Şanlı Bahadır Koç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şanlı Bahadır Koç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Şubat 2021 Çarşamba

PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler

 PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler,






 
11 Kasım 2014


Şanlı Bahadır Koç, 


   Türkiye’nin bir numaralı güvenlik meselesinin PKK olduğu açık olmalıdır. 

Bu konunun dış ilişkilerimizde, askeri stratejimizde, Orta Doğu’ya yönelik politikamızda hep en öncelikli konu olması gerekir. Hükümetin konuya 12 yıl boyunca gösterdiği yaklaşımsa bundan çok uzak olmuştur. PKK Türkiye’nin birliğini, iç ve dış güvenliğini, huzurunu, ekonomisini tehdit eden bir güç değil de sanki ikinci dereceden “sıkıntı” gibi değerlendirilmiştir. Sanki PKK “olmasa daha iyiydi, ama var işte”. Örgütün personel sayısı, ideolojik çekicilik, askeri şöhret, örgü yapısı, liderliğinin plan yapma, karar alma ve uygulama kapasitesini ve Türkiye’ye zarar verme yeteneğini azaltmak, amaçlarını ve hayallerini geriletmek, desteğini azaltmak makul, meşru ve üst düzey önemde konular gibi görülmemiş tir. Bu yönde çaba harcamanın işe yaramadığı düşünülmüştür. “Irak’a 24 harekat düzenledik ama PKK hala var, demek ki bunların bir faydası yok” nakaratı o kadar çok tekrarlanmıştır ki ne kadar saçma olduğu unutulmuştur. Kimse de çıkıp dememiştir, “dişlerimizi her gün fırçalıyoruz ama reklamlardaki kadar bembeyaz olmuyorlar, ama bu yüzden diş fırçalamak gereksizdir denebilir mi” diye. O operasyonlar yapılmasa idi PKK şimdi daha güçlü olacaktı ve eğer o operasyonlar daha titiz planlansa, daha sürpriz şekilde yapılsaydı PKK bugün bu kadar güçlü olamayacaktı. Bazı insanların kafasında askeri güce yönelik alerji ve önyargılar o kadar güçlüdür ki, bu çok basit gerçeği “beyin zarları”ndan içeri geçirmek atomu parçalamaktan daha zordur.  

AKP, PKK ve Süreç

Türkiye’nin Irak, İran, Suriye ve İsrail ile olan ilişkilerini düzenlerken atılacak adım ve söylenecek sözler hep bu PKK meselesine nasıl etki edeceği düşünülerek hesaplanmalıydı. Orta Doğu’da şöhret ve popülerlik geçici, beyhude, faydası sınırlı ve genelde maliyetlidir. Biz bölgede başka konularla meşgulken örgütün ülke içinde ve bölgede elde ettiği mevziler ise somut, tehlikeli ve belki de kalıcıdır. PKK gibi bir problemle karşı karşıya olan bir ülkede liderlerin her gece yatmadan önce “bugün PKK’ya karşı ne yaptım” diye sormaları gerekir. AKP’li liderlerin bunu yaptığını hayal etmek zordur. İki mesele arasında çok büyük farklar olduğunu unutmadan belirtmek gerekir ki, örneğin İsrailli liderler için Filistin meselesi –son zamanlarda eklenen İran tehdidiyle beraber- kesinlikle böyledir. En tepeden yeterince ilgi görmeyen konular bürokrasinin daha alt katlarında da az önemli gibi algılanabilir. AKP, PKK meselesini “eski Türkiye’den devraldığı” bir yük, nasıl olursa olsun kurtulunması gereken bir ayakbağı gibi görmüş ve örgütle yapılan mücadeleyi kazanmaktan çok “bitirmeyi” daha önemli görmüştür.

Türk güvenlik güçlerinin bugün ve gelecekte PKK’yla hangi felsefe, doktrin, personel yapısı, organizasyon, istihbarat, silah, teçhizatla savaşması gerektiğine dair AKP hükümetleri döneminde siyasilerin ve onların yönlendirdiği bürokratların çok fazla kafa yorduğuna dair dışarıya pek bir işaret yansımamıştır. Muhalefet partilerinin de göreve gelmeden çok önce bu konuda gerçekçi, rasyonel, analitik, ayrıntılı ve titiz plan ve kadrolarını hazırlamaları gerekir. Ancak siyaseti biraz yakından takip eden hiç kimse bu konuda iyimser olamaz. Türkiye’de stratejik konularla ilgili konuşma konusunda büyük bir isteklilik olmakla beraber gerekli donanım ve tecrübeye sahip insanların, stratejik meselelerin “gramerine”, teorisine, kavramlarına ve tarihine, dünyadaki örneklerine ve tartışmalarına vakıf insanların sayısı sanki çok değil gibidir. Türk medyasında, üniversitelerinde ve hatta düşünce kuruluşlarında terörle mücadele konusunu meselenin Türkiye’deki tarihini, dünyadaki akademik ve siyasi tartışmalarını tam mesai yaparak takip edenlerin sayısı tehlikeli derecede azdır. Olanların da hükümetler tarafından görüşlerine başvurulduğu, dinlendiği ve hatta anlaşıldığından emin olamıyoruz. Türkiye’de mevcut ve emekli bürokratlar ve askerler, akademisyenler, uzmanlar, gazeteciler arasında sınırlı ve kapalı devre de olsa bir terörle mücadele tartışması yoktur. YÖK ve benzer kurumların yurtdışında terörle mücadele konusunda çalışmak için burs verdiği öğrenciler olmamıştır. Bu konulara hasredilmiş süreli yayınlar, verilen burslar, düzenlenen konferanslar, uzmanlaşmış web siteleri, verilen dersler, entegre üniversite programlarından oluşan entelektüel bir terörle mücadele ekosistemimiz olsaydı bugün PKK’ya karşı durumumuz “böyle” olmayabilirdi. PKK büyüklüğünde problemi ve kendisine saygısı olan başka hiçbir ülkenin üniversitelerinde o terör örgütüyle ilgili yapılmış çalışmaların toplam sayısı mesela postmodern şu veya bu yazarın eserleriyle ilgili olandan daha az olmazdı ama maalesef Türkiye’de durum budur.  

Tüm bu genel kurumsal ve entelektüel eksiklikler yine de AKP’nin PKK konusunda gösterdiği zafiyet, ilgisizlik ve başarısızlığın mazereti olamaz. AKP, PKK’ya karşı bazı büyük karakol saldırılarından sonra kamuoyunun “gazını almak” için yapılan ve etkisinin kendi ilan ettiğinden çok daha az olmuş olma ihtimali yüksek kozmetik birkaç operasyon sayılmazsa, PKK’yı aslında büyük ölçüde kendi haline bırakmıştır. ABD’nin Irak’taki varlığı sırasında Washington’la PKK konusunda etkili pazarlıklara girilememiş, bu başkentin bizi oyalaması ve uyutmasına izin verilmiştir. Bu dönemde PKK tekrar güçlenmiş, serpilmiş, personel, silah, kaynak, askeri ve siyasi örgütlenme anlamında ilerlemeler kaydetmiştir. Örgüte yardım eden veya göz yuman Barzani gibi dış aktörler cezalandırılmak bir yana ödüllendirilmiştir. PKK’lı olmak riskli bir şey olmaktan çıkmıştır. Kandil bir bir tatil kampı kadar güvenli hale gelmiştir. Türk kamuoyu PKK ile mücadele konusunda iktidardan ve medyasından da etkilenerek ilgisiz, isteksiz, bıkkın ve yorgun hale gelmiştir. Bu dönemde Kürtçü tezlerin çoğu medyada “başköşedeki değişmez mobilyalar” haline gelmiştir. PKK’ya karşı daha sert politika ve yaklaşım önerenlere medyada oldukça sınırlı derecede ve daha çok “hadi bunlardan da biri olsun bari” edasıyla yer verilmiştir. Hükümet PKK’yla mücadeleyi zayıflatmayı adeta ülke siyasetinde daha önceki dönemde hakim olan sağlıksız ve anti-demokratik asker etkisini azaltma ve hatta onun intikamını almanın bir yolu gibi görmüştür. Bu arada askerler eskiden ne demiş ve yapmışsa onun tersini doğru kabul etme gibi bir refleks oluşmuştur.

Müzakere

Terör örgütleri ile görüşülmez diye bir şey yoktur. Müzakere de edilebilir. Ancak bu müzakerelerin alenen, stratejik konularda ve üst düzeyde yapılmasının şartları, bedelleri, mahzurları ve riskleri vardır. Esir değişimi, kısmi ve geçici ateşkes, lokal ölçekteki bazı insani meselelerde terör örgütleriyle görüşülebilir. Daha üst düzeyde görüşmelerinse kesinlikle en azından belli bir süre gizli olması gerekir. Devletlerin nihai ve stratejik ölçekte “çözüm odaklı” müzakerelere oturmadan önce, 


1) Terör örgütüne karşı verebileceği mücadelenin azamisini verdiğinden emin olması, 

2) Örgütü yeterince “döverek” onu hem yetenek hem de amaçları ve iradesi boyutunda zayıflatması, 

3) Özellikle örgüt liderlerine kendilerine yönelik sürekli, etkili, sürpriz, nokta saldırılar olacağını düşündürtmesi, 

4) ve dolayısıyla “mızıkçılık” yapmanın, oyalama, “salam” ve kandırmaca taktiklerine başvurmanın bedeli olacağını göstermiş olması gerekir. 


   Karşı tarafın kabul edilebilir bir çözüm için kıvama geldiğinden emin olmadan ve onu geri alınmaz bazı ödünler vermeye zorlamadan oturulan pazarlıkların ve verilen ödünlerin savunması olamaz. Silahlı çatışma müzakere sırasında tamamen durmak zorunda da değildir. Ateş gücü, şiddeti tırmandırma konusunda yeteneği ve “siniri” konusunda üstün olduğunu karşı tarafa kabul ettirerek oturulan ve sürdürülen müzakerelerde devletlerin başarılı olma ihtimali daha yüksektir. Türkiye PKK ile müzakereye yukarıdaki şart ve avantajların hiçbirini sağlamadan oturmuştur. Bu askeri üstünlüğü sağlamaya çalışıp başaramamış bile değildir. Bunu denememiştir. Buna karşılık belki denebilir ki, “şimdi biz askeri üstünlük kazanmaya çalışsak, onlar bombalar patlatacaktı ve bu kısır döngü sürecekti. Biz bunu gördük ve o yola hiç girmedik”. Belki de. Ama sanki cesaret ve sabır eksikliği, orduyu PKK ile daha iyi savaşacak hale getirmek için çaba harcamak istememe, bunun nasıl olabileceği hakkında bir fikri olmama, hep kolay kısa yollardan sonuca ulaşmaya çalışma, terörle mücadelenin zor ve uzun bir yol olduğunu görememe, iç siyasi beklenti ve endişeler AKP’nin müzakereye –belki farkında bile olmadan- “düşük koltuk”ta başlamasına neden olmuştur. PKK’yla anlaşma isteğinin değilse bile zamanlamasının muhtemelen seçimler gibi iç siyasi nedenleri vardır. PKK’nın bunun farkında olduğu açıktır. PKK zaten herhalde Ankara’da AKP’nin iktidar olmasını tercih eder. Bu parti ve liderlerinin müzakere etmede kendilerine aşırı güven duyduklarını, bu konuyu “çözerek” tarihe geçmek istediklerini, daha önce bu konuda başarılı olunamamış olmasının geçmişteki beceriksiz, vizyonsuz ya da kötü niyetli liderler nedeniyle olduğunu düşündüklerini de söyleyebiliriz.AKP’nin DNA’sında her sorunun biraz iyiniyet ve yaratıcılıkla çözülebileceğine dair çocukça – ve sonuçları bu kadar vahim olmasa komik- bir inanç ve iyimserlik vardır. AKP’nin müzakere masasına otururken muhatabının siyasi durumunu, gücünü, zaaflarını, liderliğini, amaçlarını, düşünme ve karar alma biçimini, bölgesel durum ve senaryoları yeterince çalışmadığını da düşünüyoruz. Ayrıca MİT kurumunun Öcalan’ı kullanma konusunda hep olagelmiş ama bizim abartılı bulduğumuz ve Türkiye’nin elinde patlayacak diye korktuğumuz takıntısının AKP’lilerce de “satın alındığı” görülmektedir.    

Halbuki AKP’nin yürüttüğü süreçte örgüte karşı silahlı, psikolojik ve diplomatik üstünlüğün hiç ele geçmemiş olduğu görülmektedir. PKK müzakereyi devletin kendisine ve kendisi üzerinden Kürtlere tek taraflı, somut, geri alınamaz ödünler vermesi olarak görmüş ve Hükümet de bu algıyı bozacak bir adım atamamıştır. PKK müzakereye daha fazla ihtiyaç ve istek duyan tarafın AKP olduğunu ne unutmuş ne de AKP’nin unutmasına fırsat vermiştir.PKK silah bırakmayı bırakın asker çekme konusundaki sözlerini bile yerine getirmemiştir. Sadece asker çekmekten kaçınmakla kalmamış kamuoyunu bu konuda yanıltmıştır. Davutoğlu’nun son açıklamasından asker çekmediklerini Hükümet’in de bildiğini öğreniyoruz. Yani aslında kamuoyunu yanıltan sadece PKK değil AKP de olmuştur. Hükümetin Türk halkına “yalan” söylemiş olmasının ne kadar ciddi olduğu açık olduğu gibi bu yalanın bazen devlet işlerinde olduğu gibi bir gerekliliği ve mantığı da yoktur. Çünkü PKK’nın asker çekmekten kaçınması sınırlı bir sayı ve dönem boyunca değil sürekli ve büyük boyutta devam etmiştir. Açık konuşalım, böyle önemli bir konuda bu kadar ciddi bir yalan söylediği için AKP Hükümeti ve liderleri utanmalıdır. Çünkü bu, ünlü Fransız devlet adamı Talleyrand’ın dediği gibi, “Suçtan da beter bir şeydir, bir (stratejik) hatadır”. Bir müzakereyi karşındakinden güçsüz olarak oturarak, bunu onun bilmesini sağlayarak ve hareketinizle bu durumu tekrar tekrar üreterek kazanamazsınız. Bu durumda ne başarı ne barış, hiç bir şey kazanmak mümkün değildir. PKK alttan alınarak, “yaramazlıklarına”, “kaçamaklarına” göz yumularak, zayıf olunarak, öbür yanak her defasında dönülerek insafa getirilebilecek bir aktör değildir. PKK’nın eksiklikleri ve taktik hataları olabilir ama Orta Doğu siyasetinde geçirilen yılların getirdiği tecrübenin de sayesinde, zayıflığı koklama ve kullanma konusunda bir eksikliği olmadığı açıktır.

Süreçle ilgili bir başka bariz sorun da, bir ateşkesin örgütün bölgesel plan, meşguliyet ve “sorumlulukları” düşünüldüğünde neredeyse onun için mükemmel bir zamanda gelmiş olmasıdır. PKK “anaların ağlamadığı” saldırmazlık dönemi içinde Irak ve Suriye’de önemli coğrafi, askeri ve siyasi kazanımlar elde etmiştir. Bu dönemde arkasında bir Türkiye tehdidi hissetmemiş olması PKK’nın elini boşaltmış ve rahatlatmıştır. PKK bu dönemi çok iyi değerlendirmiş ve Suriye’deki “kantonlarını” özyönetim gibi fikirleri uygulayabileceği bir siyasi laboratuar ve “reklam filmi” olarak görmüştür. Ayrıca Suriye’deki bu bölgeler PKK’ya ateşkesin bitmesinden sonra –ki zaten örgüt AKP’den farklı olarak bu ateşkesin geçici ve taktik bir ateşkes olduğundan hiç şüphe etmemiştir-  Türkiye’ye saldırmak için yeni imkânlar da yaratacaktır. PKK Suriye’de ABD’nin yardımıyla IŞİD’i püskürtürse “ortalık durulduktan sonra” Türkiye ile pazarlığa çok daha güçlü bir şekilde oturacaktır. Kısacası şu anda yürümediği açık olan, yanlış zamanda yanlış şekilde dizayn edilmiş, zayıf oturulmuş bu “çözüm süreci” boyunca Türkiye’nin elleri “armut toplarken” PKK gücünü, manevra alanını, haklılık algısını, prestijini, popüler desteğini, kendine güvenini, dış bağlantılarını ve meşruiyetini, beklenti, hayal ve taleplerini arttırmıştır. PKK muhtemelen AKP vasıtasıyla Türkiye’nin bir çözülme psikozuna girdiğini düşünmüş olmalıdır. Haksız da değildir.

Türkiye hükümeti, devleti ve kamuoyuyla beraber PKK’ya karşı bir çaresizlik ve felç durumuna düşmüştü. Kobani sonrasında yaşanan olayların ülkeyi bahsedilen bu zihinsel, fiziksel ve iradi komadan çıkarmasını umalım. Ama somut gerçekler aslında çok fazla umutlu olmaya izin vermiyor. Olaylarda ölenlerin “daha 7si olmadan” işareti verilen yeni ödünler, jestler ve paketler saldırganı hem de hemen ve ciddi şekilde ödüllendirerek çok tehlikeli bir zayıflık sinyali göndermektedir. Bölgesel ihtirasları ve "sorumluluğu" olan PKK’nın IŞİD’in varlığı nedeniyle görünür gelecekte silahsızlanmaya ikna olması “istese bile” mümkün değildir. Bu doğruysa süreç denen şeyin altı, içi, her tarafı boş demektir. Bu durumda süreç Türkiye’nin tek taraflı vereceği ödünler silsilesi haline gelecektir. Olur da Hükümet bu konularda biraz “yavaşlar” gibi olursa PKK ülke içinde son yaşadığımıza benzer olayları tekrar yaşatmakla tehdit edecek, seçime bu şekilde girmeyi göze alamayacak AKP de kimi açık kimi gizli yeni ödünler vererek “yola gelecektir”. Kısacası AKP tamamen ters yöne giden yanlış otobüse bindiğini fark ettiği halde "durumu çaktırmazsa" sorunun kendiliğinden hallolacağını sanan birine benzemektedir.

Ancak hükümetin bu acınası haline ek olarak Kürtçülerde Türkiye’ye yönelik gösterilen kadirbilmezlik, şımarıklık, kurbanın hep kendileri olduğundan emin olmak, beleşçilik, yavuz hırsız bastırırcılık Türklerde çok ciddi bir alt duygusal karşı akım yaratıyor olabilir. MHP ise bu durumu kullanmak ve savunmayı geçelim; anlamaktan bile acizdir. Türklerin kendilerini savunmak için söyledikleri ve yaptıkları her şeyi faşistlik olarak damgalama kolaycılığına düşen “enteller” medyada hakim durumdadır. Milliyetçi entelektüeller bu tekeli zorlayıp kırabilecek bir performans gösterememişlerdir. Halbuki Türkler kendi ülkelerinde sürekli itilip kakılıp azarlanmaktan, suçlanmaktan hiç memnun değiller ve ruh hallerini artiküle edecek sözcülere ihtiyaçları vardır. Eğer bu sözcü ve siyasetçileri bulamazlarsa esas o zaman faşist duygular altta kaynamaya başlar. Bir ülkede sadece azınlığın değil çoğunluğun da hakları vardır ve evet bazılarına bu ne kadar garip gelse de, bu ülkede Türklerin de hakları vardır.

SURİYE

ABD ile bozuşmak için seçilecek konu Suriye değil PKK olmalıdır. Ancak, muhalefet partileri de Hükümetin Suriye ile ilgili bir kısmı haklı, gerekli girişimlerine tamamen kapalı olmamalıdır. Türkiye’deki Batıcı kamuoyunun yazdıklarının aksine Suriye’de buraya yeni mülteciler gelmesini engelleyebilecek ve zamanla var olanların transferini sağlayacak güvenli bölgeler kurmak mümkün olabilir. Obama’nın bu tür girişimlere mesafeli olduğu doğruysa da ABD dış politika elitleri arasında bu yönde bir eğilim oluşmaya başlamıştır. IŞİD yenilse bile onun yerini PKK ve diğer Kürtler almayacaksa Suriye’de etkin bir muhalif güç olmalıdır. Tüm eksik ve kusurlarına rağmen bu gruplara seçici, kontrollü ve şartlı da olsa destek verilmezse IŞİD’i oluşturan faktörlerin başka aşırılıkçı tehlikeler yaratacağı açıktır. Ayrıca Beşar Esad’ın muhaliflere değil IŞİD’e saldırması gerektiği, muhaliflerle Esad’ın önce Halep olmak üzere aralarında ateşkes yapmaları ve bunun için Şam’ın muhaliflere bazı jestler yapması gerektiği söylenebilir. Suriye muhalefetini tamamen terk etmek ahlaki nedenlerin dışında stratejik açıdan da Türkiye açısından yanlış olur. Yeni ve belki daha büyük mülteci akınları, PKK’nın sınırımız boyunca etkisinin daha da artması ve düşman ve muzaffer Şam rejimini arkasına alarak Türkiye için daha büyük tehdit yaratması böyle bir gelişmenin ilk akla gelen muhtemel olumsuz sonuçları arasındadır.     

Ama konu ile ilgili henüz cevabı olmayan sorular, belirsizlikler ve riskler de vardır. Muhalefetin bu konuda daha fazla soru sorup bilgi talep etmesi, muğlak noktaları netleştirmeye çalışması ve ikna olursa önce PKK’ya karşı askeri adım atılması şartıyla Hükümete sınırlı ve geçici destek vermesi doğru olabilir. Söz konusu güçte hangi ülkelerin olacağı, bunların hukuki statüleri, angajman kuralları, görev süreleri, amaçları, silahlı muhaliflerle ilişkileri gibi konular daha fazla netleşmelidir. Hükümet bu ve benzeri konularda muhalefeti daha etkili bilgilendirmelidir. Bunların yanında güvenli bölgelerin sayı ve coğrafi olarak doğru seçilmesi, Şam yönetiminin buralara yanaşmaması için yeterince caydırılması ve İran’ın buralara yönelik provokatif ve isimsiz saldırılardan kaçınması için uyarılması gerekir. AKP de en azından görünür gelecekte amacın Şam’daki rejimin devrilmesi değil durdurulması ve gerçek bir müzakereye oturmasının sağlanması olacağını kabul etmelidir.  

Son ama en az önemli olmayan bir konu da kamu diplomasi meselesidir. Türkiye Batı’dan, Kürtçülerden ve içerideki malum çevreden gelen/gelecek kendisini Kobani konusunda suçlu hissettirmeye yönelik söyleme direnip karşı koymalı ve dünyaya Kobani ve IŞİD konularında yaptıklarını ve yapmadıklarını daha etkin anlatabileceği kamu diplomasisi atakları yapmalıdır. Türkiye bu konuda bir müsteşarlığa ve hatırı sayılır bir kaynak ve personele sahip olmasına rağmen PKK, Kobani ve Suriye-IŞİD konularında dünyaya derdini anlatmaktan çok uzaktır. Medyanın titiz ve hızlı şekilde takip edilip hedef kitlelere Türkiye’nin mesajının hızlı, nokta atışla, duru ve anlaşılır bir dille etkin olarak iletilmesi imkânsız değildir. Bunun için kaynakların, argüman ve haberlerin tahlili, argüman üretme, teknik beceri ve bunları yaratacak ve yönetecek bir liderliğe ihtiyaç vardır.  Örneğin Ankara’nın pozisyon, iddia, icraat ve şikâyetlerini Türkiye’deki yabancı gazetecilere çok daha etkin bir şekilde aktarmanın mümkün olduğundan eminiz.         

SONUÇ

PKK konusunda “zorunlu hareketler” örgüt hakkında doğru, hızlı, nokta, insan kaynaklı, “yerli”, önleyici ve stratejik istihbarata sahip olmak ve bunu askeri ve polisiye yöntemlerle en etkin şekilde kullanarak onu sürekli baskı altında tutmaktır. “Artistik hareketler”se güç kullanarak örgütü kıvama getirdikten sonra, doğru zamanda, parametreleri doğru çizilmiş, karşı tarafı daha baştan kalıcı bazı ödünler vermeye zorlayan bir müzakere ortamı yaratmaktır. Türkiye daha bunlardan ilkinde hiçbir adım atmadan pazarlık safhasına geçmeye çalışmış ve çok başarısız bir performans göstermiştir. Böyle olmak zorunda değildi. Mevcut çıkmaz yoldan dönülürse durumu toparlama imkanı hala da vardır. Ama bu kaçış penceresinin hep açık olmayacağı açıktır. Bu işin hemen çözüleceği yoktur. Çözülebilecek olsa bu gerçekten iyi olurdu ama durum öyle değildir. “Süreç” denen ve hiçbir gerçekçi ve sağlıklı stratejik mimariye sahip olmayan garabet, PKK’nın güç ve beklentilerini, tabanını seferber etme yeteneğini ciddi şekilde arttırmıştır. Bunu tekrar aşağılara çekmek kolay olmayacaktır. Ama başka bir yol da yoktur. Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakları vardır. Ama onun ötesinde otonomi ve Anayasa’da devleti Türk-Kürt devleti yapma gibi taleplerin gerçekçi ve haklı bir karşılığı yoktur. Ama silah olmadığı sürece bunlar da “efendi bir şekilde” tartışılabilir. Ama bunun için silahların susması, gömülmesi, “eve dönüş” gibi adımlar gereklidir. PKK’nın bunu kendi başına, kısa vadede ve kolayca yapacağı yoktur. Buna zorlanması gerekmektedir.   

   

Aşağıdakiler arasında bir çelişki yoktur: 

1) PKK’yla konuşulmalıdır, 

2) PKK’ya tek taraflı, büyük, geri alınamaz ödünler verilmemelidir. 

3) Örgüt silah bırakıncaya kadar PKK liderlerinin hayat güvenliği kalkmalıdır, 

4) Bu iş sadece silahla çözülmez ama silahsız da çözülmez. 

5) Tango –çözüm- için iki kişi gereklidir. PKK’nın gerçekte ne istediği belli değildir. 

    Amaçları, söylemi, davranış şekli sürekli değişmektedir. PKK’nın kafası karışıktır ve Türkiye’nin çözüldüğünü düşünmektedir. PKK liderlerinin kafasına inecek bir kaç bomba onların konsantrasyonunu arttıracak bir etki yapabilir. PKK liderlerinin bir Türk hava bombardımanı ya da komando harekâtına hedef olma ihtimallerinin boğazlarına kılçık kaçarak ölme ihtimalinden daha az olması kabul edilemez. Bayık ve Karayılan gibi önde gelen PKK liderlerinin can güvenliği Türkiye’deki ortalama bir vatandaşınkinden fazla olmaya devam ettikçe “bu iş bitmez”.Bu tek başına yeterli de değildir ama gereklidir. Yarına sağ çıkıp çıkmayacağını bilmeyen PKK liderleri müzakerelere hem süreç hem de sonuç olarak daha farklı bir gözle bakacaklardır. PKK liderleri için çözüm ve örgütü tasfiye burun kıvırdıkları bir şey değil “ölümden önceki son çıkış fırsatı” haline getirilmelidir. MİT’in en önemli görevi örgütle müzakere etmek değil, onun eylemlerini engelleyecek ve ona karşı etkili operasyonlar düzenlemek için gerekli istihbaratı sağlamak olmalıdır. PKK kıvama gelinceye kadar müzakereler askeri, taktik ve teknik konularla sınırlanmalı ve jest-ödün-paket bağımlılığından kurtulunmalıdır. Cehenneme giden yollar kötü dizayn edilmiş süreçlerin taşlarıyla örülüdür. PKK’yı aslında elde edemeyeceği şeylere ulaşabileceğini düşündürtmek çatışmayı daha da uzatır ve kanlı hale getirir. Zayıflık kadar şiddet üreten ve davet eden bir şey yoktur. Türkiye PKK ile tek elle güreşirse maçı kazanması sürpriz olur.

Türkiye Batı ile işbirliği yapan ve onun “işine yarayan” bir PKK’ya karşı da sürekli ve etkili askeri güç kullanmaktan kaçınmayacağını kanıtlamalıdır. Türkiye’nin –kendi yanlış şekilde PKK’yla direk ve dolaylı görüşse ve hatta müzakere etse bile- ABD’nin PKK’yla olan kontak, koordinasyon, işbirliği ve silah transferleri hakkında bilgi ve sınır talep etme hakkı vardır. Ankara Batı’nın bu tür adımlarını en üst düzeyde, güçlü şekilde, tekrar tekrar protesto etmekten kaçınmamalı ve bu çağrılarına karşılık alamazsa bu ülkelerle İncirlik dahil askeri işbirliğini kısıtlayacağını inandırıcı bir şekilde belirtmelidir. 

PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler (21yyte.org)


***

26 Kasım 2017 Pazar

Türkiye, ABD, İran ve Barzanistan,

Türkiye, ABD, İran ve Barzanistan, 

Şanlı Bahadır Koç,
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü     
Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
19 Ağustos 2014 Salı


Olur da Barzani bağımsızlık düğmesine basarsa artık AKP’nin ve onu destekleyenlerin  “Kürt politikamızın” başarılıymış gibi davranmaya devam etmesi güçleşecektir. Bir Kürt devleti Türkiye'ye ne yapar? Şu anda Barzani ile "aramızın iyi olması" onlarca yıllık önemdeki böyle bir meselede karar alırken 
tek başına belirleyici bir faktör olmamalıdır. Kürt devletinin sorun ve hatta ciddi bir tehdit olması için Türkiye toprakları üzerinde hak iddia etmesi 
gerekmez. Bu devlet sadece varlığı, yaratacağı emsal ve çekim gücü ile PKK başta olmak üzere Kürt siyasi hareketinin muhayyile, hesap ve pazarlık pozisyonu üzerinde tehlikeli etkiler yapacaktır.  

Irak’tan kopacak bir Kürt devletine “izin vermek,” destek olmak ve hatta onu bazı durumlarda korumak karşılığında Ankara olarak Barzani’den;

1) Türkiye toprakları üzerinde hak iddia etmeyeceği, Türkiye’nin içişlerine hiçbir şekilde karışmayacağı,

2) topraklarında PKK varlığına ve onun propaganda, lojistik ve adam devşirme gibi faaliyetlerine kesinlikle izin vermeyeceği, hemen değilse bile belli bir 
süre sonunda bölgeyi terketmeyen PKKlıları yakalayarak Türkiye’ye teslim edeceği, bazı olağanüstü durumlarda Türkiye’nin PKK’ya yönelik askeri 
operasyonuna izin vereceği,  

3) Türkmenlere “iyi davranacağı” ve onlara çoğunluk oldukları bölgelerde otonomi vereceği ve Ankara’nın bu konuda garantörlüğünü kabul edeceği ve Türkmen bölgesinin petrol gelirinden nüfusu oranında pay alacağı,  eğer dahil olursa Kerkük’ün yeni devlet içinde özel statü sahibi olacağı,

4) yeni devletin Kürt petrolünü dünyaya Türkiye üzerinden pazarlayacağı, bu petrolde isterse Türkiye’nin önceliği olacağı, belki Türkiye’ye avantajlı 
fiyattan petrol değilse bile gaz vereceği,

5) topraklarında üçüncü ülkelerin üslerine yer vermeyeceği,

6) tüketim malları, yatırım, bankacılık, enerji gibi konularda Türk firmalarına ayrıcalık vereceği, dış ticaretini Türkiye üzerinden yapacağı gibi konularda 
sözlü ve yazılı garantiler istenebilir ve belki alınabilir de, ama bunların bağlayıcılığı ve güvenilirliği ne kadar olur? Zamanla Kürtlerin Türkiye’ye olan 
bağımlılıklarını hafifletmeyeceklerinden ve ona alternatifler bulmayacaklarından emin olunamaz.  Örneğin, bu yeni Kürt devleti zaman içinde bölgede dengeler ve güvenlik durumu değiştiğinde petrolü Akdeniz’e Suriye üzerinden çıkarmak isteyebilir ve bunda başarılı olursa Ankara’ya verdiği yukarıdaki türden taahhüt 
ve garantilere bağlı kalmak konusunda daha az istekli hale gelebilir.  

Türkiye güçlü olduğunda bile bunu stratejik olarak “nakde çevirmekte” çok başarılı olamayan bir devlettir. Barzani yönetimi ile güç, büyüklük, alternatif 
ve leveraj farklarından kaynaklanan Türkiye lehine asimetrik durum pratikte somut kalıcı ve bağlayıcı avantajlara çevrilememiştir. Türkiye’nin K. Irak 
yönetimi ve kurulursa bağımsız devleti üzerindeki etkisi ve leverajı sınırsız olmayacaktır. Kaldı ki, Barzani ve Talabani birçok açıdan Ankara’ya ihtiyaç 
duydukları dönemlerde bile Türkiye’deki Kürt meselesi ile ilgili rahatsız edici söylem ve uygulamalarda bulunmaktan kaçınmamışlardı. PKK’yı kendi egemenlikleri ve liderliklerine tehdit ve alternatif görmelerine rağmen Kürtler arasındaki siyaset ve iletişimin geldiği nokta itibariyle ona karşı askeri güç kullanmaları artık kolay değildir. Türk sermayesi, boru hatları, enerji pazarı, tüketim malları, gayrı resmi “güvenlik garantisi” gibi şeylere olan ihtiyaç ve hatta bağımlılıklarına bel bağlayarak orada bir Kürt devleti kurulmasının bize zarar vermeyeceğini düşünmek aşırı iyimserlik olur. Barzani ve Talabani ve partileri birçok açıdan problemli liderler olsalar bile Türkiye açısından temel sorun niyetleri, karakterleri ve hatta uygulayacakları politika değil yaratacakları 
emsaldir. Kürt devletinin Türkiye için yaratacağı menfi etkiler dolaylı, gecikmeli, yavaş, kademeli ve ilk başta muğlak olacak ve “derinlerden gelecek” 
olmakla beraber bu nedenle daha az gerçek ve daha az önemli olmayacaktır.   

Barzani ile PKK arasında hep bir şüphe, rekabet ve gerilim olacaksa da bu durum ikisi arasında taktik nedenlerle veya "Kürt kamuoyunun baskısı" yüzünden 
iletişim, işbirliği ve dayanışma olmayacağı anlamına gelmemektedir. Kısa vadede mesela IŞİD ile peşmergeler arasında yaşanabilecek çatışmalara PKK‘nın Barzani yanında katılması bu iki aktör arasında önemli bir emsal ve "duygusal bağ" yaratabilir. Bu tür intra-Kürdist dayanışma örnekleri gelecekte pan-Kürdist 
dinamiklerin temelini oluşturabilir. Bu tecrübe ve duygular, tepedeki farklılıklar ve güvensizliklere rağmen ileride PKK'ya karşı Kürt bölgesinden 
popüler düzeyde maddi ve duygusal desteğin eksik olmayacağını düşündürtebilir. Son yıllarda "sınırların açılmasıyla" Kürtler arasında iletişim kanalları açılmış, iki ülkenin Kürtleri birbirlerini daha iyi tanımaya başlamıştır. 

Milliyetçilik ve kendi devletine sahip olma isteği bazen lider ve halklara rasyonel olmayan şeyler yaptırabilir ama yine de Barzani’nin sınırsız olmayan 
petrol gelirini Türkiye’deki Kürtlerle paylaşmak zorunda olacağı büyük bir Kürdistan’ı istediğini düşünmek doğru olmayabilir. Barzani muhtemelen 
“Türkiye’deki Kürtler” kartını Ankara’nın kendisine yönelik yaklaşım ve politikasını istediği kıvama sokmanın bir aracı olarak görmektedir. Ama Barzani 
zenginliğini diğer Kürtlerle paylaşmak istemese bile iç ve Kürtler arası meşruiyeti sağlamak ve PKK’dan kendini sakınmak için “koruma parası” vermek 
zorunda kalabilir, ki belki zaten şimdi bile veriyordur.

Son dönemde Batı ve hatta Türk kamuoyunda K. Irak yönetimi ile ilgili  sempatik yayınların arttığı görülmektedir. K. Irak yönetiminin başta Türkmenler olmak 
üzere azınlıklara yönelik karnesi Orta Doğu’nun genelinin altında değildir ama çok üstünde de değildir. “Kürdistan’ın ekonomik başarısı” denen şey de aslında 
büyük ölçüde Bağdat’tan gelen petrol gelirinin önce KDP ve KYB elitleri arasında paylaşılması ve sonra altyapı harcamalarına yönlendirilmesinden ibarettir. 
Bölgede üretim anlamında önemli bir ilerleme olduğu söylenemez. Yaşanan “patlama” büyük ölçüde gayrı-menkul, tüketim malları ithalatı, kısmen Irak’ın 
geri kalanından gelen turizm ve huzur arayan Iraklı sermaye akışı ve esas olarak ilerideki petrol gelirinin yaratacağı düşünülen zenginlik beklentisi üzerine 
bina edilmiştir ve birçok açıdan hadi sanal demeyelim ama kırılgandır. K. Irak’ta rüşvet, ahbap-çavuş ilişkilerinin boyutu, başta Barzani olmak üzere bazı 
ailelerin ekonomik hayattaki hakimiyeti zaten bilinen şeylerdir. Son olarak bazen hakkında methiyeler çizilen peşmerge kuvvetlerinin konvansiyonel bir 
askeri çatışmada, elbette karşısındaki rakibe göre değişmekle beraber, çok etkili bir performansı olamayabileceği düşünülmelidir. Ancak Iraklı Kürtlerin 
ülkenin geri kalanıyla arasında önemli siyasi, ekonomik ve belki de en önemlisi duygusal kopuşlar yaşandığı ise açıktır. Arapça bilen genç Kürtlerin oranı 
yüksek değildir. Bazı kesimlerde ve siyasi elitler arasında daha çok KYB kesiminde bağımsızlık yönünde adım atılırsa bunun yol açabileceği zorluklarla 
ilgili endişeler olsa da, duygusal anlamda bağımsızlık yönünde güçlü bir halk desteği olduğu da görülmektedir.

Dış politikada neyin büyük, derin, kalıcı ve acil olduğunu sezmek çok önemlidir. IŞİD tehlikesini hem içerik ve doğa, hem büyüklük hem de süre (kalıcılık) 
açısından abartmak bizi başta Kürtler olmak üzere değişik aktörlere aslında vermemiz gerekmeyen (vermemememiz gereken) ödünler vermeye yönlendirebilir. 

“IŞİD çıktı o zaman tampon olarak Kürt devleti kurulsun” diyenler cahil, aptal veya şaşkın değillerse bizi öyle zannediyor olmalılar. “Kim daha ‘kötü’ ise o 
aynı zamanda daha büyük tehdittir” diye düşünmek doğru olmayabilir. IŞİD kalıcı olduğu şüpheli, etrafında onu boğmak için hazır bekleyen dolu düşmanı olan, Sünniler arasında bile uzun va hatta orta vadede destek bulması güç, metotları nedeniyle itici bir örgüt ve tehdittir. Türkiye ve Türklere yönelik eylemlerde bulunmasına karşı tetikte olmak gerekir. Ama IŞİD nedeniyle Kürt devletine razı olmak eve giren fare nedeniyle onu paldır küldür ucuza satmaya benzer. 

Barzani’nin Türkiye’nin Kürt devletine karşı çıkmayacağı ve bunu engellemeye çalışmayacağı şeklindeki açıklamaları Ankara’nın bir caydırıcılık başarısızlığıdır 
ve bu vahim durum muğlak ve kuru Dışişleri açıklamalarıyla tamir edilemez. Barzani Türkiye'nin söylem, vücud dili, sessizlik, vurgu, eğilim, mevcut ve geçmiş tatbikat ve inandırıcılığını tarttıktan sonra, birçok başkaları gibi, Ankara‘nın Kürt devletini aktif olarak engelemeyeceği sonucuna varmıştır. Hüseyin Çelik’in Financial Times’a Başbakan’a rağmen değilse bile ondan habersiz ve izinsiz yapıldığını düşündüğümüz açıklamaları da Ankara’nın bu konudaki kafa karışıklığı ve stratejik berraklık yokluğu ile mesaj disiplini, koordinasyon, konsantrasyon ve liderlik zaafının boyutlarını ortaya koymuştur. 
Aslında Çelik’in açıklamaları yüksek düzeyde, açık bir şekilde ve tekrar tekrar yalanlansa ve düzeltilse bir fırsata çevrilebilirdi ama Erdoğan’ın dikkat 
eksikliği, seçim endişeleri, girdiği angajmanlar ve partideki Kürt grubuna tam hakim olamaması gibi faktörler bu oldu-bittiyi mümkün kılmıştır.

Türkiye’deki liberal-İslamcı-solcu kesimlerde kısmen PKK’yı da içerecek şekilde Kürt aktörlere karşı genel bir sempati, kayırma, destek ve avukatlık eğilimi ve 
suçluluk kompleksi olduğunu söylemek haksızlık olmayabilir. Kürt siyasetçilerin Türkiye genelinde ve özellikle AKP içinde nüfus ve oy oranlarını aşan derecede 
bir etkiye sahip olduklarını iddia etmek de yanlış olmayabilir. Türk sol-liberaller ve bazı İslamcılar yıllarca, 

1) önce Kürt devletinin mümkün olmadığını ve “evham yapmamamızı”, 
2)  bunu engellemeye çalışmak için bir şey yapmak gerekmediğini, 
3) sonra, belki bu devletin mümkün olduğunu, 
4) takiben ama bunu engellemenin mümkün olmadığını, 4) 

ve nihayet bu devletin kurulursa aslında iyi bir şey olacağını iddia etmişlerdir. Eğer sözkonusu olan hayati bir mesele olmasa bu durum komedi olarak görülebilirdi belki ama konunun ehemmiyeti ve ciddiyeti nedeniyle dramatik veya traji-komik ifadeleri daha uygun olabilir.

ABD

Yıllardır üsler, güvenlik garantileri ve petrol ayrıcalıklarını içeren planlar çerçevesinde “ABD Irak’ı bölmek istiyor” diye düşünürken Washington şu anda en azından resmi pozisyon olarak ülkenin birliğinin en büyük dış destekçisi olarak görünmektedir. ABD bu amacından vaz mı geçti? “Numara mı yapıyor?” Zaten hiç istememiş miydi? Obama’dan sonra başka bir başkan bunu tekrar ister ve olayları yine oraya doğru iter mi? ABD’nin Irak’ın bölünmesine ve Kürt devletine karşı çıkması için nedenleri, “düşünce balonları” ve mantık silsilesine dair ihtimaller şöyle özetlenebilir:

1) Kürtler bağımsızlık isterse başkaları da ister, bunun sonu olmaz. Ülkede, bölgede, dünyada ayrılıkçılığı tetikleyebilir, her yer ateş topuna döner, petrol akışı olumsuz etkilenir, kaotik ortamda İran’ın etkisi artabilir ve hatta belki Rusya ve Çin’in bölgeye benim aleyhime olacak şekilde girmeleri sözkonusu olabilir,  

2) “Mükemmel sınırlar” yoktur, sınırları değiştirsen de hep mutlu olmayan azınlıklar olacaktır, bunların bir kısmı da eline silah alıp “dağa çıkar”, istikrar gelmez, 

3) “Musul, Kerkük, Bağdat gibi karışık şehirleri oluk oluk kan akmadan, milyonlarca insanı yerinden etmeden nasıl paylaştıracak ve böleceksin?” 

4) “Şiistan’da İran’ın sadece diplomatik değil  ideolojik etkisi artar, İran’ın etkisi ve belki de fiziki varlığı Suudi sınırına dayanır,  Bahreyn’de rejimin düşebilir,” 

5) “Teröristler kaotik, otoritesiz yerlerde oksijen bulur, Sünnistan El Kaide merkezi haline gelir, Ürdün ve Suudi Arabistan’ı tehdit eder,” 

6) “Kürtler bize bağımlı ve yük olur, korumak zorunda kalırız, halbuki biz gereksiz savaş ve taahütlerden kaçınmak istiyoruz” 

7) “’ABD böldü’ derler, ülkeyi işgal ederek bunun yolunu açmış güç olarak tarihe geçeriz, bu da ileride bize terör olarak geri döner,” 

8) “Irak’ı birarada tutmak için tüm umutlar bitmiş değil, IŞİD çok ciddi bir tehdit olmakla beraber “saman alevi gibi parlayıp sönebilir”, ve onu pasifize etmek için bölgede herkesin işbirliği gerekir ama ülkenin bölüneceği algısı olursa kimse kimseyle işbirliği yapmaz ve herkes kendi başının derdine düşer ve yangından ne kurtarırsa kar diye düşünmeye başlayabilir,”  

9) “Kürt devletine komşular izin vermez, abluka altına alırlar, Kürtleri koruyacağım diye NATO üyesi Türkiye dahil onlarla aramı bozamam,” 

10) “Bölünecekse bile ben bölmüş gibi görünmeyeyim, bu yönde istekli gibi görünürsem Türkler endişeleniyor. İyisi mi, karşıymış gibi duralım da Ankara iyice bir kıvama gelsin,”  

11) “Bölünecekse bile benim başkanlık dönemimde bölünmesin”, yaşanacak kanlı olma ihtimali çok yüksek o buhranlı dönemle uğraşmak zorunda kalmayayım, tarihe Irak’ı bölen başkan olarak geçmeyeyim”, 

12) “Belki bölünecek ama daha zamanı gelmedi, Kürtler de acele ederek krizden istifade Kerkük’ü falan ele geçirerek ve oldu-bitti referandum ve bağımsızlık kararlarıyla fırsatçı durumuna düşerek hata yapıyorlar, sonuçta bu coğrafyada yaşayacaklar, İsrail gibi kendileri hakkında ne düşünüldüğü ve hissedildiğini dikkate almama lüksleri olacak kadar güçlü de değiller,” 

13) Bölünme dışında hala daha iyi alternatifler var, gevşek federalizm gibi, bunlardan daha ümit çıkmadı, 

14) “Irak istikrara kavuşursa orta ve uzun vadede çok önemli bir petrol üreticisi ve pazar olacak, bu ülkeyi birarada tutmak ve onunla özel ilişki geliştirmek en iyisi ve burada yaptığımız muazzam siyasi ve askeri yatırım ve harcamaların ve ödediğimiz bedellerin boşuna olmaması için tek çare bu,” 

15) “Irak’ta kaos ve bölünme İran ile nükleer anlaşma ihtimalini zayıflatır, Tahran bölünmenin ABD oyunu olduğunu düşünerek nükleer alanda ödün vermekten uzaklaşabilir.” 16) “Şimdi Kürt devletine karşı çıkayım, ileride ortam değiştiğinde, petrol şirketlerine verilecek ayrıcalıklar, askeri üsler, ticaret anlaşmaları gibi adımlar karşılığında pozisyonumu değiştiririm.”

İRAN

İsrail ve ABD ile sıcak ilişkileri olan, korunmak için onlara muhtaç olan ve belki üs veren, Sünni karakterli ve İran’a temel bir bağımlılığı olmayan bir Kürt devleti, İran içindeki Kürtlere yönelik de daha ilgili ve sorun yaratıcı olabilir. İran ideal olarak Irak’taki Şii çoğunluk üzerinden bu ülkenin tamamı 
üzerinde etkili olmayı tercih eder ama Irak bölünürse de hem etrafındaki Sünni ülkeler, hem Irak’tan kopacak Sünnistan’a karşı Tahran’a daha çok ihtiyaç 
duyacak  “Şiistan” üzerindeki etkisini arttırabileceği için durumdan tamamen mutsuz olmayabilir. Ama acaba İran bu Şiistan’a gerektiği kadar yardım 
edebilecek midir? Bir Kürt devleti kurulursa da bunun içindeki KYB unsuru üzerindeki İran etkisi aynı derecede devam eder mi ve belki de daha önemlisi bu Kürt devletinde giderek zayıflayan KYB damarının gücü ne kadar olacak? Tahran’ın Kürt devletini engellemek, canını yakmak ve onu etkilemek için direk askeri müdahale değilse de, istikrarsızlaştırma ve Türkiye’den daha az derecede olmakla beraber izolasyon gibi bazı kartları olduğu söylenebilir. İran yıllarca bir Kürt devletinin sahip olduğu Kürt nüfusun büyüklüğü ve daha radikal ve örgütlü oluşu nedeniyle esas olarak Türkiye için tehdit olacağını düşünmüştür. Tahran 
Ankara’nın bu olası Kürt devletine muhalefet etmekte çok istekli oluşundan hareketle daha sınırlı, düşük profilli ve esnek bir politika izlemiştir. Ama 
şimdi giderek Ankara’nın Kürt devletine muhalefeti zayıflar gibi görünürken İran’ın daha tedirgin olmaya başladığı görülmektedir. Kürt devletine karşı 
koymakta derece ve aciliyet açısından eşit derecede olmasa da önemli çıkarları olan bu iki devletin bu yönde işbirliği, iş bölümü, koordinasyon ve külfetlerin 
paylaşımı konusunda daha başarılı olması gerekirdi.   

SONUÇ

K. Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasına karşı değişik kesimler olaya şu şekillerde yaklaşabilir: 
1) “Bu hayati derecede tehlikeli bir gelişmedir ve engellemek için (hemen) herşey yapılmalıdır.” 
2) “Böyle bir gelişme Türkiye için problemler yaratır ama Orta Doğu politikamızı sadece bu konuya endekslemek doğru olmaz.” 
3) “Bir Kürt devletinin Türkiye için risk ve tehdit olup olmayacağı belli değildir, “heyecan yapmaya gerek yok, akışına bırak.” 
4) “Kürt devleti bir tehdit ve risk değil fırsattır.” Bizceyse, Iraklı Kürtlerin başka şartlarda anlaşılabilir ve sempati duyulabilir bağımsızlık istekleri Türkiye için önemli bir risk, problem ve tehdittir. Bu durum Iraklı Kürtlerin niyet, güç, söylem ve uygulamalarından etkilenebilir ama ondan bağımsız boyutları da 
vardır.Uluslararası ilişkiler matematik değildir ve birçok konuda kesin tahminde bulunmak doğru değildir, "özellikle de gelecek hakkında". Ama Irak'tan kopan bir Kürt devletinin Türkiye'deki radikal Kürtlerin ve PKK'nın istek, talep, beklenti, ihtiras, amaç, heyecan, seferberlik ve birliklerini ciddi şekilde 
arttıracağı o kadar açıktır ki, asıl bunun aksini iddia eden ya da uygulamalarıyla bunun tersini düşündükleri intibaını verenlerin bu pozisyon ve 
politikalarının ardındaki varsayım, mantık, bilgi ve düşünce silsilesini ortaya koymaları ve savunmaları gerekir. Bazı şeyler "eski moda", "yorgun," "yıpranmış" 
ve tekrarlana tekrarlana bıkkınlık vermiş ama aynı zamanda gerçek ve hayati derecede önemli olabilirler. Bir Kürt devletinin Türkiye için hem çok büyük hem 
de ucu belirsiz riskler yaratacağı gerçeği de bunlardan biridir. Bölgede son yıllarda yaşananlar göstermiştir ki bir ülke için belki de en büyük tehdit iç 
savaştır ve Irak’tan kopan bir Kürdistan Türkiye için bu ihtimali belirgin derecede arttırabilir. Irak’ta bir Kürt devleti kurulduktan sonra Türkiye’deki 
radikal Kürtleri ve PKK’yı makul adımlarla tatmin etmek çok daha zor olur.Kürt devletini engellemek Ankara'nın en önemli dış politika meselesi olmalıydı ama 
sanki bu "tam zamanlı gerçek bir iş" değil de hobi ve hatta bir angarya gibi görülmüştür. Kürt milliyetçiliğinin “ötekisi” Türkiye olmamalıdır. Çünkü bu 
durum Türkiye’deki Kürtlerin huzur, devletine duyduğu bağlılık ve muhabbete olumsuz etki yapabilir. Ama bunu söylemek Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinden 
Türkiye’nin endişe edecek bir şey olmadığı, o Kürt devleti ile ortak olursak Türkiye’deki ayrılıkçılığın da ortadan kalkacağı veya en azından zayıflayacağı 
anlamına gelmez.

Erdogan Kürtlerle pazarlık ve onlarda yaratılan gerçekçi olmayan sağlıksız beklentilerle "teneke kutuyu sürekli aşağıya doğru tekmelemekte" ve sanki 
bunların ödeme vakti hiç gelmeyecek gibi davranmaktadır. Ama “stratejik kredi kart borcunu sürekli başka kartlarla ödeyerek" yaşanamaz. Erdoğan muhtemelen 
Kürt konusunda oynadığı oyunun ne kadar tehlikeli ve sorumsuzca olduğunun farkında değildir. Kürtlerle petrol anlaşması, ticaret, Maliki’nin hata ve 
kabalıkları, Barzani ile “özel ilişki”, Iraklı Kürt liderin Türkiye’deki bir kısım Kürt seçmen üzerinde olduğu düşünülen etkisi, parti içindeki Kürt lobisi, 
partinin seçmen tabanındaki Kürt oylar, açılım sürecinin önce mimarı sonra esiri olmak, ardı ardına gelen seçimler ve muhalefetin etkisizliği onu mevcut 
sürdürülemez noktaya getirmiştir.  

Erdoğan devletin önemli bir kısmını Cemaat‘e teslim ettikten sonra durumu yarı toparlamıştır ve bu mücadelesinin nihai sonucu henüz belli değildir. Ama 
Irak‘tan kopacak bir Kürt devletinin Türkiye'nln içinde belki hemen belki zaman içinde yaratacağı türbülans toparlanabilecek türden olmayacaktır. Bu 
başarısızlığın felaket boyutunda olabilecek sonuçları zaman içinde ortaya çıkabilecek olsa bile sorumluların "zaman aşımından”, nedenler ve sonuçlar 
zincirinin birbirine karışmasından ya da insanların hafızasının zayıflığından medet ummaları ve istifade etmelerine izin verilmemelidir. Bu potansiyel 
felaketin sorumluları şimdiye kazandıkları gerçek veya sözde başarı, şan ve şöhretin onları tarihin acımasız hükmünden koruyamayacağını anlamalıdırlar. 
Tarih mazeretleri, bahaneleri, "iyi niyetleri", şanssızlıkları, vs değil kriminal derecedeki  sorumsuzluk ve başarısızlıkları dikkate alacaktır.

Türkiye’de PKK’nın kazandığı mevziler ve Irak’tan kopacak bir Kürt devletinin ciddi ihtimal haline gelmesi başka şeylerin yanında siyasi hayatımızda Türk 
milliyetçi kadro, söylem, destek ve örgütlenmelerin zayıflaması, yetersizliği ve etkisizliği ile de ilgilidir. PKK konusunda bu kadar ödünler veren ve Barzani’ye 
yeşil değilse bile sarı ışık yakan bir Erdoğan’ın normal koşullarda seçimlerde bu kadar süre bu kadar destek almaya devam etmemesi gerekirdi. Milliyetçi 
kadroların diğer konulardaki yetersizliği onları doğru noktada durdukları konularda bile etkisiz olmaya götürmüştür. Şöyle söyleyelim, milliyetçi kadrolar 
eğitim, sağlık ve ekonomi gibi konularda dört başı mamur değilse bile ilgi çeken ve güven veren politika, kadro, söylem ve imaj üretebilmiş olsalar AKP Kürt 
meselesinde bugünkü kadar riskli ve maliyetli adımları atacak duruma gelemezdi. 


Uzman Hakkında
Şanlı Bahadır Koç

Amerika Araştırmaları Merkezi
ajp1914@yahoo.com

Uzmanın Diğer Yazıları

  Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?  
  Kuzey Suriye’de İmarlı Kelepir Kantonlar: PYD ile Modus Vivendi Nasıl Olmalı?  
  Türkiye-İran-Suudi Arabistan Üçgeninde Rekabet ve İşbirliği 
  PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler 
  Türkiye, ABD, İran ve Barzanistan  
  Stratejik Dehlizlerde Derinlik Sarhoşluğu: Bir AKP Dış Politikası Eleştirisi  
  Ukrayna Krizi: ABD Hegemonyasının Sonunun Başlangıcının Sonu?  
  ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”  
  Bin Ladin’in Öldürülmesi Üzerine 15 Kısa Not 
  Türkiye Beşar’a Ne Demeli? Suriye'de “52 Cuma” Reformsuz Geçmez 
  Amerika-Sonrası Dünyanın İlk Krizi: Libya 
  Türkiye Libya’da Ne Yapmalı? 
  Bahreyn’e Suudi Müdahalesi 
  “Demokratikleştiremediklerimizden misiniz?”: Orta Doğu’daki Değişim Dalgasının 
  Neden, Şekil ve Olası Sonuçları 
  Enerji ve Güvenliği Üzerine Notlar 
  Arşivden - Ermeni Tasarısına Karşılık ABD’ye Niye ve Nasıl Sert Karşılık Vermeli? 
  Çay Partisi: "İki Ucu Keskin Kılıç" 
  Ara Seçimlerin ABD Dış Siyasetine Muhtemel Etkileri 
  Füze Savunması Üzerine 20 Soru ve 5 Seçenek 
  Obama Ekibinde Yaprak Dökümü - Beyaz Saray’dan Kaçış mı? 
  Alon Liel: "Erdoğan Kürt Devletine (Eyaletine) Hazır" 
  Mullen’ın Ankara Ziyareti 
  Financial Times Haberinin Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Düşündürttükleri 
  Bay Netanyahu Washington’a Gitti: Böyle mi Olacaktı, Obama? 
  Rus Casusluk Olayı: "John Le Carre mi, Austin Powers mı?" 
  “Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü - Prof. Dr. Ümit  ÖZDAĞ 
  Nükleer Takas: Müttefiklerimiz Yenildiği İçin Biz de Yenik mi Sayılacağız? 
  İSRAİL-ABD GERİLİMİNİN ESAS NEDENİ “İRAN MESELESİ” Mİ? 
  ABD Irak’tan Çekilirken Riskler ve Hesaplar 
  OBAMA ORTA DOĞU BARIŞI KONUSUNDA ŞEREFLİ MAĞLUBİYETTEN FAZLASINI İSTİYORSA 
  Obama’nın Nükleer Cazibe Taarruzu: Bardağın Üçte Biri Dolu 
  Orta Doğu Barış Süreci ve ABD: “Yanlış Giden Neydi?” 
  ABD-İsrail İlişkilerinde “Tektonik Kayma” mı? 
  Irak Seçimleri: Sonun Başlangıcı, Başlangıcın Sonu 
  ERMENİ KARAR TASARISI ÜZERİNE NOTLAR, YORUMLAR VE ÖNERİLER 


Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA       
Tel: +90 312 489 18 01 | 
Belgegeçer: +90 312 489 18 02 
Elektronik Posta: bilgi@21yyte.org 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2014/08/19/7741/turkiye-abd-iran-ve-barzanistan

***

21 Kasım 2017 Salı

“Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü


“Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü 


Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ 
*21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 

Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
02 Haziran 2010 Çarşamba

“Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü 
Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ
**Şanlı Bahadır Koç tarafından yazıldı.

*21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı
**21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkan yardımcısı


İsrail AKP iktidardayken Türkiye ile ilişkilerin iflah olmayacağına, Ankara’ya karşı alttan almanın anlamsızlığına ve Türkiye’ye karşı böyle bir operasyonda 
bulunmakla ikili ilişkiler açısından pek bir şey kaybetmeyeceğine ikna olmuş olabilir.

İsrail'in Gazze'ye yardım götüren gemilere Akdeniz'de İsrail/Filistin kıyılarından 70 mil açıkta gerçekleştirdiği ağır askeri saldırı devletler hukukunun çok boyutlu ihlalidir. İsrail Ordusu bu saldırı ile uluslararası sularda seyreden sivil gemilere yönelik bir korsanlık eylemi gerçekleştirmiştir. 
İsrail Ordusu'nun devletler hukuku açısından ikinci ihlali silahsız sivillerin üzerine uyarısız ateş açılmasıdır. 

Bu olay İsrail'in komşuları ile barış içinde yaşamasının ne kadar ne kadar zor olduğunu bir kez daha göstermektedir. İsrail, Türkiye'den farklı olarak, 
caydırıcılığa çok önem veren bir ülkedir. Ama bazen bu olayda olduğu gibi bunu abartabilmektedir. Guardian gazetesinin 1 Haziran 2010 tarihli başyazısında da 
belirtildiği gibi, "bu eylemi Somalili korsanlar gerçekleştirmiş olsa NATO kuvvetleri anında bölgeye yönelirdi. Operasyonu yapan İsrail devleti olsa bile 
belki NATO yine de bölgeye gitmelidir." 

Bu eylemlerin devlet sorumluluğu taşıyan bir yapı tarafından yapılmış olmasının makul şekilde izah edilmesi kolay değildir. Operasyonun başındaki ismin İsrail 
kabinesinin sözde en az şahin üyelerinden Savunma Bakanı Ehud Barak olduğunu düşünürsek İsrail'deki "durumun vahameti" daha net ortaya çıkmaktadır. Zaten İsrail'i de normal bir devlet olarak kabul etmek mümkün değildir. Tevrat'a göre davrandığını düşünen ve savaş halinde olan bir devlet ve toplumu normal standartlarla değerlendirmek yanlıştır. 

Burada İsrail'in bu eylemi gerçekleştirmesinin "Tel Aviv açısından makul nedenleri", muhtemel sonuçları ve Türkiye'nin vermesi gereken cevap 
tartışılacaktır. 31 Mayıs 2010, Türkiye'nin 30 Kasım 1918'den bu yana Orta Doğu'da geçirdiği ilk gündür. İsrail, Türkiye'ye Akdeniz açıklarında "Mahalleye 
hoş geldin" partisi vermiştir. Artık sınırlarını biraz da ABD'de son aylarda hakim olan İsrail eleştirisel havanın çizdiği Ankara'daki anti-İsrail politikası 
gerilerde kalmış, yeni bir aşamaya geçilmiştir. "Sıfır sorun" paradigması iflas ederken, Türkiye kendisini çok yeni kurallara hazırlamak zorundadır. Yeni 
kuralların sadece Orta Doğu'da değil, Yahudi lobisinin güçlü olduğu her yerde uygulanacağı unutulmamalıdır.

 Dünya ve Türkiye Böyle Bir Eylemi Beklemiyordu

İsrail, Gazze'ye hareket eden bu filoya müdahale edeceğini önceden duyurmuş tur. Ancak son günlere kadar İsrail kabinesi içinde filoya bir jest yaparak Gazze limanına ulaşmasına izin verilmesini savunan seslerin de olması ve İsrail basınında kontrolsüz bir askeri müdahalenin yapılabilecek en aptalca şey  olacağına dair eleştiriler müdahalenin düşük profilli olacağını düşündürmüştür. 

Yardım operasyonunu düzenleyen kuruluşların koordinatörü ve IHH başkanı Bülent Yıldırım, İsrail Ordusu'nun baskının başlamasından hemen sonra televizyonlara yaptığı açıklamada "sessiz operasyon düzenleneceğini düşündüklerini" açıklamıştır. Bu açıklama dolaylı da olsa bazı temasların yapıldığını veya güvenilir kaynaklardan İsrail'in böyle davranacağına dair bilgi geldiğini düşündürmektedir. Ancak beklenen olmamış, İsrail Ordusu gerçekleştirilebilecek en sert ve hukuk dışı baskınla bütün dünyayı şaşırtmıştır.

İsrail, devletler hukukunu açık şekilde ihlal eden ve uluslararası bir krize yol açan bu eylemini ve eylemin sonuçlarını planlayarak ve öngörüler geliştirdikten 
sonra gerçekleştirmiştir. Diğer bir ifade ile operasyon, kendiliğinden gelişen, kontrol dışına çıkan, amacı aşan bir eylem değildir. İsrail'deki karar alıcılar, 
bir yandan "bırakalım geçsinler" ve diğer yanda "en sert şekilde saldırı" seçenekleri arasında neden en sert saldırı seçeneğini seçmişlerdir?

İsrail Neden En Sert Yola Başvurdu?

İsrailli hükümetinin subjektif de olsa herhangi bir rasyonel temele oturtmadan ve en azından kendilerine bunu izah etmeden böyle bir eylemi gerçekleştirmiş 
olma ihtimali çok yüksek değildir. İsrail eylemini "dengesiz Yahudilerin" serserice eylemi olarak nitelendirmek İsrail karar alma mekanizmasını yanlış 
şekilde değerlendirmek olacaktır. İsrail hükümeti yanlış bir karar almış olsa dahi bunu bazı ön kabul ve beklentiler ile yapmıştır. Tel Aviv, böyle bir eylemi 
düzenlerken benimsediği ön kabuller ve beklentiler çerçevesinde şu mesajları vermek istemiş ve düşünmüş olabilir: 

a) Operasyonun Türkiye'ye mesaj boyutu olduğu açıktır. İsrail AKP iktidardayken Türkiye ile ilişkilerin iflah olmayacağına, Ankara'ya karşı alttan almanın 
anlamsızlığına ve Türkiye'ye karşı böyle bir operasyonda bulunmakla ikili ilişkiler açısından pek bir şey kaybetmeyeceğine ikna olmuş olabilir. Bundan 
dolayı Tel Aviv Türkiye ile İsrail ilişkilerini kopararak yeni bir aşamaya taşıma kararını vermiş olabilir. Türkiye artık İsrail tarafından dost bir ülke 
olarak görülmemektedir. Tel Aviv, böylece Orta Doğu denkleminde ortaya çıkacak yeni durumu ve dengeleri göğüslemeye kararlıdır.

b) AKP iktidarını ve Türkiye'yi etkisiz, İsrail eylemine cevap veremeyecek duruma düşürmek hedeflenmiştir. İsrail, muhtemelen, Ankara'ya "benimle uğraşma, zararlı çıkarsın" demekte ve belki de AKP'nin içerideki prestijine bir "çizik atmayı" ummaktadır. Bir ihtimal Orta Doğu'ya "işte bakın çok beğendiğiniz Türkiye'ye vuruyorum ama bağırıp çağırmak dışında yapabildiği pek bir şey yok" denmek de isteniyor olabilir. 

c)İsrail, Türkiye'yi denetimsiz bir şekilde Orta Doğu'ya sürüklemeyi istiyor olabilir. Ne yazık ki, Türkiye Orta Doğu bölgesini yeterince tanımamaktadır. 
Güvenlik, istihbarat ve dışişleri bürokrasisi Orta Doğu dosyasına hakim olmadığı gibi Türk akademisi de konunun üstesinden gelebilecek donanıma sahip değildir. 

d)Türkiye'nin ABD ve Avrupa'da kontrol dışı sürekli sorun yaratan bir ülke olarak algılanmasını sağlamak.

e)AB'nin Türkiye'nin istediği tepkiyi vermeyeceğinden hareket ederek, Türkiye-AB özellikle de AKP-AB ilişkilerinin bozulması sürecini tetiklemek.

f)İsrail, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin İran'dan ötürü bozuk olduğu bir süreçte, Washington'un İsrail eylemine sert tepki vermeyeceğini hesaplamış, 
bununla da Türk-Amerikan ilişkilerini daha da sıkıntıya sokmak istemiş olabilir.

g)Dünyaya ablukayı deldirmeyeceği mesajını en sert şekilde vermek ve bundan sonra eylem düşünenleri en sert şekilde uyarmak.

h)Orta Doğu'da genel tansiyonun yükseldiği bir süreçte ABD'nin Filistinliler ile İsrail arasında sürdürdüğü dolaylı görüşmeler sürecinde Washington'un kendi 
planını açıklayarak İsrail'i sıkıntıya sokmasını engellemek.

l)Ve son olarak Cenin ve Şatilla katliamlarını yapmış ve aşmış olan İsrail bu krizi de uluslararası medyadaki Yahudi etkisi ve bu meselelerdeki üstün 
'maharetiyle' aşabileceğine inanmış olabilir.

"Ablukayı Deldirmem"

İsrail, Hamas'ı dize getirmek, kendisine yönelik saldırıların cezasız kalmayacağını kanıtlamaya devam etmek ve böylelikle caydırıcılığını tahkim etmek, Filistinliler ve onlara sempati duyanlarla Mısır arasında abluka nedeniyle çatışma yaratmak, üçüncü tarafların bu filo gibi "oldu-bittilerine pabuç bırakmayacağını" göstermek, ablukanın devamı vasıtasıyla kendisine karşı daha yumuşak olan Batı Şeria'daki El Fetih liderlerinin ekonomik performansı ile Hamas'ınki arasında uçurum yaratarak Hamas'a yönelik halk desteğini azaltmak ve örgütü denklemden çıkarmak, ambargonun delinmesi halinde kendisine saldırılmasına imkan sağlayacak malların Gazze'ye girmesini engellemek istediği ve belki de "Filistinlileri tam da insan olarak görmeyen" ırkçı bir yaklaşımla ablukanın insani maliyetine kayıtsız olduğu için ablukanın delinmesini engellemektedir. İsrail ayrıca filonun ablukayı delmesi halinde bundan büyük "prestij rantı" yiyeceğini düşündüğü Türkiye ve AKP Hükümeti'ne bu "zaferi tattırmak" istememiş de olabilir. 

 Ablukanın haksız, kanunsuz ve sürdürülemez olduğu açıktır. "Kolektif cezalandırma" yasadışı ve ahlak dışıdır. BM'ye göre Gazze'deki evlerin % 60'ına 
yeterli gıda girmemektedir. Hamas, tüm eksiklik, kusur, kabahat ve suçlarına rağmen Gazze'nin seçilmiş hükümeti ve olası bir barışın vazgeçilmez unsurudur. 
Örgüt Filistin toplumunun çok önemli bir kısmının desteğine sahiptir. Onun üzerinden tüm Gazze halkını cezalandırmanın siyasi olarak örgütü zayıflattığı da 
tartışmalıdır. 

Abluka çok muhtemelen Hamas'ın Gazze'deki kontrol ve desteğini arttırmaktadır. Hamas'a yönelik uluslararası izolasyonun da kırılmak üzere olduğu söylenebilir. 

Bu konuda ilk adımı atan Türkiye'yi Rusya'dan sonra bazı Avrupa ülkelerinin izleyeceği anlaşılmaktadır. Bu son operasyonun bu süreci hızlandırması sürpriz 
olmaz. Bu olaydan sonra, çok uzun olmayan bir süre içinde lider değişikliği yaşama ihtimali yüksek olan Mısır'ın kendi kamuoyunun tepkisini göz ardı ederek İsrail ile Gazze'nin izolasyonu konusunda işbirliğini sürdürmesi daha da zor olacaktır. Bu operasyondan sonra İsrail'in ablukayı sürdürmesinin diplomatik ve psikolojik maliyeti artacaktır. 

BM'nin İsrail'i kınaması ve "Gazze'deki durumun artık sürdürülebilir olmadığını" dile getirerek Güvenlik Konseyi'nin 2008'de aldığı 1850 ve 2009'da aldığı 1860 
sayılı İsrail'in Gazze'den tamamen çekilmesini, gıda, yakıt ve tıbbi malzeme dahil olmak üzere insani yardımların engellenmeden dağıtılmasını öngören ve 
sevkiyat koridorlarının açılmasını isteyen kararlarını tekrar gündeme getirmesi, İsrail'in içine girdiği sıkıntılı durumu göstermektedir. Keza Mısır'ın Gazze 
kapısını 1 Haziran'da açması İsrail'in abluka politikasına indirilmiş bir darbedir.

 Türkiye Nerede Yanlış Yaptı?

AKP Hükümeti Tel Aviv'in böyle bir tepki vereceğini öngörememiştir. AKP Hükümeti, İsrail'i küresel boyutlu halkla ilişkiler açısından çok kötü bir 
şekilde köşeye sıkıştırmış olduğu düşüncesinin rehavetine kapılmıştır. Yardım heyeti başkanı Bülent Yıldırım'ın beklediği sessiz operasyonu Ankara'da 
hükümetin de beklediği anlaşılmaktadır. Bu beklenti bir süreden beri Türk dış politikasına hakim olan "sonsuz iyimserlik" yaklaşımının da bir sonucu olarak 
algılanmalıdır. 

Oysa söz konusu İsrail olunca yapılması gereken her şeye hazırlıklı olunmalıdır. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin son durumu göz önünde tutulduğunda 
Ankara her şeye hazırlıklı olmak zorundaydı. Çünkü İsrail bir süreden bu yana Türkiye'yi dost olarak algılamamakta ve Ankara'nın kendisini küçük düşürdüğünü düşünmektedir. 

Gazze'ye yardım operasyonu başlamadan önce AKP Hükümeti bu yardımı yapacak olan sivil toplum örgütlerine daha yoğun bir danışmanlık yapmalıydı. 35 ülkeden temsilcilerin katıldığı bu yardım operasyonu için dünya kamuoyu daha iyi hazırlanmalıydı. Birleşmiş Millet, Avrupa Birliği, Arap Ligi bu sürecin parçası 
haline getirilmeliydi. Mısır ve Ürdün bu sürece daha iyi hazırlanmalıydılar.

Yardım operasyonu bir Türk operasyonu gibi değil, küresel operasyon olarak sergilenmeliydi. Dünya medyasının gerek yardım operasyonu öncesinde gerek 
gemiler Gazze'ye hareket ettikten sonra yardım operasyonunun içinde olması sağlanmalıydı. Böyle bir süreç yaşanırken, Dışişleri Bakanı'nın Ankara'da olması 
ve gelişmeleri koordine etmesi, dünya medyası ile etkili bir iletişim içinde olması gerekirdi. 

Ankara ile Tel Aviv arasında sağlıklı bir iletişim kurulmalı, amacın İsrail'i çiğnemek veya küçük düşürmek olmadığı sadece Gazze'ye yardım götürmek olduğu anlatılmalıydı. Bunların yapılmadığı görülmüş ve sanki İsrail'in yoldan kaçarak çıkmak zorunda olduğu düşünülen bir "korkak tavuk" oyunu oynanmıştır. Korkak tavuk oyunu iki arabanın birbirlerine karşı son hızla hareket ettiği ve korkan şöförün son anda yoldan çıkarak çarpışmaktan kaçındığı bir oyundur. Oysa tarih, İsrail'in bu tür oyunlarda "çılgınlık" yapmayı sevdiğini göstermektedir. 

İsrail Saldırıdan Ne Kazandı ve Ne Kaybedebilir?

İsrail'in bu saldırıdan bu aşamada kazandığı Türkiye'ye "gereken cevabı/dersi" vermiş olmanın yarattığı rahatlama duygusudur. Gazze politikasından geri adım 
atmayacağını da bütün dünyaya çok büyük bir kararlılık ile gösterdiğini düşünmektedir. 

İsrail Başbakanı Netanyahu'nun bu operasyonla devam eden dolaylı görüşmelerin tıkanması sonrasında Obama'nın kendi barış planının önünü kapatmak istemiş de olabilir. Ama bu hamlenin istenenin tam da tersi sonucu yaratması mümkündür. Spekülasyona devam edersek, İran'a yönelik ambargolardan "bir şey çıkmayacağını" ve Obama'nın bunun çok ötesine gitmeye gücü ve niyeti olmadığını düşünen Netanyahu bölgesel bir kriz ve Hamas ve/veya Hizbullah ile savaş çıkararak ortamı değiştirmeyi ve "kartların yeniden dağılmasını" istiyor dahi olabilir. 

Öte yandan İsrail'in İran'ın nükleer güç olma politikasına karşı ABD'yi yanına çekme ve dünyada kamuoyu oluşturma politikası bu eylemden çok ağır bir şekilde darbe alacaktır. Böyle bir saldırıdan sonra İran rahatlayacak, İsrail'in uluslararası toplumu arkasına alma ihtimali ortadan kalkacaktır. Artık 
Türkiye'nin ve belki başka BM Güvenlik Konseyi üyelerinin İran'a ambargolara "evet" deme ihtimali daha da azalmış olabilir. Çin'in ise bu noktadan sonra 
ABD'ye verdiği "yeşil ışığı" geri alması kolay olmasa da ambargonun içeriğinin sulandırılması söz konusu olabilir. 

Gazze'de İsrail'in uyguladığı politikalar yaşanan krizden dolayı bundan sonraki aylarda daha fazla gündemde olacaktır. Böylece İsrail istemeden de olsa Gazze'yi uluslararası gündemde yukarılara taşımıştır. Bütün dünyadan Gazze'ye yardım filolarının harekete geçmesi İsrail'i çok zor durumda bırakacaktır.

Türk-İsrail İlişkilerinde Son Durum

Bildiğimiz anlamda Türk-İsrail ilişkisi sona ermiştir. Artık bırakın ittifakın devamını diplomatik ilişkilerin normal haliyle devam etmesinden bile emin olmak kolay değildir. Ölü ve yaralıların Türkiye'ye gelmesi uzadıkça ve İsrail'in yardım grubundaki bazı Türk vatandaşlarını alıkoyma niyeti ortaya çıkarsa 
İsrail'e yönelik Türk tepkisi canlı kalacaktır. Cenaze törenlerinin çok şiddetli duygusal sahnelere ve belki de ötesine sahne olması beklenebilir.

Yapılan eylemin boyutu ve şekli düşünüldüğünde büyükelçiyi geri çekmek, tatbikatlar ve silah alımlarını iptal etmenin yanında ve ötesinde adımlar 
atılmalıdır. "Düşük koltuk" krizinden sonra İsrail'e aynı büyükelçinin hem de çok uzun olmayan bir süre içinde geri gönderilmesinin hata olduğu şimdi daha net 
anlaşılmaktadır. Artık Türkiye'nin hükümet ve devlet olarak Arap devletlerinin ortalamasının ötesinde bir İsrail karşıtlığı yaşayacağı bir döneme girmiş 
olabiliriz. 

Bu noktaya gelmek belki kaçınılmaz değildi ve süreçte Türk hükümetinin de hata ve eksiklikleri olmuştur. Ama artık yaşananların iletişim eksikliğinden  kaynak lanan geçici bir kırgınlık olduğunu düşünmek iyimserlik olur. Önümüzdeki dönemde Türkiye'deki İsrailli turistler dahil İsrail hedeflerine yönelik saldırıların yaşanmasını, Türk vatandaşlarının yurtdışında İsrail'e yönelik eylemlere karışmasını tahmin etmek yanlış olmayabilir. 

Bu kriz bazılarının düşündüğü gibi yeni bir İntifada'yı tetiklerse Türkiye bundan memnun mu olmalıdır? Bu olaydan sonra Türkiye'nin Suriye ile İsrail 
arasındaki arabuluculuk rolü sona ermiştir. Muhtemeldir ki, Suriye de, görülebilir bir gelecekte, bu kadar yakın ilişkiler geliştirdiği Ankara'yı 
"ortada bırakarak" İsrail ile müzakerelere oturmaktan ve hatta İsrail ile dolaylı görüşmekten kaçınacaktır. Abbas ve Filistin Yönetimi de dolaylı 
görüşmelere devam etseler bile artık İsrail'e ödün vermekten kaçınmak için ilave bir nedenleri olacaktır. 

 AKP Hükümetinin Durumu

Bu olayın yaşanmasında AKP Hükümetinin de ihmali, hesap hatası ve dolayısıyla sorumluluğu varsa da, bu noktadan sonra bunlar artık ikinci plandadır. Ama 
ikinci planda olsa da, bunlar unutulmamalı, gözden kaçırılmamalıdır. Hükümet gemileri ya korumalı ya da onları riskler konusunda ciddi şekilde uyarmalıydı. 
Şu soruların cevabını bu yazı yazıldığı sırada henüz bilmiyoruz: Hükümet İsrail ile olaydan önce yeterince iletişim kurmuş muydu? Taraflar riskler ve 
yaşanabilecek olumsuzluklar hakkında görüş alışverişinde bulundu mu? Türk Hükümeti yardım heyetinin liderlerine ne kadar ve ne tür manevi destek verdi? Bu desteği verirken yaşanabilecek olumsuzluklar hakkında ne kadar zihinsel mesai harcadı? Hükümet ve yardım konvoyunun liderleri İsrail'in tepkisini küçümsediler mi? 

Hükümet kötü ihtimalleri dikkate alarak hazırlıklı olmalı ve kriz masasını kurmak için "olayların gelişmesini" beklememeliydi. Bu noktaların ve belki zaman 
geçtikçe ortaya çıkacak başka soruların iktidar ve muhalefetten eşit sayıda milletvekilin den oluşan bir meclis araştırma komisyonu tarafından derinlemesine tetkik edilmesi doğru olacaktır. Türkiye'nin ve olayın mağdurlarının İsrail'e karşı içeride ve dışarıda dava açma yoluna gidecekleri görülmektedir. Bu arada ABD İsrail'e karşı BM Güvenlik Konseyi kararını veto ederse İran'a ambargo konulması ihtimali azalacaktı. ABD bu nedenle kararı veto etmeden yumuşatma yoluna gitmiştir. Obama BM'de İsrail'e karşı tasarılarda çekimser kalabilme kartını İsrail'e karşı kullanma fikriyle flört ediyordu. Ama bu kartı barış müzakereleri ile ilgili bir konuya saklamayı tercih etti. Bir ihtimal bu olayın hızlı gelişmesi bu konuda derinlemesine düşünmek için ABD yönetimine fırsat bırakmadı. 

Hükümetin krizi öngören önleyici adımlar atmak, diplomatik girişimlerde bulunmak ve psikolojik ve zihinsel hazırlık yapmak konusunda eksiklikleri olmuş olabilir. 
Ayrıca İsrail bu şiddette tepki vermese bile olaydan sonra bir kamu diplomasisi yarışı yaşanacağını tahmin etmek gerekirdi. Bunun yapılmamış olduğu 
görülmektedir. Olaydan hemen sonra dünya medyasının çoğu tartışmalı İsrail iddiası ile bombardımana uğramasına rağmen bu filoyu bir şekilde desteklediği 
düşünülen Hükümetin hemen hiçbir kamu diplomasisi hazırlığı ve çabası olmamıştır. Krizlere " 'Tanrı', 'şans', 'adalet', 'dünya vicdanı' bizi bir şekilde korur herhalde" diye girilmez. İsrail ile yaşanan krizlerde bunların faydası olduğu hiç görülmemiştir. Bu tür krizlerin üstüne üstüne gitmenin gerekliliği ve akıllılığı tartışmalıdır. Ama eğer böyle bir niyetiniz varsa o zaman bunun hazırlığını da yapmanız sorumluluk gereğidir. 

Türkiye Şimdi Ne Yapmalı? 

Türkiye soğukkanlılığını kaybetmemelidir. Kurallarını İsrail'in çizdiği bir sürecin içine girilmemelidir. Konu Türkiye-İsrail arasındaki bir çatışma değil, 
İsrail ile uluslararası toplum arasında bir süreç olarak ortaya konulmalıdır. Önümüzdeki dönemde küresel bir enformasyon savaşı gerçekleşecektir. İsrail'in 
dünyanın hakim medya kaynakları üzerinde çok büyük bir etkisi olduğu ve bu tür süreçleri yönetmede Türkiye'ye kıyasla ne kadar 'maharetli' olduğu 
bilinmektedir. 

İsrail'deki Türk büyükelçisinin geri çekilmesi ilk ve doğru adımdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve NATO'nun toplantıya çağırılması, Başbakan 
Erdoğan'ın dünya liderlerini telefon ile arayarak görüşmesi, ve öncelikle ABD'nin İsrail'e karşı tavır almasını sağlamak için yoğun bir çaba harcanması 
isabetlidir.

ABD'nin bu aşamada İsrail'e karşı BM'den çıkacak bir kararı veto etmemesi İsrail'e verilecek önemli bir ders olabileceği gibi ABD'nin İslam dünyası ile 
ilişkilerini yumuşatabilirdi. 

Bu aşamada Türkiye'nin önceliği yaralıların, yolcuların ve gemilerin bir an önce Türkiye'ye getirilmesinin sağlanmasıdır. İsrail'in bu insanları/bir bölümünü 
tutuklaması ve uzun süre elinde tutması Türkiye'yi küçük düşürecektir. Öte yandan saldırıda hayatlarını kaybedenlerin aileleri ve yaralananlar İsrail 
Ordusu aleyhine derhal dava açmalıdırlar.

Türkiye-İsrail ilişkileri uzun bir süre için buzdolabına kaldırılmıştır. Politik ilişkilerdeki ağır kriz, kaçınılmaz olarak askeri ilişkiler, ekonomik ilişkiler 
ve turizm sektörüne yansıyacaktır.

Sonuç

İki ülke arasındaki krizin ağırlaşıp ağırlaşmayacağı İsrail'in önümüzdeki birkaç gün içinde atacağı adımlara bağlıdır. İsrail eğer derhal yaralıları, yolcuları 
ve gemileri serbest bırakır ise kriz devam etmekle beraber tırmanma yavaşlayabilir. İsrail'in tüm Türk vatandaşlarını salıvermemesi halinde ise kriz 
canlı kalacaktır. 

İsrail'in bu operasyonu yaparak gerçekleştirmek istedikleri karmaşık, çelişkili ve riskli olabilir. En azından amaçlarının bir kısmı İsrailli karar alıcılar 
tarafından bile yeterince formüle edilmemiş olabilir. İsrail Hükümeti bu hamlesinin sonuçlarının tamamını yüksek isabetle tahmin etmemiş olabilir. İsrail 
dünya kamuoyunun kınamaları ile yaşamaya alışık bir devlettir. Bu sefer durumun farklı olduğunu düşünmek için bazı nedenler varsa da, bunların ezici olduğunu düşünmek hala kolay değildir. 

İsrail "ettiğinin yanına kalacağını" hesaplamış olabilir. Ama eğer bir "hesap hatası" yapmış ise Türkiye'yi kaybetmenin yanında istemeden üçüncü intifadanın kapısını aralamış ve Obama'nın zihnine "bu işin böyle gitmeyeceği" mesajını göndermiş de olabilir. Bu operasyon bir ihtimal Gazze ablukasını kaldırması yönünde İsrail üzerindeki baskıları artıracak ve Hamas'ın dış meşruiyet kazanması sürecini hızlandırabilecektir. Obama bu krizi mevcut İsrail 
hükümetinden kurtulmak için kullanabilir. Türkiye'de ise Hükümet artık milli karakter edinen bu krizi iç siyasette avantaja çevirmekten, muhalefet de ölçülü 
ve yapıcı olmayan bir tavır almaktan kaçınmalıdır.

Türkiye'nin Orta Doğu'ya yönelik pozisyonunu değiştirmesinin bazı yeni zorluklar, komplikasyonlar ve problemler yaratacağını söylemek bu değişime 
tamamen karşı olmak anlamına gelmez. Ama Ankara belki de kaçınılmaz olarak Orta Doğu siyasetinin entegral bir unsuru olmaya doğru ilerledikçe bölgenin bu 
yaşanan son olay türünden acı sürprizlerle dolu olduğunu görecektir. "Burası tehlikeli bir mahalledir." 


Uzman Hakkında
Şanlı Bahadır Koç
Amerika Araştırmaları Merkezi
ajp1914@yahoo.com

Uzmanın Diğer Yazıları

  Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?  
  Kuzey Suriye’de İmarlı Kelepir Kantonlar: PYD ile Modus Vivendi Nasıl Olmalı?  
  Türkiye-İran-Suudi Arabistan Üçgeninde Rekabet ve İşbirliği 
  PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler 
  Türkiye, ABD, İran ve Barzanistan  
  Stratejik Dehlizlerde Derinlik Sarhoşluğu: Bir AKP Dış Politikası Eleştirisi  
  Ukrayna Krizi: ABD Hegemonyasının Sonunun Başlangıcının Sonu?  
  ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”  
  Bin Ladin’in Öldürülmesi Üzerine 15 Kısa Not 
  Türkiye Beşar’a Ne Demeli? Suriye'de “52 Cuma” Reformsuz Geçmez 
  Amerika-Sonrası Dünyanın İlk Krizi: Libya 
  Türkiye Libya’da Ne Yapmalı? 
  Bahreyn’e Suudi Müdahalesi 
  “Demokratikleştiremediklerimizden misiniz?”: Orta Doğu’daki Değişim Dalgasının 
  Neden, Şekil ve Olası Sonuçları 
  Enerji ve Güvenliği Üzerine Notlar 
  Arşivden - Ermeni Tasarısına Karşılık ABD’ye Niye ve Nasıl Sert Karşılık 
  Vermeli? 
  Çay Partisi: "İki Ucu Keskin Kılıç" 
  Ara Seçimlerin ABD Dış Siyasetine Muhtemel Etkileri 
  Füze Savunması Üzerine 20 Soru ve 5 Seçenek 
  Obama Ekibinde Yaprak Dökümü - Beyaz Saray’dan Kaçış mı? 
  Alon Liel: "Erdoğan Kürt Devletine (Eyaletine) Hazır" 
  Mullen’ın Ankara Ziyareti 
  Financial Times Haberinin Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Düşündürttükleri 
  Bay Netanyahu Washington’a Gitti: Böyle mi Olacaktı, Obama? 
  Rus Casusluk Olayı: "John Le Carre mi, Austin Powers mı?" 
  “Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü - Prof. Dr. Ümit  ÖZDAĞ 
  Nükleer Takas: Müttefiklerimiz Yenildiği İçin Biz de Yenik mi Sayılacağız? 
  İSRAİL-ABD GERİLİMİNİN ESAS NEDENİ “İRAN MESELESİ” Mİ? 
  ABD Irak’tan Çekilirken Riskler ve Hesaplar 
  OBAMA ORTA DOĞU BARIŞI KONUSUNDA ŞEREFLİ MAĞLUBİYETTEN FAZLASINI İSTİYORSA 
  Obama’nın Nükleer Cazibe Taarruzu: Bardağın Üçte Biri Dolu 
  ABD-İsrail İlişkilerinde “Tektonik Kayma” mı? 
  Orta Doğu Barış Süreci ve ABD: “Yanlış Giden Neydi?” 
  Irak Seçimleri: Sonun Başlangıcı, Başlangıcın Sonu 
  ERMENİ KARAR TASARISI ÜZERİNE NOTLAR, YORUMLAR VE ÖNERİLER 

***