Aynen: "4 - Korgeneral C. Madanoğlu Örfi İdare Kumandanlığından, Albay O. Koksal Muhafız Alay Komutanlığından alınacak, MBK'deki eski vazifelerine dönecekler." "5 - Orduda yapılacak tayin, terfi ve tasfiyelere MBK üyeleri karışmayacak." Bu iki madde: MBK'nin her gerçek güçten bıçakla kesilip ayrılmasıdır (Tecrit). "6 - MBK üyelerinden hiçbirisi bundan sonra MBK'nden tasfiye edilmeyecek ve istifaya zorlanmayacaktır." Yani, erkekliği çıkarılmış MBK, içinden herhangi bir canlılık çıkmaması için, bütünü ile mumyalanıp zararsız hale getirilerek rafta saklanacaktır. D.S. diyor ki: "Olay Türkiye'deki ihtilal zincirine yeni bir halkanın eklenmesidir. 27 Mayıs ihtilalini yapan Türk Silahlı Kuvvetleri, ihtilalin ve iktidarın gerçek sahibi olarak kendi malına el koymuş görünmektedir." (D.S., 19) Öyle mi? Sonuç ortada. Ordu, siyaseti "Politika cambazlarına" (Finans - Kapitale) bırakmış. Ordu: otomatik hiyerarşi ile bütün dengesini bir tek kişi - tepesi üzerine oturtmuş. İyi kötü Ordunun malı MBK'ne birinci "14'ler operasyonu" takma bir kalb dikmiş, ikinci "6 Haziran operasyonu" kalbin kaç saat işleyeceğini belirten ölüm kronometresini takmış. Bu ordu nasıl, hangi "malına sahip" çıkabilirdi? 6 Haziran'da Ordu "Mirasın reddini" yapmıştı. Kendi 27 Mayısını kendi eliyle Fosilleştiriyordu. Türk milletini bir avuç sadakaya satmış en köpoğlu (Finans - Kapital + Tefeci -Bezirgan) DP'yi, mezarın-
dan AP biçiminde hortlatmakla, 27 Mayıs'ı, ana babası bilinmeyen, köşe başında bulunmuş bir aşk çocuğu gibi, Amerikan üslerine teslim ediyordu. 

DEVRİMCİ KARARSIZ - KARŞI DEVRİMCİ KARARLI 

Yurt dışındaki: "14'ler, Ordu içinde azımsanmayacak bir kitlenin desteğine mazhardır." (D.S., 23). Ama: "Havacılardan bir kısmı: Fevzi Arsın, Komiteden Haydar Tunçkanat en katıları olmak üzere, (14)lerle kâfi surette bir işbirliğine yanaşmıyorlardı." "Mucip Ataklı ve Halim Menteş... İleride ancak (14)lerin bir kısmı ile" işbirliği yapılabilir fikrindeler. (D.S., 23) 14'lerin kendilerine gelince.. 22 Eylül'de Berne'de: "Dündar Taşer'in evinde 3 gün geceli gündüzlü devam eden toplantılarda... teşkilat haline gelmeleri sorunu tekrar ortaya atıldı... Evvelden beri devam edegelen ve bir teşkilat haline gelmelerine engel olan LİDERLİK meselesi (Türkeş mi olacak, Kabibay mı?) yüzünden, 14'lerin bir teşkilat haline gelme ümitlerini bir hayli sarsarak toplantı dağılmıştı." (D.S., 24) Ya S.K.B.? "Ankara'da, siyasi ortam hepten karmakarışık olduğu günler yaşanıyordu." (D.S., 24). "Müdahaleciler" çoğunluktu. Meclisi toplanmadan dağıtacaklardı. "Güdümcüler", Meclisin kuracağı hükümeti dışarıdan güdeceklerdi. Gittikçe azalıyorlardı. Devrimci Cephe böyle en sallantılı küçük burjuva kişicil dağınıklık içinde bocalarken, Finans - Kapital, yedek gücü Taşra Tefeci-Bezirgan sınıfım kuyruğuna takıp iktidarı tekeline geçirmek için her şeyi yapıyordu. 14'ler içinde halâ "Lider" yapılmak istenen Türkeş'in desteklediği "Demokrat Parti'nin varisi AP": "27 Mayısçılara kin ve intikam gazabı içinde", "Gözlerimin içine bakın, ne dediğimi anlarsınız gibi sloganlarla, elin 3 parmağı aşağı doğru tutularak sehpa işareti" (D.S., 24) veriliyordu. Paşa statükosu çoktan tutunmuştu. 6 Ağustos 1961 günü Heybeli'de İhtilalin Lideri C. Gürsel Paşa, 30 Ağustos 1961 günü Zafer Bayramında Silahlı Kuvvetlerin Lideri C. Sunay Paşa kafese konmuştu. "30 Ağustos 1961... Protokole dahil zevat, Kurmay Başkanını tebrik etmişlerdi. Bu vesile ile CHP Genel Başkanı ile Orgeneral Sunay arasında hususi bir görüşmeden sonra, Sunay'ın görüşünde tam bir değişme olduğu bilinmektedir." ("Rahmetli Avni Doğan" yazısı, D.S., 26) Nitekim kesin seçim sonucunun ertesi günü, İstihbarat Başkanı Tuğg. Refik Kurttekin'in odasında Jandarma Genel Kumandanı Tuğg. Abdurrahman Doruk "Durumun yürüyebilmesi için tek hal tarzı" olarak şu iki "şartı yazıverdi": "1 - Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı olacak. "2 - İsmet Paşa Başbakan olacak." "Bana ve benim gibi düşünen SKB'nin çoğunluğuna göre bu hal tarzı, uygulanması tasavvur edilenlerin en kötüsü idi." (D. Seyhan, 25) Bu plan üzerinde roller üleşiliyor. 14'leri: Genelkurmay Başkanı Sunay tehdit ediyor (eski Türkçe yazısıyla talimat): "
1 - Badema katiyyen siyasi hayatta bulunmayacaklar. "
2 - Ordu personeline her ne şekilde olursa olsun siyasi bir telkinde bulunmayacaklar. "
3 - Kafiyyen toplantı yapmayacaklar. "Bu hususlara riayet ettikleri takdirde kendilerini her zaman onore edeceğimi, aksi takdirde kendileriyle hiçbir suretle ilgilenmeyeceğim gibi, aksi hareketlerinin hesabını da soracağımı bilmeleri gerekir." İşte 27 Mayıs sabahı, "vasıtalarına el konulduğu" için "evlerinden karargaha kadar yürüyerek gelmiş", "haberdar edilmemelerine karşı anlayış göstermiş" (D.S., 2) olan Sunay, iktidara çıkıp öğüdü alınca böyle zılgıt vuruyordu. 14'leri İhtilal Başkanı Gürsel her zamanki "babacan"lığıyla okşuyor: "Kadri Kaplan ve M. Yurdakuler'in gayretleriyle Gürsel'in ağzından 14 üyenin vatanperver olduğu, demokratik nizamı korumaya kararlı bulundukları, aradaki ihtilafın metot farkından ileri geldiği" "deklarasyon" yapılıyordu. (D.S., 25) DOST VÜCUDA DÜŞMAN BAŞ 21 Ekim 1961 günü saat 14.30 Harb Akademisinde, İstanbul S.K.B. (Silahlı Kuvvetler Birliği) 11 general (içlerinde R. Tulga ve C. Tural Korgeneral, 2 Tümgeneral, 1 Tümamiral, 3 Tuğgeneral, 3 Tuğamiral), 28 Albay (3 deniz, 2 hava, 1 topçu, 1 istihbarat olmak üzre hepsi kurmay) ve 1 tek tanecik de Kurmay Yüzbaşı! ittifakı şu kararı alıyor: 
"A - Türk Silahlı Kuvvetleri 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimden sonra gelecek yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi fiilen toplanmadan evvel duruma müdahale edecektir. "
B - İhtilali milletin hakiki ve ehliyetli mümessilleri-na tevdi edecektir.

 "C - Bütün Siyasi Partiler faaliyetten menedilecek, Seçim neticeleri ile Milli Birlik Komitesi feshedilecektir. "D - Bu kararın tatbiki 25 Ekim 1961 'den sonraki bir güne tehir edilemeyecektir." Burada ilgi çeken şey: artık MBK'ni dolduran Albaydan küçük rütbeli kimseciklerin "protokole" sokulmamasıdır. Millet Meclisi yerine "Milletin hakiki mümessili" kim? Belli değil. Yalnız arada MBK yok ediliyor! Ankara SKB'nden Aydemir, Atakan, Akkoç, Menteş uçakla İstanbul'a koşuyorlar. "Hava Kuvvetleri... tasvip etmemekle beraber çoğunluğun kararına uyacaklar." Gece, Ankara Mürted Havaalanında Ankara SKB'de protokolü imzalar. Ama "Güdümcüler hemen haberi gerekli yerlere ulaştırdı, tabii... " (D.S. 26) Kim o? "...göz önünde tutmadığımız faktör: İsmet Paşa ile mücadele etme usulünü gerektiği gibi öğrenememiştik... O, kaleyi... içinden fethederdi... Hasımlarını kendi aralarında çarpıştırır ve her iki taraf en mecalsiz hale düştüğü zaman, kâfi darbeyi iki tarafa birden indirirdi... Olayların olgunlaşması ve fırsatlardan azami faydalanmak için... tam siper, uzun bir sabırla avını beklemek taktiği... " (D.S., 27) O zaman ne olacak? Hiç bir karar yokmuşça Meclis toplanacak. İstihbarat Şefinin "hal tarzı" ile Gürsel Cumhurbaşkanı, İnönü Başbakan olacak. Gemlerini kemiren subaylar ise, içlerine sokulan "statüko" ajanlarıyla "Başkumandan" emrinde Ordu Parlamentolaştırılacak. "Müdahaleciler - Güdümcüler mücadelesi bitip tükenmek bilmeyen müzmin bir hal alacak." (D.S., 28) "Başkumandan" kim? Sunay. Ne diyor? "Siyasi akış gayet iyi" diyor. "Bugünü beğenmiyoruz, istikbalden de çok endişeliyiz" diyen Jandarma Okul Kumandanı Alb. Ünsalan'a, "Memleketi mutlak yeni bir ihtilalin kurtaracağını, Ordu içinde çeşitli grupların ihtilal teşkilatı kurmaya devam ettiğini, ancak Başkumandan başta olmak üzere yapılacak bir müdahalenin Silahlı Kuvvetleri parçalanmak felaketinden kurtarabileceğini" söyleyen Aydemir'e: "Orgeneral Sunay... her ne şekilde olursa olsun bir ihtilale taraftar olmadığını kat'i surette ifade eder." "Başkumandan, "İsmet Paşa bir tarafa, Türkiye öbür tarafa" demektedir." (D.S., 28) Merkez Kumandanı Kur. Alb. Selçuk Atakan: "Alt kademelerden kumanda mevkilerinde bulunanlara yapılan tazyik, tesirini her gün arttırmaktadır... Biz bu tazyikin müşevviki değiliz. Eğer öyle telakki ediliyorsak, derhal istifa etmekliğimize
veya emekliye sevk edilmemize müsaade buyrulmasını arz ediyoruz" diye konuşunca, piyaz hazırdır. "Başkumandan, kendi mevkiini işgal ettiği müddetçe (Sakın beni bırakmayın H.K.) hiç kimsenin genç kumandanların kılına bile dokunamayacağını kesin olarak vaat eder ve orduca İnönü iktidarının desteklenmesi gerektiğini söyleyerek toplantıyı dağıtır." (D.S., 28) Lafla "Başkumandan" ihtilale yürütülür mü? Böylece Kelle ile Vücut birbirine mükemmel çatıştırılmıştır. Vücut Kelleye: "Buyur. Yürüyelim" diyor; Kelle Vücuda: "Beni atarsan, sen de ölürsün. Otur halt etme!" buyuruyor. Sanki muzip bir operatör, dost bir vücuda, düşman kellesi takmıştır. 

VÜCUT: LAFLA İKTİDAR ARAR 

Bari vücut ne istediğini biliyor mu? O hepsinden firaklı. Ellerinde müthiş kuvvetler bulunduran "Birlik Kumandanları", Tarihöncesindeki Gaziler Meclisini andıran Silahlı Parlamentomdan kuzu usluluğu ile "dağıtılınca", hapları patlıyor. "Aralarında birleşerek... alt kademedeki subaylara vardıkları kararı yazılı olarak duyururlar: "1 - Demokratik rejimde Silahlı Kuvvetler bir şahıs veya zümreyi destekleyemez. Bu hareket Anayasaya aykırıdır." (Ne güzel SÖZ değil mi? Ardından gelene bakalım). "Silahlı Kuvvetler CHP'ni desteklemeye devam ederlerse, siyasetin içinde kalacak ve muhalefet tarafından yıpratılacaktır." ismet Paşa, ismet Paşa aleyhtarlığı yaptırıyordu! Mantığa "Pes!" değil mi? Gene meşhur "SİYASET" ortaya çıktı. Aman siyaset yapmayalım. Ne yapalım? CHP'yi desteklemeyelim. Eğer söylenene inanılıyorsa, sonuç ne ola ki? CHP'nin düşmesi... Finans - Kapitalin Allahtan istediği bir gözdü, Allah ona iki göz veriyordu. Silahlı Kuvvetler CHP'yi ve ismet "Şahmı" desteklemedi mi, yerine Morrison firmasının yedeğe başka hazırladığı AP gelecek. Belki İ.İ. Paşa da onu istiyor. Ama henüz "zamanı mı ya?" "2 - İnönü ve CHP'den başkasına iktidarın verilmesinin memleketi anarşiye götüreceği Kumandanlarca kabul ediliyorsa, hiçbir şahıs ve zümre menfaatine olmamak ("Hadi canım sen de!" diyor böyle laflara İ.İ.Paşa) ve Atatürk ilkelerini esas alan bir düşünce etrafında plan yapmak şartıyla ancak iktidara el konulabilir." Felsefe bu. Ve bu felsefeye en çok Cuntacı CIA'nın aklı yatmaz mı? Hem, bu "iktidara el koyma" yolu "siyasetin içi"
olmayacak mı? Hepsi bir yana, "Atatürk" bu işe niçin karıştırılıyor? Cumhuriyetin ilan edileceği gün, Meclisteki Hocalar, Saltanatı kaldırmanın "fier'i Şerife" (O zamanki Anayasaya) uyup uymayacağını tartışıyorlardı. Tartışma uzayınca Mustafa Kemal ne yaptı? Bir sıranın üstüne fırlayıp, o derin ulema efendilere haykırdı: "- Efendi, efendi! Saltanat kimseye Şer'i Şerif icabıdır diye ne verilmiş, ne alınmıştır. İktidar kuvvetle, zorla alınır!" Kritik durumda "Atatürk ilkeleri" bu idi. Değerli Birlik Komutanlarımız ise, kırk yıl önceki ulema efendilerin ilkesine, tartışmayla ihtilal yapmaya girişiyorlardı! Bu, tartışmayla gelmemiş olan 27 Mayısı, tartışmayla gömme merasimine dönüyordu. İktidar Finans - Kapitale başka türlü geçebilir miydi? Aksiyon adamları, söz ebesi kesilmişlerdi. Samimi olunduğu ölçüde Birliği dejenere ediyorlardı. Bu "Samedani Komedi'yi "Siyasetçilerin manevrası" gibi gören Bay D.S., "ilk cephe çatlağı" sayıyor. "Ve sonradan ustalıkla kullanılmak üzere bu çatlak daima büyütülmüş ve bir gedik haline getirilmeye çalışılmıştır." diyor. "Siyasetçilerin (Finans - Kapital aygıtları denilmek isteniyor)... bu vesayet müessesesine artık bir son verilmesi lazım geldiğini gizliden gizliye hesapladıkları muhakkaktı. "Fakat her şeyden evvel, Silahlı Kuvvetler Birliğinin ortadan kaldırılması meselesi bir siyasi manevra işiydi ve zamana ihtiyaç gösteriyordu. Bundan evvel, yapmaları ihtimali her gün kuvvetlenen bir müdahaleye karşı tedbirli davranmak, müdahale taraftarı olanları oyalamak icap ediyordu.: "Yapılan bu toplantı, siyasi kışın patlatmak derecesine varan baskı tesirini azaltmak için, sisteme takılmak istenen muvakkat bir emniyet supabı idi." (D.S., 28) 

KARŞIT CEPHELER KURULUR 

Finans - Kapital'in "Fit sokma" oyunları için, her bakımdan, maddesi ve manası yıpratıcı bunalımlarla, hayır-şer bocalayışlarıyla kıvranan, çaresiz dar gelirli Küçük burjuvaziden daha hasret ortam bulunur mu? Burasını herkesten iyi, Firavunlar ve Nemrutlar çağından Bizans kanalı ile her türlü "Böl ve Hükmet" mirasına konmuş bulunan Finans - Kapital bilir. Ansızın ve sinsi sinsi bütün devrimcilerin araşma bir kuşku girmişti. Menteş, Hazer, Dündar Seyhan'a: "Aydemir ve etrafının Silahlı Kuvvetler Birliği teşkilatını sabote edici faaliyetini anlattılar. Talat, herkesin altından adam çalıyor, kendine bağlıyordu." (D.S., 29)

    " Bana " Şah Damarım " kadar yakın olan arkadaşlarımdan Necati Ünsalan durumun nezaketini tamamen kavramış... Fakat o da Aydemir'in ve çevresinin, Silahlı Kuvvetler Birliği teşkilatını kundaklamaktan çekinmediği kanaatinde... Selçuk Alakan ateş püskürüyordu. Birlik ve beraberlik fikrinin dejenere edilmesinden doğacak elim akıbeti sayıp döküyor, bunun başlıca sorumluluğunu kısmen havacılara ve çokça Aydemir'e yüklüyordu." Ötede "Aydemir, kendisine atfedilen faaliyetten ve art fikir isnadından tamamen habersiz göründü. Havacıların güdümlü demokrasiyi yaşatmak için kendilerini alet olarak kullanmaya devam ettiklerini, Silahlı Kuvvetler Birliğinin bu yüzden yıpratıldığını, her zaman SİYASET çilerle işbirliği halinde olduklarını, ALT kademedeki teşkilat unsurlarının bir müdahalenin yapılması istikametindeki zorlamalarına dayanmanın büyük güçlükle mümkün olabileceğini izah etti." (D.S., 29) Böylelikle, Silahlı Kuvvetler içinde Finans - Kapitalin daha başlanırken açtığı KARACI - HAVACI yarası, alabildiğine irinlendirilip işletiliyordu. Bu işi ancak İSTİHBARAT Başkanlığı yapabilirdi. Gen. Kurttekin tam "tavşana kaç", ama hele "tazıya tut" diyordu. Görünüşte "ne şiş yansın ne kebap" stilini kullanıyordu. a) Bir yanda, "Kurttekin de, Talat ve destekçilerinin tutumunu tasvip etmez görünüyordu." b) Öte yanda, "Ancak, General, evvelce verdiğimi prensip kararının bozulmaması hususunda tam bir anlayış ve gayret göstermekteydi." (D.S. 29) Bu birbirinden ayrı iki varyantmış gibi gösterilen iki davranış da aynı şey değil miydi? Daha "dar gelirli" olan Karacıların sözcüsü T. Aydemir, Devrimcileri değil, gerici Finans -Kapitalistleri, "Siyasetçiler" sayıp kötülüyordu. İstihbarat Aydemir'i "tasvip" etmemekle Devrimden yana olmadığını sezdiriyordu. Yalnız "prensip kararı" dediği şeyle "suret'i haktan gelerek" Devrimcileri oyalama taktiğini güdüyordu. "Prensip kararı" ne idi? Devrimcileri birbirine düşürme kesinleşinceye değin, "Başkumandan" gemi altında dizginleyip, durgunluğu kokuşmuşluğa çevirtmenin düzmeceliği idi. Kurttekin o noktada açıktı: "Başkumandanın etrafında parçalanmaksızın toplanabilmek için toplanabilmek ümidini kaybetmemişti. Bu bakımdan, hangi taraftan gelirse gelsin, ayrılığa müncer olan, davranışları reddediyor, Başkumandanın karar ve emirleri çerçevesinde kalma yı MEMLEKET HAYATİYETİ'nin tek şartı görüyor, sadece, Kumandanın noktai nazarına göre hareketi ve grupların hiçbirine katılmamayı esas olarak kabullenmiş bulunuyordu." (D.S., 29) Bundan daha açık seçiği can sağlığı idi. Başkumandan çoktan kararını vermişti. Ona "göre hareket": Devrimin Karşı - devrime dönüşmesi idi. Direnen Albayları dondurmak, için "Başkumandan"d\. Devrimcilerin başucuna en büyük yetkiyle dikilmişti. "Taraf" tutmamak, ayrılanları birleştirmek değil, daha çok birbirine kapıştırmak için oluyordu. "Gruplardan hiç birine katılmama", onları çil yavrusu gibi dağıtma taktiğinden geliyordu. Yoksa Finans - Kapitalin "sincabı hazretleri" kendi cephesinde kararını vermişti. "İti hinziyre musallat" edecekti. Ordunun üst kaymağını kendine çekip açıkça savaşa katmıştı bile: "Genelkurmay Başkanlığında vazifeli generallerden bir kısmı, başta İkinci Başkan Memduh Tağmaç (şimdiki Genelkurmay Başkanı, H.K.), Silahlı Kuvvetler Birliğine tamamen dirsek çevirmişler, bulundukları mevkiden alabildikleri YETKİ oranında teşkilatın İLERİ GELENLERİYLE çatışma halinde bulunuyorlardı." Finans - Kapital avını, sabırlı bir örümcek çabasıyla her yanından öldürücü ağlarıyla sarmıştı. Devrimciler o ağ-içindeki sinekler gibi, birbirlerine düşüp çırpındıkça, büsbütün kıskıvrak bağlanıyorlardı, ilkin Deniz ve Hava ile Kara Kuvvetleri arasında açılan çatlaklar, gittikçe "Kuvvet"'in kendi içine işliyordu. Hele Kara Kuvvetleri kalabalığı ölçüsünde çatırdıyordu: "İşte, Kara Kuvvetleri kanadında meydana gelmiş anlaşmazlıkları bertaraf etmek üzere, bu Kuvvetlerin İLERİ (geride gelenler hep yok. Hiyerarşi!) unsurları arasında bir toplantı tertip etmekle başladık." (D.S., 29) 

BİR"BOMBA"PROTOKOL DAHA: DEVRİMİN DİNAMİTİ 

Devrimcilerin korktukları şey, her birinin ta içinin içinde yatan tek kişi - kahraman olarak ortaya çıkıvermek tehlikesiydi. Onun için daha önce sözleşmişlerdi: "Şartlar ne olursa olsun, katiyen birbirimize haber vermeden münferit bir harekete katılmamaya karar verdik." (D.S., 29) Hava - Kara vb. çatlakları yarılınca, Karacılar olsun bir derlenme denediler: "Ünsalan, Aydemir, Arat, Ata kan, Kemal Güner ve diğer bazı arkadaşların katıldığı toplantıyı Jandarma Okul Kumandanlığı odasında yaptık. Herkes o güne kadar aralarındaki anlaşmazlığa sebep olan SÖYLENTİ ve ŞAHSİ görüşlerini, karşısındakini itham etmekten çekinmeksizin tam bir rahatlık ve açıklıkla ortaya döktü." Ve hepsi de nasıl bir fitne oyununa geldiklerine içten şaştılar: "Sonunda, bütün söylenenlerin ve EVHAM derecesine varan görüşlerin, teşkilat mensuplarının yüz yüze gelmemelerini fırsat bilen BOZGUNCU unsurlar tarafından İNŞA edilmiş, MAK- SATLI TERTİPLER'den başka bir ciddiyet taşımadığı kolaylıkla anlaşılıverdi." (D. S., 29) Oyuncak edildiklerini gören 54 yüksek subay 9 Şubat günü bir "bomba" (Protokol) daha imzalıyorlar. "
1 - Türk Silahlı Kuvvetler Birliği HİYERARŞİK nizama uygun olarak iktidara el koyacaktır. "
2 - Harekât için HAVA KUVVETLERİNİN muvafakatinin alınması şarttır. "
3 - Harekât, 28 Şubat'a kadar icra edilecektir." Niçin? "Seçkin"lerle "Reformlar" yapmak için. Ne Reformu? Kimse tartışmaz. Ne var ki, araç 3 madde "Harekatin yapılamayacağını 3 defa tekrarlamaktan başka pratik hiçbir anlam taşımıyordu. Küp küp üstüne konmuştu: 
1 - Hiyerarşi Başkumandan karşıydı: "Başkumandanın kesin surette bir müdahaleye taraftar olmadığını" Gen. R. Tulga bildiriyordu. 
2 - Havacılar karşıttı: "General Tulga'ya hitaben: "- Paşam size gelip dayanıyor." General müteredditti: "- Haklısınız. Fakat Hava Kuvvetlerinin durumunu halledemedik ki... " 
3 - "İmzalanan protokol tarihi ile uygulama arasına, büyük bir gafletle, 19 günlük bir mühlet koymuştuk. 

Halbuki 21 Ekim protokolünü önlemek için Paşaya 19 saatin bile kafi geldiğini çok iyi biliyorduk." (D.S., 31) Demek bu Protokol: " Bomba" değil, "Gel beni ye!" idi. Yahut "bomba" ise, devrimciler onu kendi temellerini dinamitletmek üzere koyduklarını "çok iyi biliyorlardı." Öyleyse? Bizim silahlı çocuklar İhtilalle bile bile lades oynuyorlardı. Bir yanda: "Memleketin üzerine çığ gibi yuvarlanmaya hazır o muazzam gücün önüne kim dikilecekti?" sorusunu açıyorlar; ötede, "Ortada da gizli olarak cereyan eden bir faaliyet yoktu" (D.S., 32) diyorlar. Biri 
(Alb. Unsalan bağırıyor:

   " Ya şimdi harekete geçeriz, yahut bu müzmin duruma kâfi son veririz." Ötekisi (R. Ülgenalp: V. Kor. Komut.) sesleniyor: "Arkadaşlar. Lakırdı ve fikir gösterileriyle zaman kaybediyoruz. Biz, Kumandan olarak, maiyetimizin yüzüne bakamaz hale geldik. Ne olacaksa bir an evvel olsun." (D.S., 30) "Bütün bu kargaşalığın ve feci durumun sorumluluğunun birkaç kişinin sırtına yıkılacağını daha o geceden anlamak için kahin olmaya lüzum yoktu." (D.S., 32) 

O gece 18 Şubattı. 19 Şubat. "Başkumandanlık odasında" bir toplantı. Kuvvet Kumandanları, Jandarma Genel Kumandanı ve 3 Albay. Alb. Ünsalan bütün o blöfü andıran ajitasyonların korku nedenini açıklıyor: "27 Mayıs temelinde olan bizleri ortadan kaldırmak için her çareye başvuracaklardır. Bizi mukadder olan felaketten siz dahi kurtaramayacaksınız." Alb. Atakan panik içindedir: "Sizin düşüncelerinize bizimkiler uymayabilir. Bu takdirde, emekli edilmeye veya istifa etmeye hazırız." "Başkumandan... samimi olarak" neredeyse ağlaycak: " Evlatlarım, beni bırakıp nereye gidiyorsunuz? Ben bugüne kadar bütün icraatımı sizlere güvenerek yaptım. Size şeref sözü veriyorum, cesedim sokaklarda çiğnenmedikçe kılınıza kimse dokunamayacaktır." (D. S., 33) Bu babayani çığlık, Aydemir evlat asılırken kulaklarında çınladı mı, kim bilir? Çünkü "Evlatlarım!" çığlıklı artarda uzun toplantı ve tartışmalar, Finans - Kapital şebekesine vakit kazandırıp, devrimci kanadı soyut deşarjlarla yalnız gevşetmeye yarıyordu: "19 Şubat toplantısı, gerilmiş sinirlerde, 20 Şubat gecesine kadar genel bir gevşeme etkisi yaptı. Durumun normale döndüğüne dair ortada henüz belli emareler görünmüyordu, ama HUZUR havasının tatlı meltemini de hissetmiyor değildik." (D.S., 33) 

PROVOKASYON 

"Halbuki siyasetçiler var kuvvetleriyle taktiklerini uygulamaya girişmişlerdi." (D. S., 23) Finans - Kapital, her Devrimci davranışı: yasaklamakla kalmaz, kışkırtır da. Devrimcilerden kurtulmanın en zararsız biçimi, provokasyon'dur. Biraz daha kazançlı Havacılara karşı züğürtçe Karacılar kullanmaktan kolayı var mıdır? "Siyasetçiler ve statükocular, koskoca Silahlı Kuvvetlerin iki ayrı Kuvveti ile oyun oynamaya kalkmışlardı. Türk Devletini felakete sürükleyen korkunç bir oyun. "Bir tarafa gidiyorlar, "Albaylar Cuntasi'nın ihtilal yapacağı haber veriliyor. Bu haber İstanbul'a kadar ulaştırılıyor." İstanbul Teşkilatının KARA ORGANLARINI dahi endişeye atıyorlar. "Öbür tarafa koşuyorlar, "Havacılar alarma geçti. Başkumandan ve Kara Kuvvetlerinin ileri gelenlerini tevkif ettiler." diye haber veriyorlar... Birlikleri kendi kendilerine alarma ve harekete geçiriyorlar. "Bir Kuvvet, diğerlerinin aleyhine alarma geçiyor... İhtilal yapmasına mani olacak... Ne ile? Silahlarıyla tabii... Gözü kızmış, bulanmış tahrikçilerin. "Hedef kimdir? Ve nedir? Artık açıkça belli olmuştur: Türk Silahlı Kuvvetler Birliğinin ileri gelenleri arasına nifak sokmak, bir kısmım bir kısmına yedirmek. "Bir kısmını bir kısmına yedirdikten sonra, geride kalanları da kendileri yiyecek, ona da vakit gelecek... Evvela İktidarın bir ucuna oturmuşlar temizlensin, geriye kalanların da elbet kârı görülür... Nitekim gördüler de... " (D.S., 34) "Her şey su üstüne çıkmıştı denebilir. Hükümet ve statükocular, her sonucu göze alarak tam bir saldırıya geçmiş bulunuyorlardı. Fakat bu taarruzlarında direkt olarak kendilerini karşınızda görmüyordunuz. Silahlı Kuvvetler içinde zamanla edinmeye muvaffak oldukları taraftarlarını üzerinize salıyorlardı. Hedeflerini de iyice küçültmüşlerdi. Sorumlu olarak ortaya sadece birkaç Albay atıyorlardı. Sanki 12 gün evvel 9 Şubat protokolünü 54 yüksek rütbeli subay imzalamamıştı. Bütün hedefleri Ankara'daki "Albaylar Cuntası" idi. İlk hamlede onun da hepsini karşılarına almıyorlar, sadece Aydemire çullanmakla yetiniyorlardı." (D.S., 36) Hani ya, Vatan, Millet, Sakarya? Finans - Kapital için hiçbiri yok. Siyasi iktidar var. Küçük burjuvaziye bırakır mı hiç İktidarı? Onlar, Türk Subayı kadar zeki, aydın kişiler de olsalar, çocuk oyuncağı bahanelerle birbirine düşürülebilir ve kullanıldıktan sonra acımaksızın kırılıp atılırlardı. 

PROVOKASYONDA ELE VERİLENLER 

Bu trajediyi, Gölgedeki Adam'ın hatıraları sonunda polis romanından daha heyecanlı akışıyla okuyabiliriz. 21 Mayıs olayının Yargılanması sırasında T. Aydemir'in savunması şöyle özetler:

    " 22 Şubat 1962 günü Genelkurmay Başkanı beni saat 11.00'de makamına çağırdı. Yanında Kara Kuvvetleri Kumandanı Orgeneral Muhittin Önür, Jandarma Genel Kumandanı General Abdurrahman Doruk, Jandarma Okul Kumandanı Kur. Alb. Necati Ünsalan, Merkez Kumandanı Selçuk Atakan vardı. Bana hitaben: "- Evladım, seni himayeme alıyorum. AVRUPA'YA, nereye istersen dört seneliğine tayin ediyorum. Okul Kumandanlığından alıyorum. Çünkü dün gece tank taburuna ve kıtalara alarmı sen vermişsin." Oysa, saat 02.00 suları, Tank Taburu Kumandanı Yarb. Haldun Dora, sorulunca şöyle diyor: "- Havacıların alarma geçerek evlerden subay ve astsubaylarını otobüslerle topladıklarını tespit ettik. Arkadan Kumandanlarımızı ve siz büyüklerimizi Havacıların tevkif ettiği haberi geldi. Biz de Kara Kuvvetleri olarak sizleri kurtarmak için harekete geçtik. Bu gece her şeyi yapmaya hazırız." Buna karşı Ünsalan: "- Öyle şey yok. Tabura dön ve alarma son ver." demiştir. Aydemir'in gönderdiği Kur. Bnb. Bahtiyar Yalta da: "- Albay Aydemir'in ricası, hemen Tabura dönmeniz ve alarma son vermenizdir." emrini vermiştir. (D.S., 34). Bunu "Başkumandan" duymamış olabilir mi? Aydemir, onun için savunmasına şöyle devam ediyor: "- Böyle bir şey yapmadığımı kıt'aların daha önceden yapılan planlara göre otomatikman, Hava Kuvvetlerinin alarma geçmesiyle, karşı alarma geçtiklerini, bilakis bir yanlışlığı ye faciayı önlediğimi söyledim. İnanmak istemiyordu: "Ne yapayım? Hükümet Başkanı İnönü böyle istiyor" dedi. "Anlaşamadık. Dışarı çıkarıldım. Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı Hüsnü Özkan Hava Kuvvetlerini alarma geçirmiş. Genelkurmay Başkanlığına bir ültimatom vererek, bizim başımızı istiyordu. (Tabancasını Başkumandanın masasına koyarak): "- Buyurun tabancamı, intihar et, deyin edeyim. Fakat ben Hava Kuvvetlerinin emriyle şuradan şuraya kımıldanmam." Bu oyunun birinci perdesi. İkinci perdeyi Gölgedeki anlatıyor: "Generaller ve Albaylar Başkumandanın odasının yanındaki salona geçerler. Bir akşam evvelki olaylar hakkında yüzleştirme yapılmak üzere Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı General Hüsnü Özkan'ın çağırılması uygun görülür." "General Özkan tam bir şiddet ve hakaret pozuyla salona girer. Kara Kuvvetleri Kumandanı Orgeneral Önür'e hitaben:

    "- Sen beni ne yüzle çağırırsın? Sen değil misin bizi alarma geçiren ve alarmda tutan? Şimdi de bizi albaylara muhatap ediyorsun. Ve Aydemir'i göstererek: "- Tekmil bozgunculuğu meydana getiren budur." dedikten sonra, Ünsalan ve Atakan'a döner: "- Bunları severim" der. "Sonra da, Hava Kuvvetleri Kumandanı'nın İstanbul'dan dönüşüne kadar, alarmı kaldırmayacağını söyleyerek çıkar gider... " (D.S., 35) Karşı-devrimin saldırış taktiği son kerteye dek gizli, geniş ve rahat tutulmuştur. Gene de olaylar önünde, Başkumandan İ.İ. Paşayı ele vermiştir; Havacı Gen. Özkan Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Önür'ü ele vermiştir. Yiğitlik yarışı için yetiştirilmiş bulunan askerler, küçük hesaplara pek kötü alet edildiklerini görünce dayanamamışlar, baklaları ağızlardan çıkarı çıkarıvermişler dir. Finans - Kapital, fakir Türkiye'nin kaç yılda nelerle yetiştirdiği Halk çocuğu Subayı çerez niyetine harcamakta hiçbir vicdan üzgüsü duyamaz. Ya havacılar yenilirse? Finans - Kapital: "it ölürse kardan, kurt ölürse kârdan" demiştir. Umurunda mı? Hangisi üstün gelse, en son oturumda kendisi hakem olacaktır. 

FİNANS - KAPİTAL MÜNAFIKLIĞI: ASKERİ DÖNDÜRÜŞ 

Finans - Kapital, MBK'ni SKB'ne yedirmişti. Şimdi Silahlı Kuvvetler Birliğini yenilir kılmak için, mülayim ateşte pişiriyordu. Pişirim iki türlü oldu: 
1 - Tecrit: Devrimcileri Kuvvet Kumandanlıklarından uzaklaştır. 
2 - Fit: Devrimciler arasına sinsice münafıklık ve fit sok. 

Bu olağanüstü basit çocuk kandırmaz oyun, cin gibi Kurmay Subaylara nasıl uygulanabildi? Sırf Küçük burjuva sosyal karakterleri ince ince sömürülerek... Güçlerden uzaklaştırmanın örneği Dündar Seyhan'dır. "Ekim 1961'de bana vaat edildiğinin aksine, Zırhlı Birlikler Okul Kumandanlığı yerine, Genelkurmay Başkanlığı Sivil İşler Şubesi Müdürlüğüne tayinim çıkmıştı. "Bu tayinin, tasmim ve vaat edildiği gibi çıkarılmamasına sebep, BAŞKUMANDANIN ETRAFINDA kurulu olan TEZVİR makinesinin aleyhimde işletilmesi olmuştu.

   "27 Mayıs evvelisinde ve sonrasındaki davranış ve kanaatlerimi, kendi ÇIKARLARINA uyacak şekilde eğip bükmesini beceren TEZVİR halesi beni, hangi şartlar altında bulunursam bulunayım, mutlak bir ihtilal taraflısı olduğum şeklinde YETKİ- LİLERE takdim etmekte kusur etmemişlerdi." (D.S., 29) "Yetkili" tepedeki "Başkumandan" kişi de olunca, kişi ise çoktan "atı alıp Üsküdar'ı geçmiş" bulununca, Devrimcilere sabotaj ve tecritten başka ne beklenebilirdi? O zaman dükkâncık ve sen-ben rekabeti küçük burjuva gerisinin bütün kurtları vıcık vıcık "Tevzir", dedikodu pisliğini fışkılaştırmaktan daha lezzetli bir halt yiyemez olur. Hem bu yalnız tek yanlı: yalnız bitmez, tükenmez, umulmaz, beklenmez, "düşmancıklar" yanından gelmekle mi kalır? Nerede! "Dostlar yağmada ciddayı mephut" (düşmanları şaşakalmış) bırakacaklardır. "Beni yakından tanıyanlar da aksi yönde gayretlerini esirgememişlerdi. Bu birbirine ters yönde çalışmalar üzerine, ortalama bir hal çaresi bulunmuş, her ihtimale karşı, emrimde kuvvet bulunmaması uygun görülmüş." (D.S., 29) Her gün, her alanımızda akan diz boyu pislik: Düşman: "Sakın ha! Patavatsız, ihtilal patlatır" temasını işler, Dost: "Sakın ha! Beceriksiz, ihtilali engeller... " akılcıl soysuzlaştırmasını yutturur. Ve en sonunda namuslu bir tek adam kalmışsa, onu da şu kepaze keçiboku "fikir" sahtekârlıklarıyla örtüp, gübreleri üstünde rahatça eşelenip, Finans - Kapital efendilerinin ahırında tavukları yumurtlatan horoz efe geçinirler. Küçük burjuvazi bu rezilliğinde öylesine "samimi", öylesine "masum"dur ki, en gülünç maskaralıklarını, kimseciğin çakmayacağı son derece "kurnazlık" imişçe bayağı ciddi ciddi pozlarla uygular. Devrimci askeri nasıl tecrit edelim? Sivil sektöre atmakla. E, Silahlı Kuvvetler içinde "Sivil" ne arasın? Uyduruveririz. İşte yolu: "İstihbarat Başkanlığı emrinde yeniden ve İDARETEN açılacak ÖZEL bir Şube Başkanlığında, Türk Silahlı Kuvvetleri Birliği faaliyetini yakından kovuşturmak, (14)ler ve sair SİYASET pozisyonu içinde bulunan teşekküllerle temas temin etmek ve bu hususlarda Başkumandanlık karargâhının bir YETKİLİ cüz'ü olarak çalışmam karar altına alınmıştı." Devrimciye: "Seni göz hapsine aldık" denmeyecek de, sen ne kadar Devrimci ("Siyaset pozisyonu") varsa onların hepsini göz hapsine almaya YETKİLİ ve de "BAŞKU-MAN- DANLÎK"tansın denecek! Bu kerte şatafatla Karşıdevrim emrinde Devrimcileri casuslama görevinin bir Küçük burjuva için aldatıcılığına bakın ki, rolünün tersine çevrilişi önünde Devrimci de şundan başka söyleyecek söz bulamıyor: "İstihbarat Başkanı General Kurttekin, Başkumandanın bu hususta MUVAFAKAT ini almıştı. Görevimi tebliğ ettiler, YADIRGAMADIM. Vazifenin yerini ve şeklini kıymetlendirmede alışkanlığım teşekkül etmemişti." (D.S., 29) Ondan "kıymetlendirme" bekleyen kim? Devrimci, Devrimcilere karşı "muhbir'i saadık" "pozisyon"una sokuluyordu. Hepsi o kadar. Ve bir yol daha Devrimci askerlerin kafasına Sofistlerden beri herkesçe anlamı bilinen SİYASET, en abrakadabran bir tanımlama ile çivileniyordu. Siyaset, sosyal sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkiler zanaatı değildi. Ya ne idi? Asker: Finans - Kapital politikasına kul köle oldukça bu "Siyaset" yapmamak oluyordu. Asker, Halk ve Devrim yararına sosyal sınıf ilişki ye çelişkilerini mi değerlendiriyor? Aman Tanrım! Yangın var! SİYASET yapılıyor, maazallah "asker siyasetle iştigal ediyor." Bu kıyamet alametini yazdıysa bozsun. Tü, tü, tü!.. Tövbe estağfurullah: SİYASET ha? Asker dediğin yalnız gericiliğin ve Sermayenin emrine sokulmamış "siyasi pozisyon içinde bulunan teşekküller" kovuşturabilir. Yoksa dünya batar! Asker siyasetle... asla ve kafa, ne münasebet, ölse uğraşamaz, zinhar! Amma velâkin, en domuzuna gerici politika şampiyonluğu yaptın mı, korkma. Ha bak "Ağa" bu "Kaka siyaset" değil, "Cici Vatanperverlik"tir. Asker de olsan, yap yapabildiğin kadar, şereftir. İHTİLAL Mİ? BLÖF MÜ? Devrimciler soyut ülkü içiyorlardı, ideal sarhoşuydular. Finans - Kapital olağanüstü ayık, somut hedefleri teker teker kitabına uydurup yıkıyordu. Çünkü Siyasi İktidar ihtilalin eliyle ona teslim edilmişti. O yaparsa haklıydı. Devrimci, kuvvetli iken bile haksız düşüyordu. Ve hem, ne orostopoğlu Şark kurnazlıkları ile birer birer yoklaya korka insan harcıyordu? Şu Albaylar içinde bir gölge dolaşıp işleri karıştırıyordu. Onu nasıl durduralım? Emrine birlik "Kuvvet" vermemek için İstihbarat Başkanlığında bir uydurma "sivil" göreve atalım. Ya orada da boş durmazsa? Öyleyse oyalayalım. D.S. yazıyor: "12 Şubat günü, Başkumandanın verdiği emre uygun olarak Genelkurmay İstihbarat Başkanlığındaki özel görevime başlamak üzere... gittim... Yazılı emri kovuşturduk. II. Başkanın (hani şu oldum Allah dirsek vuran M. Tağmaç'ın) masasında takılıp kaldığını... haber verdiler. Doğru amirim Harekât Başkanı Gen. S. Sancar'a gittim... General meseleye yeni muttali olduğunu, araya bir miktar zaman koymanın uygun olacağını söyledi ve bana 15 gün izin verdi." (D.S., 31) Harekât 28 Şubat'a kalmayacaktı: D.S. 26'sına dek açıklar livası. Finans - Kapital elebaşları bellemiş, teker, çifter icaplarına bakıyor. İçlerinde en atılgan Lider durumunda olan Aydemir'i parmakla gösteriyor. MBK havacılarından Mucip Ataklı'ya, Haydar Tunçkanat'a resmi, emekli Alb. Ekrem Acuner'e sivil kıyafette: "- Ne oluyor, ihtilale mi kalktınız?" dedirtiyor. 22 Şubat. Havacılar bile, ne kötü role düştüklerini anlayınca, kahırlarından ağlıyorlar. Ünsalan telefon ediyor: "Hv. Alb. Fevzi Arsın yanımda. Bizi içine düşürdükleri durumdan fevkalade müteessir, ağlıyor." (D.S., 37) Devrimciler o gün: "Ataklı ve Tunçkanat hakkında kanuni işlem yapılmasını" istiyorlar. (D.S., 37). Karşı taraf, son vuruşu için, toptan temizliğe girişmiş. Hem saat 10.00'da, hem saat 13.00 de: "Emir Subayı, Merkez Kumandanı Alb. Selçuk Atakan, Harbokulu Alay Kumandanı Alb. Alpagut, Muhafız Alay Kumandanı Alb. İlkin, 229. Piyade Alay Kumandanı Alb. Erkan ve Tank Tabur Kumandanı Yb. Dora'nın Genelkurmay Karargahında enterne edildiklerini bildirdi. "10 dakika sonra, Genelkurmay Karargahından da haberi teyit eden bilgi aldık." (D.S., 37) Bütün bu ve benzeri olaylar Finans - Kapitalin saldırıya geçtiğini, Türk Subayını Türk Subayına kırdırmakla da olsa dilediğini yapacağını yüzde yüz ispatlıyor. Devrimciler ne yapıyorlar? "Beklediğimiz UZLAŞMAYI kolaylaştırmak" (D.S., 38) diyorlar. Ordu Devrimcilerden yana "229. Piyade Alayı hariç...ankara'daki bütün birlikler bizim emrimizdeydi. Çubuk'taki 230. Piyade Alayı Ankara'ya çağrılmış, Alay Kumandanı gelir gelmez bize katılmıştı... Etimesut'tan Genelkurmayın emriyle Ankara'ya celbedilen Tank Birliği Bnb. Şükrü İnanç'ın emrinde Bahçelievler yol kavşağına gelince bizim emrimize girdiler... Harb Okulu öğrencileri ne beklediğimizi soruyorlardı. "Sizin bir damla kanınız dünyaya bedeldir" karşılığını veriyordum." (D.S., 39)

     Besbelli, İhtilalciler kararsızdılar. 27 Mayıs gibi "Kansız İhtilal" umuyorlardı. Oysa 27 Mayıs gizli ve apansız bir baskındı. Kendileri güpegündüz, caddelerde, İnönü'nün oğlundan Paşa babasına öğüt vermesi isteniyordu. "Savunmaya düşmek Devrimin ölümüdür" denir. Devrimcilerinki bir savunma bile değildi. Tam bir küçük burjuva blöfü ile oyunu kazanmak, "sayı ile galip" çıkmak sevdasıydı. Onu Finans - Kapital kurdu çakmaz olur muydu? İhtilalci şöyle diyor: "Biz iktidar için silah arkadaşlarımızın kanına susamış vampirler değildik... Sonuna kadar her çareye başvurmalı, bir uzlaşma ve çıkar yol aranmalıydı." (D.S., 38) 

İHTİLALLE İŞİMİZ YOK 

"Siyasetçiler ve statükocular, iktidarlarının sonu anlamına aldıkları bir uzlaşma dairesine yanaşmaktansa, memleketi şu korkunç durumun içerisine atmayı göze almış bulunuyorlar." (D.S., 40) Nelerine güveniyorlardı? İhtilalciler de orasını üstü kapalı geçiyorlar. "İhtilal hareketini durdurmak demek, eldeki Kuvvetlere rağmen boynunu bile bile ipe uzatmaktır." (D.S., 40) diyorlar. Kuvvet İhtilalcide değil mi? İşte insana en güç gelmesi gereken şey burada yatıyor: İhtilalcileri asıl yüzgeri eden gerekçe başkadır. Onu şu rumuzlu satırlarda okuyoruz: "Durumun Türkiye aleyhine beynelmilel ihtilatlar yaratması mümkündü... Oluk gibi kan akacaktı... Ya Alb. Ünsalan'ın çizdiği müthiş tablo... " (D.S., 40) "Beynelmilel ihtilat", Türkiye'yi üs yapmış Amerika'dan başkası kim olabilir? Demek, alınyazımız bir yol daha yabancıların elinde. Ancak bu da, devrimcil düşünce ve davranışa benzemiyor. Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas Kongrelerine katılırken, "Beynelmilel İhtilatlar" şimdikinden korkunçtu. Emperyalizm Türkiye'yi silah gücüyle dize getirmişti. Açıkçası, ihtilalci ihtilalden korkuyordu. İkide bir yazıyor: "Birliklerin, yeni gelen kumandanları tutuklayarak kendiliklerinden, kendi akıllarına, estiği gibi hareket etmeye kalktıklarını şöyle bir göz önüne getiriniz... Memleketin ne büyük bir felakete sahne olacağını, korkunç bir anarşinin ortalıkta nasıl kol gezeceğini tasavvur etmek çok kolay olur. Ve bizim Harbokulunda neden birliklere alarm vermediğimiz ve emir ve ku-
manda sorumluluğunu neden omuzlarımıza aldığımız açıkça anlaşılır." (D.S., 38) Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal'in böyle düşündüğünü "göz önüne" getirelim. "Kurtuluş" nereye varırdı? Çünkü Saltanat ve Emperyalizm orada da Anzavur Paşalar, Yunan orduları bulmuştu. Bütün görünenlere göre 27 Mayıs'tan sonraki bütün krahların temeli, her şeyi Küçük burjuva ikircilliği ile ele almaya dayanıyordu. Bunun insanı en şaşırtıcı örneği şu olaydı: "Genelkurmay Başkanlığında enterne edilen kumandanlar yerine yeni atananlar gönderilmeye başlandı. "Kur. Alb. Cihat Alpan, Muhafız Alayına giderek Alayın kumandasını ele almış. Bu esnada, Harbokulu emrinde bulunan Muhafız Alayı Süvari Grubunun Kumandanı Bnb. Fethi Gürcan, kendi inisiyatifi ile Alay Karargâhına giderek Alb. Alpan"ı tevkif etmiş ve Alayın Kumandasını ele geçirmiş. "Binbaşı Gürcan namuslu, mert, memleket sever ve cesareti hudutsuz olan bir kişiliğe sahipti. Muhafız alayının emir ve kumandasını aldığı zaman Köşkte: Cumhurbaşkanı, Başbakan, Hükümet üyeleri ve Kuvvet Kumandanları toplantı halinde bulunuyorlarmış. "Bnb. Gürcan, Alb. Aydemire telefonla bu toplantıyı haber vermiş ye hareket tarzı hakkında talimat istemiş. Aydemir de: "- Bizim onlarla işimiz yok, bırak gitsinler... demiş. "Bu olaydan 18.00'de haberim oldu." (D.S., 38) Albay ihtilal yapacak ama İktidardakilerle işi yok! Bu tutum içinde elbet, ikircilikle sallanan: "Bir kısım birlikler meşru nizama bağlılıklarını bildirmişlerdi. İleri harekatın bir iç harbe müncer olması kaçınılmaz bir sonuç olacaktı." (D.S., 39) 

FİNANS - KAPİTALİN ÖCÜ 

Devrim'in anası başka nasıl ağlatılır? Çocukları da ağlatılır. "Aydemir, Birliklerin irtibat subaylarına ve okuldaki subay öğrencilerine: Harekâttan vazgeçildiğini" bildirdi. "Harbokulunda, saat üçten sonraki tablo da hazindir... Gençlerin gözlerinden ip gibi yaş iniyordu. "Hiçbirinin kendi akıbetine aldırış ettiği yoktu. Hep, kafalarda 27 Mayıstı hedeflerine ulaştırmayı ideal olarak taşımışlardı. İşte her şey yine bitmişti. Türkler kim bilir daha neler çekecekti." (D. S., 40) "Bnb. Gürcan 21 Mayıs 1963 olayları sonunda idam edildi." (D.S., 38) Hem, Aydemir'den kaç gün Önce asıldı!

      Suçları, kurulmuş provokasyon tuzağına düşmekti. İdamdan kurtulanlar: "Şeref ve haysiyetini ihlal etmek suretiyle disiplinsizlik" suçunu tarif eden madde ile emekliye atıldılar. 21 Mayıs'ta, aynı suçsuz subaylar başlarından geçenleri şöyle yazdılar: "Dört gün Emniyet Birinci Şubede sandalye üzerinde bekletildik... Et kamyonlarıyla nakledildik... 14'lerden Rıfat Bay kal vardı. Birbirimize kelepçelediler... Demir kapı... Tepeleme pislik dolu helâ... Laf anlamamak için emir almış nöbetçi. Bize işkence etmek için talimat almışlardı... Akkoyunlu devamlı kusuyor, kendini taştan taşa atıyordu. Doktor hastaneye kaldırılması gerektiğini söylüyordu... Ama bu yetkiyi elinden almışlardı... Bu korkunç manzara önünde Muzaffar Özdağ'ın kahrından hüngür hüngür ağladığı gözlerimin önünden hiç gitmez. "Ziyaret günleri ailelerimize çektirdikleri eziyet ve cefa anlatmakla bitirilemez. Bir memleketi işgal eden düşman bile tutukladığı kişilere böyle eziyet ettirmez. Esir kamplarında, hatta tahşit kamplarında bize yapılan muamelelerin misallerini göstermek kolay değildi. Bir de Yassıada tutukluları 27 Mayısçılardan şikayet ederler." (D.S., 41) Evet, Finans - Kapital, Türk subayından Yassıada'nın öcünü böyle aldı, ve onunla yetinmişe de hiç niyetli görünmüyor. "E pu si move!" Acıklı ayrıntılar uzundur... MBK, aslında bir Cunta taslağıydı. Sosyal prensipli bir Parti değildi. Ne değişik bir Ekonomi düzeni tanıyor, ne belirli bir Sosyal sınıf bilinci taşıyordu. Milletin, DP çığıyla hızlanan Proleterleşme (çelişik sınıflar çatışması) gidişinden tedirgindi. O gidişin Ekonomik ve Sosyal kaçınılmazlığını bir Politik klişe formülü ile önlemeye çalıştı. Cuntalardan ve kışkırtıcı elemanlardan gelişigüzel derlenmiş Komite'ye Milli Birlik adını verdi. 

TÜRK ORDUSU HANIMLAŞAMAZ 

Oysa Birlik, Modern toplum anlayışında Birliksizliğin ta kendisi oldu. Çünkü Antika toplum anlayışında bir Lonca, usta ile çırağı nasıl birlik gösteriyorsa, tıpkı öyle, Paşa ile Subayı birlik göstermek istemişti. Orduda, Paşa'la r Ustalar'dı, Albaylar Kalfalar'dı, daha alt subaylar Çıraklar'd\. Ordu ilişkileri bu Lonca ilişkilerine uygundu. Yetki ve Sorumluluk ustadaydı (Paşadaydı). Kalfalar (Albaylar) ancak ustaları kandırabildikleri ölçüde etken olacaklarına inanmışlardı. Çıraklar ne yapsalar, kendi başlarına iseler, isyancı durumuna düşerlerdi. Bu Antika yapısı ile Silahlı Kuvvetler, kaç Paşa varsa o kadar Bölük'tüler; kaç Albay varsa o kadar Eğ/V/m'diler; kaç subay varsa o kadar Asi idiler. Gerçekten Birlik olması için, ister istemez Lonca dışı Modern Toplum Sınıflarından birine uymak zorunda idiler. 19. yüzyılda o sınıf, egemen Kapitalist sınıfı idi. Ordu bu sınıfın emrinde az çok oturaklı ve tutarlı, kendi Siyaset dışı Hiyerarşisini yaşardı. Burjuva Ordusu adını alırdı. Derebeğilik yadigârı Toprak ağaları nasıl Kapitalizmde Modern (Büyük Emlak Sahipleri) sınıfı oldularsa, tıpkı öyle, Lonca armağanı Ortaçağ Çeriliği de siyasetten uzak tutularak kapitalist düzeni içinde özel bir Toton Şövalyeleri gibi Silahlı Tarikat halinde saklandı. 20. yüzyılla birlikte, Kapitalist sınıfı, bütünü ile sınıf olarak egemen olmaktan çıktı. Yalnız Finans - Kapital adını alan Tekelci - İratçı bir zümre mutlak güçlülüğe erdi. Toplumda kapitalist sınıfının çoğunluk zümreleri ikinci kerteye atılınca, Burjuva Ordusu sosyal dayanaklarını yitirdi. Artık eski Milli Ordu'nun yerine, Antika çağın aylıklı askerlerini andıran, Sömürge Ordulan türedi. Anayurdun Silahlı Kuvvetleri de, bir İmtiyazlı Kast durumuna sokuldu. Türkiye'de, oldu olasıya tümüyle ülkeye bir genlik getirmiş Kapitalist sınıfının, şartsız kayıtsız egemenliği tanınmadı. 19. yüzyıl boyunca Kapitalist sınıfının yalnız Kompradorlar zümresi (yani yabancı sermaye ajanları) Türkiye'ye egemen idiler. Cumhuriyetle birlikte Kompradorların yerini Finans - Kapitalist zümresi tuttu. Türk Ordusu Birinci Kurtuluş Savaşında Kompradorların dolaylı dolaysız ihanetleriyle dövüştü. Zafer üzerine bir Klasik Burjuva Ordusu olması düz mantıkla beklenebilirdi. Serbest Rekabetçi Kapitalizm çağı geçmişti. Finans - Kapitalin Sömürge Ordusu olması için ise: ne ekonomik, ne sosyal şartlar elverişli değildi. Türkiye'nin Finans - Kapital zümresi, Tarihcil Devrimler gelenekli ve daha dün Milli Kurtuluş savaşı yapmış Türk Ordusunu, Kore Savaşı gibi uzak serüvenlerde Sömürge Ordusu yapmayı denedi. Türk askeri, Emperyalist lüks imtiyazı içinde yaşayan Amerikan askerine "Hanım" adını takarak döndü. O basit "Hanım" sözcüğünün çok yanlı derin anlamlarını, Türk olmayan bilemez. Finans - Kapital Antika "Moskof, modern "Gomoniz" korkuluğunu var gücü ile sömürerek Türk Ordusunu NATO vb. ne katarken "Hanım"laştıracağını umdu. Ekonomice ve Sosyalcebunun olanağı yoktu. Ne Türkiye genlikli bir modern kalkınmış ekonomi temeline sahipti; ne Finans - Kapital oturaklı ve tutarlı bir kapitalist sınıfının bütünlüğünü ve kendince haklılığını, meşruluğunu temsil ediyordu. O yüzden Türk Ordusu gerek maddesi, gerek ruhu ile, Finans - Kapitalin ne imtiyazlı metropol kastı, ne sömürge aylıklı askeri olamadı. 27 Mayıs bu ekonomik ve sosyal Kritik durumu gidermek yerine büsbütün açığa vurdu. Menderes DP'si, Türk subayını lojman vb. yem borularıyla "evcilleştireceğini" umdu. Aldığı karşılık umut verici olmadı. Demirel AB'si, Orko vb. yem borularıyla DP'nin CİA'dan öğrendiklerini yeniden uygulamaya çabalıyor. Bu, Hacıağa çocuklarını Meclislerde "Transfer" etmek yahut halkoylarını kasaba tezgâhında pazarlamak kadar kolay olacağa hiç benzemiyor. O zaman Türk ordusuna tek yol kalıyor: Halk Ordusu olmak. 27 Mayıs ve sonrası, o çabanın bir denemesidir. Bilince çıkamadığı için kör dövüşüne dönmüştür.

Hikmet Kıvılcımlı.,