İLİŞKİLERİNDE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İLİŞKİLERİNDE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2016 Pazar

TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU.. BÖLÜM 1





TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU.., BÖLÜM 1

24 HAZİRAN 2013 40.736 

TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU;

Özet: 

Kıbrıs Sorunu; tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar devam eden bir sorun olmakla beraber Türkiye-Yunanistan ilişkilerindeki en temel problemdir. Kıbrıs’ı bu kadar önemli kılan kuşkusuz Kıbrıs adasının Ortadoğu petrollerine yakınlığı ve  Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının ortasında kilit bir jeopolitik konumda oluşudur. Bu stratejik konumu nedeniyle ada tarih boyunca büyük güçlerin üzerinde oynadığı çeşitli oyunlara sahne olmuştur. Yunanistan’ın ada üzerindeki yayılmacı politikaları, ENOSİS fikri çerçevesinde adayı kendi topraklarına katmak istemesi ve bu yönde EOKA terör örgütünü besleyip, adadaki Rumları tahrik ve kışkırtma çalışmaları Türkiye ile ilişkilerini şekillendirmiştir. Yunanistan’ın adadaki bu tutumu adada Kıbrıs sorunundan ziyade Yunan yayılmacılığı ve milliyetçiliği sorunu olduğunu göstermektedir. Yunanistan Kıbrıs’tan elini çekip, adanın bir Helen toprağı olmadığını kabul etmedikçe hem adada kalıcı bir barış sağlanamayacak, hem de Türk-Yunan ilişkilerinde bu konuda beklenen ölçüde bir iyileşme görülmeyecektir.

Anahtar Kelimeler:  Türkiye-Yunanistan İlişkileri, Türk-Yunan İlişkileri, Kıbrıs Sorunu, Enosis, Megali İdea, Annan Planı.

Efendiler; Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için önemlidir. – 1937,  
Mustafa Kemal ATATÜRK

GİRİŞ

Kıbrıs… Her şey kıtaların birbirinden ayrılmasıyla başladı. Tarih boyunca, yeryüzünde çok fazla stratejik önemi olan coğrafyalar çıkmıştır. Hemen her tahlilde Türkiye hattı dünya için en önemli bir kuşak oluşturmuştur. Kara, deniz hakimiyet teorileri başta olmak üzere, her türlü değerlendirme ve teoride bizim de içinde yer aldığımız bu hat; dünyanın strateji tahtasında devletlerin gıpta ile baktığı ve büyük hesapların döndüğü bir alanın adıdır.

Kıbrıs; tarihsel arka planda kuzeyin güneyle, doğunun batıyla bütünleşmesi arasında bir üs olmuştur. Türkiye’nin tarihte iki kıta ile kurduğu köprü görevi göz önüne alındığında Kıbrıs’ın bu stratejik önemi daha da artmaktadır. Hititlerden Cenevizlilere, Venediklilerden Osmanlılara, İngilizlere kadar uzanan tarihsel arka planda Kıbrıs, ticari koridorun en önemli merkezi noktasındadır.

Bölgenin otokton halkları olan Türklerin ve Rumların çok eski tarihlere kadar götürülebilen “bir arada”lığı, adanın taşıdığı ticari önem sebebiyle bölge üzerinde çeşitli emelleri olan ülkelerce sömürülmüştür. 1800’lü yıllarda isyanlarla başlayan olaylar, Yunan milliyetçiliğinin yarattığı Megali İdea ile de bütünleşmeye başlayınca Kıbrıs, çok uzun yıllar acının ve savaşın coğrafyası olmuştur.

Lozan Antlaşması ile adanın İngiliz toprağı olduğu kabul edilince, Türkiye’nin stratejik hamleleri genellikle Londra ve Atina hattında gerçekleşmiştir. Kıbrıs bu süreçte, diplomasiden sıcak savaşa, isyana kısacası insana dair ne varsa her şeyle karşılaşmış ve bulunduğu yerde dünya ile entegrasyon kurmaya çalışmıştır. Lozan’daki tavrın üzerinden yürütülen mekik diplomasisi Türkiye’nin çağdaşlaşma hamleleri ve Musul sorununun arkasında kalmıştır. Buna karşın Venizelos’un Yunanistan’da göreve gelmesi ile ilişkilerin yumuşaması görülmüştür. Bu tavrın uzun süreli olmadığı, bir anlamda iki ülke arasında yalancı bahar yaşandığını söylemek, sonraki döneme bakınca zor değildir.

İngilizlerin 1960 Antlaşması ile Türkiye ve Yunanistan ile birlikte adada garantör ülke olmasıyla ilişkilerin boyutu daha da karmaşık hal almıştır. Makaryos yönetiminin yarattığı gerginlikle birlikte adada Türklere yönelik şiddet olaylarının artması 1970’lere kadar süregiden politikaları etkilemiştir.

Kıbrıs Barış Harekatı olarak bilinen 1974 müdahalesi, adadaki Türkleri korumak için Türkiye’nin 1960 antlaşmasından doğan garantörlük hakkı çerçevesinde gerçekleşirken, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere dünyanın bu harekata karşı takındığı tavır izolasyonu arttırmaya yönelik olmuştur. Bu tarihten sonra diplomasi süreçleri çok daha fazla öne çıkmıştır. Kıbrıs dışında, Cenevre’de, NewYork’ta, Camp David’de, Londra’da, Ankara’da bu soruna ilişkin müzakereler yapılsa da net olan tek şey Kıbrıs sorununun hala çözümsüz olarak devletlerin önünde durduğudur. 1983 yılında Kuzey Kıbrıs’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle ada ikili devlete dönmüştür. Rauf Denktaş’ın konfederasyon önerisine karşı çıkılması çözümsüzlüğün bir politika olarak benimsenmesi algısını doğurmuştur. Avrupa Birliği’nin referandum sürecinde Türk tarafına verdiği sözü tutmaması ve adanın güney kesimini birlik üyesi yapması da fiilen tecridin olduğu izlenimini kuvvetlendirmektedir.

Bu çalışmada tarihsel süreç başta olmak üzere Kıbrıs’ın geçirdiği tüm evreler tahlil edilmeye çalışılmıştır. Buraya kadar anlatılanların detaylandırıldığı ve olayların bilimsel çerçevede ele alındığı bu çalışmada amaç nihai iki devlet olan Türkiye ve Yunanistan’ın  arasındaki Kıbrıs meselesini her türlü boyutlarıyla ele almaktır.

KIBRIS’IN COĞRAFİ KONUMUNA VE TARİHİNE BİR BAKIŞ

Sicilya ve Sardunya’dan sonra Akdeniz’deki üçüncü büyük ada olan Kıbrıs’ın yüzölçümü 9.251 km² dir. Ada Türkiye’ye 65, Yunanistan’a ise 965 km uzaklıkta bulunmaktadır. Jeolojik dönemin birinci zamanında Anadolu’nun Hatay bölgesine bitişik vaziyette olan Kıbrıs, ikinci ve üçüncü zamanlarda oluşan çökmelerle Anadolu’dan kopmuştur.[1]

Kıbrıs tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar jeopolitik ve jeostratejik konumu nedeniyle büyük güçlerin oyun alanı olmuştur ve hâlâ da olmaktadır. Doğu Akdeniz’in ortasında bulunan ada Ortadoğu’ya yakınlığından dolayı askeri bir üs niteliğindedir.[2] Mahan’ın ortaya attığı Deniz Hâkimiyet Teorisi açısından düşünürsek dünya imparatoru olmak isteyen bir devlet deniz ticaret yollarına hâkim olacağı görüşü de Kıbrıs’ın önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Adanın Türkiye için önemine bakarsak; Kıbrıs, Türkiye’nin Akdeniz’e açılan bütün kapılarını kapatmakta, İskenderun Körfezi ve Mersin Limanı’nın güvenliğini sağlamaktadır. Adanın yabancı bir devletin elinde bulunması Anadolu’nun güneyini tehlikeye sokabilir ve Yunan kuşatma çemberinin tamamlanmasına neden olabilir.[3]

Mısır ve Doğu Akdeniz ticaret yollarının üzerinde bulunması nedeniyle ada farklı medeniyetlerin ilgisini çekmiştir. Osmanlı, 1571 yılında Kıbrıs’ı fethedene kadar ada tarihsel sırasıyla; Hititler, Mısırlılar, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Ptolemiler, Romalılar, Araplar, Bizanslılar, Templer Şövalyeleri, Lüzinyanlar, Cenevizliler ve Venedikliler’in elinde olmuştur.[4]

ADANIN OSMANLI’NIN HÂKİMİYETİNE GEÇMESİ

Osmanlı’nın fethinden önce adada Venedikliler hüküm sürmüşlerdir. Adada yaşayan yerli halk Venedik yönetiminin ağır vergileri ve baskıları altında ezilmiş, Ortodokslar zorla Katolik yapılmaya çalışılmıştır.[5]

1571 yılına gelindiğinde ise Osmanlı, Kıbrıs’taki korsanların Akdeniz’den geçen gemilerine saldırmasını önlemek için ve adanın Venediklilerin elinde olmasını kendisi için sürekli bir tehdit unsuru olarak gördüğü için Kıbrıs’ı Venediklilerin elinden almıştır. Böylelikle Kıbrıs Osmanlı’nın hâkimiyet alanına girmiştir.[6]  Ardından Kıbrıs’ın Türkleşmesi için İç ve Güneydoğu Anadolu’dan göçler yapılmış, bu göçler 18. yüzyılın sonuna kadar sürmüştür.[7] Bu tarihten sonra ada fiilen 307 yıl, hukuken 352 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Süreç içerisinde Osmanlı, Venedik’in baskıları altında ezilmiş olan Rum halkına dini özgürlükleri tanınmış, Ortodoks Kilisesini yeniden bağımsızlığına kavuşturmuştur.[8] Kıbrıs’taki bu huzur ortam Osmanlı’nın egemenliğinde 1571-1878 yılları arasında sürmüştür. Var olan barış ortamı Yunanlılar “Megali İdea” fikrini ortaya atıncaya kadar devam etmiştir.[9]

KIBRIS’IN İNGİLİZLERE DEVREDİLMESİ

18. yy’ın sonuna doğru İngiltere, Kıbrıs ile ilgilenmeye başlamıştır. Bunun nedeni 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılması ve adanın Hindistan yolu üzerinde bulunmasıdır. İngiltere’de bu fırsatı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması sonucunda bulmuştur. İngiltere, Rus ilerleyişini durdurmak için Osmanlı’ya Kıbrıs’ın kendisine devredilmesine karşılık yardım etmeyi önermiştir.[10]

4 Haziran 1878 tarihinde Türk-İngiliz “İttifak Antlaşması” imzalanmıştır. İttifak Antlaşması ile ada İngilizlere devredilmiştir. Antlaşmaya göre Rusya, Kars ve civarında ele geçirdiği yerleri geri verirse İngiltere’de Kıbrıs’ı boşaltacak ve yapılan antlaşma hükümsüz kalacaktı. Fakat Ruslar, Kars’ ı Türklere geri verdiği hâlde, İngilizler Kıbrıs’ı iade etmemiştir.[11] Böylece adada 85 yıllık İngiliz hâkimiyeti dönemi başlamıştır. Rus ilerleyişini bahane ederek İngiltere çıkarları doğrultusunda adayı egemenliği altına almıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı’nın İttifak Devletleri arasında olmasını fırsat bilen İngilizler 1914’te adayı ilhak etmiştir. 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye adadaki İngiliz egemenliğini resmen tanınmıştır.[12] Osmanlı adayı geçici olarak İngiltere’ye verilmişse de, İngiltere 1959’da Kıbrıs Cumhuriyeti ilân edilinceye kadar adayı elinde tutmuştur.[13]

MEGALİ İDEA

Büyük Fikir, Büyük Ülkü anlamına gelen Megali İdea Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u fethederek Bizans İmparatorluğu’na son vermesinden itibaren oluşmuştur. Megali İdea’nın temel fikri Bizans İmparatorluğu ile Pontus Rum devletinin yeniden canlandırılması, Makedon olmasına karşın Yunanlı saydıkları Büyük İskender’in fethettiği tüm yerleri içine alan “Konstantinopolis” (İstanbul) diye bahsettikleri başkentleri ile Büyük Helen İmparatorluğunun kurulmasıdır.[14]

1791-1796 yıllarında Rigas Ferreros isimli milliyetçi Yunanlı bir şair tarafından ilk Megali İdea haritasının yayınlanmasıyla bu harita Büyük Ülkü’nün temel belgesi hâline gelmiştir.[15] Rumlar bu tarihten itibaren Kıbrıs’ı bir Yunan adası hâline getirmek ve Yunanistan ile birleştirmek (ENOSİS) için çalışmışlardır. Bu çerçevede Rumlar 1878’de adanın İngiltere’nin egemenliğine geçmesini, 1914’te İngiltere’nin adayı ilhak etmesini, Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan Paris Barış Konferansını, Lozan’da Türkiye’nin adadaki İngiliz varlığını hukuken kabul etmesini kendileri için Megali İdea ve ENOSİS düşünceleri yönünde büyük gelişmeler olarak görmüş ve bu fırsatları değerlendirmeye çalışmışlardır.[16]

FİLİKİ ETERYA ve ETNİKİ ETERYA

Megali İdea haritasında yer alan bölgelerin ele geçirilmesi için bazı gizli yeraltı örgütleri kurulmuştur. Bunlardan biri 1814 yılında Emmanuoil Ksantos, Nikolaos Skoufas ve Athanasios Tsakalof tarafından kurulmuş olan Filiki Eterya adlı gizli örgüttür.[17] Daha sonra örgütün başına Rus Çarı I. Alexander’ın yaveri Alexander İpsilanti’nin getirilmiştir. Megali İdea’nın hedefleri Filiki Eterya’nın programında yer almıştır.[18]

Filiki Eterya örgütünün faaliyetlerinde kilisenin büyük etkisi bulunmaktadır.  İstanbul’daki Patrik Grigoryas’ın da üyesi olduğu örgüt kilise ile ortak çalışmış, Rumları silahlandırmış, isyan için hazır hâle getirmiştir.[19] Megali İdea fikrinin yaşatılması ve nesilden nesile aktarılması görevini Rum Ortodoks kilisesi ve İstanbul’daki Patrikhane beraber üstlenmiştir. Bu amaçlar çerçevesinde kilise Osmanlı İmparatorluğu’nun hoşgörüsünden faydalanarak eylemlerini gerçekleştirmiştir. Kilisenin çalışmalarına büyük devletlerde destek vermiştir.[20]

Büyük Ülkü için silahlanan Rumların önünde bir engel olarak 1788’den beri Yanya Valiliğinde olan Tepedelenli Ali Paşa bulunmaktadır. İstanbul Fener Rum Patrikhanesinin entrikaları ile Tepedelenli Ali Paşa 1820 yılına gelindiğinde ortadan kaldırılmış ve Megali İdea’nın eylem aşamasının önü açılmıştır. Ve ilk hedef olan “Yunan İsyanı” başlatılmıştır.[21]

Filiki Eterya’nın çalışmaları sonucu Rus Çarı’nın da desteği ile 1821 yılında Mora İsyanı çıkmış, Yunan bağımsızlığının kazanılmasından sonra Megali İdea haritası içinde bulunan toprakların ele geçirilme faaliyetleri başlamıştır. 1821 Yunan İsyanı Avrupa Devletlerinin yardımları ile hedefine ulaşmış, Yunanistan’da Osmanlı egemenliği sonra ermiştir. Bu şekilde Megali İdea’nın ilk hedefi gerçekleşmiştir.[22]

Filiki Eterya’nın 1876’da dağıtılması sonrasında örgüt değişik şekillerde devam ettirilmiştir. Yabancı ülkelerin yardımlarını alan bu örgüt 1894 yılında Etniki Eterya adını almıştır. Etniki Eterya Atina’da Yunan ordusu içinde kurulmuştur.[23] Temel hedefi ise Girit, Trakya ve Batı Anadolu’nun işgali olmuştur. Etniki Eterya, Girit’in ilhakı konusunda başarı elde etmiştir. 1919’da kurulan Mavri Mira adlı örgütte Etniki Eterya’nın faaliyetlerini devam ettirmiştir. 1922’de Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile kazanılması sonucu ise bu örgüt dağıtılmıştır.[24]

1821 YUNAN İSYANI VE BAĞIMSIZLIĞI

Rumlar, 1821 Mora İsyanı’ndan önce çok sayıda başarısız isyan girişiminde bulunmuştur. 1821 yılında Alexander İpsilanti önderliğindeki başarısız Eflâk ve Boğdan ayaklanma girişimlerinden sonra Mora’da isyan başlatılmıştır. Mora’da isyan fitilini ateşleyen Filiki Eterya ve beraberinde Fener Rum Patrikhanesi olmuştur. Mora isyanı Yunanistan’ın bağımsızlık kazanmasında oldukça önemlidir. Bu isyanlar sonucu çok sayıda Müslüman, hatta Ortodoks olmayan Hristiyanlar katledilmiştir.[25]

Yunanistan’ın uyguladığı yayılmacı politikalar Kıbrıs’a barış yüzü göstermemiştir. Yunan isyanından sonra Kıbrıs içerisinde milliyetçi çevreler kilise ortaklığında isyan hazırlıklarına girişmişlerdir. Filiki Eterya’nın liderlerinden Konstantin Kanaris 1821’de Kıbrıs’ta isyan propagandası yapmış, Yunanistan isyancılarına götürmek üzere Kıbrıs’tan para, silah ve yiyecek desteği almıştır. Ayaklanma hazırlığı çalışmalarını ayrıca Başpiskopos Kiprianos’ta kiliseleri silah deposuna çevirerek, kilise mensuplarını kışkırtarak destek olmuştur. Fakat Ayanni köyündeki bir Rum’un Osmanlı Valisi Küçük Mehmet Paşa’ya ihbar mektubu ile isyan ortaya çıkmıştır. Mehmet Paşa ise isyanı başlamadan bastırmış, Başpsikopos ve isyancıları idam ettirmiştir, bazılarını ise sürgüne göndermiştir. Paşa’nın sürgüne yolladığı bazı isyancılar Roma’da toplanarak 1821 yılı sonlarında İlk Enosis bildirisini yayınlamışlardır. Bu bildiri ile Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı için Hristiyan Krallara yardım çağrısında bulunmuştur.[26]

1821-1829 yılları arası süren isyanlar sonucu Yunanistan Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlığını kazanmıştır. Yunanistan’ın bağımsızlığı sonucunda Megali İdea Yunanistan’ın açık ve milli bir politikası olarak dile getirilmeye başlanmıştır. Yunan Başbakanı Ioannis Kollettis 15 Ocak 1840’ta Mecliste yaptığı konuşmada“ Hedefimiz, Türkleri Avrupa’dan söküp atmaktır” sözlerinde açıkça ortaya koymuştur.[27]

İNGİLİZLERİN ADAYI İLHÂKI ve ENOSİS

Enosis, ilk Megali İdea haritasının 1796 yılında yayınlanmasıyla beraber Kıbrıs’ı bir Yunan Adası hâline getirerek Yunanistan ile birleştirmek ülküsüdür.

1571-1878 yılları arasında tam 307 yıl boyunca Müslümanlar ve Rumlar Osmanlı yönetiminde barış içinde yaşamışlardır. Fakat Megali İdea iddiaları ile Osmanlı’nın zayıflaması ve Yunan bağımsızlığı sonucu Kıbrıs’ta Megali İdea ve Enosis faaliyetleri hız kazanmıştır.

Adanın 1878 yılında İngilizlere devredilmesi ile adadaki Enosis faaliyetleri daha fazla hız kazanmaya başlamıştır. Bunun bir nedeni de İngilizlerin Yunan dostluğu ve bağımsızlığına sempati ile bakması olmuştur.

Adanın kiralanmasıyla beraber Türkler ve Rumlar arasında çatışmalar yaşanmış, Yunanistan’ın tahrikleriyle ilhak faaliyetleri artmıştır. Hatta Rumlar İngiltere’nin Ege adalarını olduğu gibi Kıbrıs’ı da kendilerine vereceğini düşünerek adaya gelen İngiliz Yüksek Komiserini sevinçle karşılamışlardır.[28]

Adada yaşayan Türk halkı ise adanın Yunanistan’a verilmesinden endişe duymaktaydı. Bu nedenle İngiliz yönetiminde itibaren adadan Türkiye’ye çok sayıda göç hareketleri oldu. Bugünkü adadaki Rumların nüfus fazlalığının da nedeni budur.

Yunanistan ile Rumlar, Enosis doğrultusunda ellerine geçen her fırsatı değerlendirmeye çalışmışlardır. Bunlardan biri de 1878 anlaşmasını feshederek, 5 Kasım 1914 yılında Kıbrıs’ın İngilizler tarafından tek taraflı ilhakıdır. I.Dünya Savaşı başladıktan sonra Osmanlı’nın Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun yanında savaşa girmesi üzerine İngilizler adanın tek taraflı ilhâkını gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’nin bu ilhâkı tanıması ise 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile mümkün olmuştur.

Böylece ada İngilizler’in mülkü hâline gelmiştir. İlhâktan hemen 3 gün sonra Başpiskopos, İngiliz Yüksek Komiserine bir mektupla Enosis isteklerini ve İngiliz yönetiminden memnunluğunu dile getirmiştir. Hatta coşku ile Türkleri taciz edici hareketlerde bulunmuşlardır.[29] Rumlar, Kıbrıs’ın ilhâkını Enosis yolunda atılan ilk adım olarak görmüşlerdir ve son adım ise kuşkusuz adanın Yunanistan’a katılması düşüncesi olacaktır.

Rumların tutumları doğrultusunda adadaki Türk halkı yaşananlardan oldukça fazla endişe duymuşlardır. Bu endişe nedeniyle Kadı Efendi, Müftü Efendi, Evkaf Murahhası İrfan Bey, Kavanin Meclisi üyesi Mehmet Şevki Bey Türk halkı adına endişelerini bildiren ve Enosis’e karşı güvence talep eden bir mektup ile İngiliz Yüksek Komiserine başvurmuşlardır. Mektupta adanın Yunanistan’a bağlanmasının nasıl bir felakete yol açacağını anlatılmıştır.[30]

1923-1950 DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

Kurtuluş Savaşı’nın ardından 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve uluslararası alanda tanınmıştır. Bu antlaşmanın 16. , 20. , 21. Maddeleri doğrudan Kıbrıs ile ilgilidir.[31]

Antlaşmanın 16. maddesi adanın hukuki durumuyla ilgili bir madde olup, Türkiye’nin antlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar ile adalar üzerindeki sıfatlarından, hak ve egemenliklerinden vazgeçtiğini belirtmektedir.[32]

Lozan’ın 20. Maddesi ile Türkiye adanın İngiliz mülkü olduğunu kabul etmiş ve adadaki haklarından vazgeçmiştir.

Söz konusu antlaşmanın 21. maddesine göre ise 5 Kasım 1924 tarihinde İngiliz tabiiyetinde kalanlar, Türk tabiiyetini kaybetmiş olacaklardır. Bununla beraber antlaşmanın yürürlüğe girdiği andan itibaren iki yıl içinde Türk tabiiyetinde kalmakta serbesttirler. Ayrıca bu haklarını kullanmaya başladıkları andan itibaren 12 ay içinde Kıbrıs adasını terk edeceklerdir.[33]

Adanın İngiltere’ye ilhâkını içeren hususun 6 Ağustos 1924’te İngiltere tarafından onaylanmasının ardından çok sayıda Kıbrıslı Türk, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmiş ve birçoğu adadan ayrılmak zorunda kalmışlardır.[34] 10 Mart 1925’te ise ada İngiltere tarafından taç koloni ilân edilmiştir. Bu tarihten önce Yüksek Komiser ile yönetilen ada, bundan sonra atanan Vali ile yönetilmeye başlanmıştır.[35]

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Lozan Antlaşması ile uluslararası alanda tanınan Türkiye modernleşme ve inkılâplar yoluna gitmiş, İngiliz toprağı olan ada ile ilgili herhangi bir tavır içinde olmamaya özen göstermiştir. Bunun nedeni ise Lozan’da çözülemeyen Musul sorunu, mübadele sorunu gibi sorunlara bir yenisini eklememektir. Fakat Türkiye gerek Kıbrıs’ta ki Türk varlığı, gerekse de adanın stratejik konumu nedeniyle yine de ada ile bağlantısını kesmemiş ve Kıbrıs ile olan bağlarını hiçbir zaman koparmamıştır. Adaya açılan Türk Konsolosluğu aracılığıyla Türkiye her zaman Kıbrıs Türk toplumunun yanında olmuştur. Misak- ı Milli sınırları dışında dahi kalsa Atatürk her zaman Kıbrıslı Türklere karşı duyarlı ve ilgisini kaybetmemiştir.[36]

1923-1928 yılları Yunanistan’ın askeri darbeler ve ekonomik sorunlarla başa çıkmaya çalıştığı yıllar olmuştur. 1928’de Venizelos’un iktidara gelmesi Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde yeni bir sayfa açmıştır. Venizelos’un, Megali İdea hedefleri çerçevesinde gerçekleştirdiği yayılmacı politikasından vazgeçmesi Atatürk tarafından memnuniyetle karşılanarak, bir süre için Türk-Yunan dostluk sürecini beraberinde getirmiştir. Venizelos’un Türkiye’ye 1930 yılındaki resmi ziyareti ile Türkiye-Yunanistan arasında imzalanan antlaşmalar ile ilişkilerin gelişmesine büyük katkı sağlanmıştır.[37] Venizelos’un Megali İdea politikalarına geri dönmemesi ise 1933 yılında iktidarı bırakmasına yol açan nedenlerden biri olmuştur.[38]

Bu dönemde yaşanan olaylardan biri de 1931 İsyanı olmuştur. Rumlar buldukları her fırsatta Enosis isteklerini İngilizlere bildirmekten geri kalmamış ve her defasında olumsuz yanıt almışlardır. 1929’da İngiliz yönetimine Enosis isteklerini bildiren Kıbrıs Rum Delegasyonu yine olumsuz yanıt ile karşılaşmış, bu istekleri gerçekleşmeyince ise Kition Piskoposu Nikodimos Milanos ve Kyrenin Piskoposu’nun liderliğinde 1931 yılında İngiliz İdaresine karşı ayaklanmışlardır. Bu fiili ayaklanmaların başlamasının bir nedeni de Yunanistan’ın kışkırtmaları ve İstanbul Rum Ortodoks Kilisesi’nin desteği olmuştur.  İsyanlarda Rumlar Enosis çığlıkları ve ilhak sloganları atmışlardır. Rumlar’ın çıkardığı bu isyanlar sonucu bölgedeki Türkler de etkilenmişlerdir. 1943’e kadar süren bu terör dönemi sert müdahaleler ile bastırılmıştır.[39] 1931’den II. Dünya Savaşı’na kadar adada baskı dönemi devam etmiştir.

1941 yılına gelindiğinde ise İngiliz yönetiminin adada siyasi örgütlenmelere izin vermesiyle beraber bazı sorunlar ortaya çıkmıştır. Rumlar, AKEL (Çalışan Halkın İlerici Partisi) Partisi’ni kurarak örgütlenmeye başlamışlardır. Kilise ise komünist olarak gördüğü AKEL’e karşı Kıbrıs Ulusal Partisi’ni kurmuştur. Böylece Rumlar kendi içlerinde ideolojik bir bölünme yaşamışlardır. Kıbrıs meselesine Türkiye’nin duyarsızlıkları nedeniyle ve kendilerini korumak için Kıbrıs Türkleri adada KATAK (Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu) Milli Parti, Kıbrıs Milli Türk Talebe Birliği, Kıbrıs Türk Kurumları Birliği ve Milli Cephe Partisi’ni kurarak örgütlenmeye gitmişlerdir.[40]

Kıbrıs konusundaki Atatürk dönemindeki Lozan’da belirlenen statüko tek partili dönemde de sürdürülmeye çalışılmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası ise çok partili hayata geçen Türkiye, Kıbrıs konusunda Batılı devletlerin yanında yer almıştır. Bu dönemde de Kıbrıs Türk Dış Politikasında fazla bir yer işgal etmemiştir. Türkiye’nin bu yıllardaki yaklaşımlarına karşın Yunan Hükümetleri ise Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhâkı için Enosis çalışmalarından vazgeçmemiştir. Buna rağmen Türk Hükümeti, Yunanistan ve İngiltere’yi karşısına almamaya özen göstermiştir.[41]

II. Dünya Savaşı’nda sonra Rumların Enosis çabaları artarak devam etmiştir. Türkiye ise Lozan statüsünü bozmamak ve Soğuk Savaş ortamında müttefik İngiltere’nin içişlerine karışır vaziyette olmamak için adaya ilişkin gelişmelerle pek fazla ilgilenememiştir. Bu durumdan endişe duyan Kıbrıs Türkleri ise Rum girişimlerine karşı örgütlenmeye başlamışlardır.[42]

II. Dünya Savaşından zaferle çıkılması ve On İki Adaların Yunanistan’a verilmesi Enosis hayallerinin tekrar canlanmasına neden olmuştur. Yunan Parlamentosu 27 Şubat 1947’de Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesi için bir karar almış ve bunu dünyaya açıklamıştır. Ve Yunan Hükûmeti adanın kendilerine verilmesi karşılığında ABD’ye ve İngiltere’ye adada üs verebileceğini açıklamıştır.[43]

1947 yılında Kıbrıs’ta İngiltere’nin desteğiyle, adada bir Kurucu Meclis çalışması yapılmıştır. Bu çalışma esnasında AKEL, ada halkının kendi kendini yönetme yani özerk siyasal yönetim hakkının verilmesini isterken, Türkler bu fikre karşı çıkmışlardır. İngiliz Vali ise self-goverment hakkı olmayan bir anayasa taslağını tartışılmak üzere Kurucu Meclise getirmiştir. Bu durumda AKEL kurucu meclis çalışmalarını terk etmiş ve 12 Ağustos 1948’de meclis feshedilmiştir. Bunun üzerine AKEL ise İngiliz yönetimine sert tepki vererek Enosis’i desteklemeye başlamıştır. Ve böylece Rumlar adada self-determinasyon hakkını tek yol olarak seçmişlerdir. Kilise ise AKEL ile mevcut rekabetinden dolayı Enosis çabalarını arttırmıştır.[44]

Türkiye, 1948’den itibaren Kıbrıs ile tekrar ilgilenmeye başlamış, yine de hükümet konuyu doğrudan ele almamıştır. Örneğin; 17 Aralık 1949’da Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın yaptığı açıklamada, İngiltere’nin Kıbrıs’tan çekilmesinin söz konusu olmadığını, Yunan Hükümeti’nin de resmen sorunu ele almadığını ve endişeye gerek olmadığını söylemekteydi.[45]

1948’de ise Makaryos’un Kition Başpiskoposu olarak adaya dönmesiyle yeni bir dönem başlamıştır.  Rum toplumunun lideri olan Makaryos’un çabaları neticesinde adada Enosis faaliyetleri büyük ivme kazanmıştır. 25 Aralık 1948’da Kıbrıs’ta 15.000 Türk’ün katılımı ile Enosis karşıtı bir miting yapılmıştır. Buna karşılık 29 Ocak 1948’de ise Yunanistan Üniversite gençliği Enosis yanlısı gösteriler yapmıştır.[46]

21 Kasım 1949’da Rumlar Birleşmiş Milletlere Enosis için self-determinasyon başvurusunda bulunmuşlardır. Ve bu doğrultuda plebisit çalışmalarına başlamışlardır. Bu esnada kilise Rum halkına plebisite katılmaları çağrısında bulunmuştur.[47] Türkler’in Rumların artan Enosis çabalarına karşı tepkileri ise 11 Aralık 1949’da Lefkoşa’da Ayasofya Meydanında düzenlenen mitingler ile olmuştur. Mitingden kısa süre sonra ise 15 Ocak 1950’de plebisit gerçekleşmiştir.[48]

1950-1960 DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

1950-1960 dönemi Türk Dış Politikasında Demokrat Parti’nin etkisi görülmektedir. 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimleri ile iktidara gelmiş, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile iktidardan uzaklaştırılmıştır. 1950’li yıllar ile Kıbrıs Sorunu Türk Dış Politikası’nın ana konularından biri hâline gelmiştir. Demokrat Parti, Kıbrıs Meselesi’ne dönem dönem farklılaşan şekillerde politika üretmiştir.

Demokrat Partinin yönetimde olduğu bu yıllarda Mayıs 1950-Nisan 1955 Dönemi arası Statükonun devamı niteliğinde politikalar güdülen yıllar, Nisan 1955-Aralık 1956 arası Türkiye’nin ada üzerinde hak iddia ettiği yıllar, Aralık 1959-Mayıs 1960 arası dönem ise Taksim tezinin savunulduğu yıllar olmuştur.[49]

Ocak 1950 plebisitinden sonra Rum kiliselerinde hareketlenmeler başlamıştır. 8 Ekim 1950’de Başpiskoposluk görevine seçilen Makaryos, Enosis faaliyetleri için yoğun çaba sarf etmiştir. Makaryos’un görevi devralmasıyla Yunanistan’da ve Kıbrıs’ta Enosis çığlıklarının sesi çok daha fazla duyulmaya başlamıştır. Bu nedenle 1950’li yıllar Kıbrıs Sorununun alevlendiği yıllar olmuştur. Bu arada 16 Şubat 1951’de Sofokles Venizelos, Yunan hükümetinin Enosis isteğini açıklamıştır. 23 Eylül 1953 tarihinde Yunan Başbakanı Papagos İngiliz Dışişleri Bakanı A. Eden ile görüşerek yeniden adanın Yunanistan’a ilhakını istemiştir. 30 Temmuz 1954’te Yunanistan’daki tüm partiler Enosis’i ulusal dava ilân etmişlerdir.[50]

Bu yıllar Türkiye’de ana muhalefet partisi CHP’nin tepkileri olmuştur. 10 Ekim 1953’te Genel Sekreter Kasım Gülek bir demecinde “Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili olduğunu ve Kıbrıs’ta yapılacak her değişiklikte söz sahibi olacağını” söylemiştir. Dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ise 1 Nisan 1954’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada  “Kıbrıs üzerinde Türkiye’nin de söz sahibi olduğunu, adanın Yunanistan’a verilmeyeceğini” söylemiştir. 31 Ağustos 1954’te bir açıklama yapan Menderes ise, Türkiye’nin Yunanistan’a ilhâkını hiçbir zaman kabul edemeyeceğini belirtmiştir.[51]

Yunan Başbakanı Papagos’un sorunu 1954 yılında Birleşmiş Milletlere götürmesiyle ise mesele uluslararası bir boyut kazanmıştır. Türkiye ise doğrudan taraf hâline geldiği sorun karşısında uluslararası sistemin gerektirdiği gibi davranmıştır. Türkiye, NATO dışında bir politika benimsememiş, yani politikasızlığı tercih etmiştir. Dolayısıyla Türkiye, Kıbrıs Sorununda İngiliz politikalarını desteklemiş, statükocu bir anlayışı savunmuştur.[52]

15 Aralık 1954’te BM Genel Kuruluna getirilen Yunanistan’ın self determinasyon isteği reddedilmiş, ada Yunanistan’a bırakılmamıştır. Birleşmiş Milletler’in kararından sonra Yunanistan, Kıbrıs’ın kendine verilmeyeceğini anlamış, adada terör faaliyetlerini tırmandırmaya başlamışlardır. Bunun için 1954 yılında EOKA adlı bir yeraltı örgütü kurulmuş ve örgütün başına Albay Grivas getirilmiştir. EOKA’nın kuruluş amacı; Silâhlı eylemler gerçekleştirmek, adayı Türklerden temizleyerek Enosis hayaline ulaşmaktır. Türkler ise bu örgütün saldırganlığına karşı 1957 yılında Türk Mukavemet Teşkilâtı adlı bir karşı örgüt kurmuşlardır.

EOKA’nın kuruluş sürecine bakarsak; ilk gizli görüşmeler 2 Temmuz 1952 yılında Makaryos’un başkanlığında yapılmıştır. Bir ihtilal konseyi kurulmuş ve Enosis için gizli yeminler edilmiştir. 1954 yılından başlayarak Yunanistan hükümetinin bilgisi dahilinde adaya gizli silah sevkiyatı başlamıştır. Ve 9 Kasım 1954’te Grivas’ın adaya gizlice ayak basması gerçekleşmiştir. 1 Nisan 1955’te ise EOKA’nın ilk saldırıları Yunan Dışişleri Bakanı Stefanopulos’un direktifleriyle yapılmıştır. Amaç; önce adadan İngilizleri çıkarıp, ardından Türkleri yok ederek Enosis hayallerini gerçekleştirmektir. Fakat bir süre sonra örgüt adadan İngilizlerin gitmesini beklemeden Türklere saldırılar yapmaya başlamıştır. Makaryos’un EOKA’nın siyasi lideri olduğu İngilizler tarafından öğrenilince ise Makaryos, 9 Mart 1956’da Seyşel adalarına sürgüne gönderilmiştir. EOKA ise eylemlerinde yüzlerce Türk’ü bunun yanı sıra birçok Rum ve İngiliz’i de katletmiş, köyleri yakıp yıkmış, adadan Türklerin göç etmesine neden olmuştur. Saldırılarına 1963’te yeniden devam eden örgüt 103 Türk köyünü yakıp, insanları göçe zorlamıştır.  15 Temmuz 1974’e gelindiğinde ise EOKA B adı altında silahlarını Rumlara çevirmiş, 2000 Rum’u katletmiştir.[53]

EOKA’ya karşı örgüt olarak kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı ise 27 Temmuz 1957’de Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Kemal Tanrısevdi tarafından Lefkoşa’da kurulmuştur. 1 Nisan 1955’ten beri adadaki Türklere saldırmaya başlayan EOKA’ya karşı Türklerde adada çeşitli mukavemet grupları oluşturmuştur. Fakat bu gruplar EOKA gibi askeri yapıda ve destekli değil, küçük, dağınık ve eğitimsiz gruplardı.[54]

Kısacası 1950’li yılların temel politikası olan statükoculuk ve sorunu İngiltere’nin iç meselesi olarak görme anlayışı, EOKA’nın terörü tırmandırmasıyla son bulmuştur. Adnan Menderes’in bu yıllardaki politikalarında 1952 yılına gelene kadar NATO’ya üyelik sürecindeki temkinli davranışlarının da payı bulunmaktadır.

II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra İngiltere sorunu çözmek için çeşitli planlar yapmıştır. Bunlar sırasıyla 1947 Lord Minster Planı, 1948 Jackson Planı, 1955 MacMillan Planı, 1956 RadCliffe Planı, 1958 II. MacMillan Planı, 1958 NATO Genel Sekreteri Spaak Planı olmuştur.[55]

İngiltere’nin 29 Ağustos 1955 tarihinde düzenlediği Kıbrıs ve Doğu Akdeniz meseleleri konusu ile Londra Konferansı’nı toplanmıştır. Konferansta İngiltere Dışişleri Bakanı MacMillan görüşlerini açıklamıştır. Konferansta Yunanistan self-determinasyon ve Enosis isteğini yinelemiştir. Macmillan İngiltere’nin Nato ve Bağdat Paktı içinde üstlendiği görevleri yerine getirebilmesi için Kıbrıs’ın tümünün İngiltere’nin elinde kalması gerektiğini öne sürmüştür.[56] Konferansta Türkiye’yi temsil eden dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ise ilhaka karşı çıkarken adanın Anadolu yarımadasının bir uzantısı olduğu ve adadaki Türk varlığını öne çıkaran tezleri ileri sürmüştür.[57] Zorlu adada statükonun korunmaması hâlinde Türkiye’ye verilmesi gerektiğini savunmuş ve ileriye dönük kendi kendine yönetim şeklini önermiştir.[58]

Fatin Rüştü Zorlu’nun Londra görüşmelerinde iki halkın eşitliğini savunmasının ardından konferans devam ederken 6-7 Eylül olayları gerçekleşmiştir. Ve Londra konferansından bir sonuç alınamamıştır.[59] 6-7 Eylül olayları ise Türk-Yunan ilişkilerindeki gerginliğin daha fazla artmasına neden olmuştur.

Türkiye’nin konferansta ilhaka karşı çıkması sonucu İngiltere ve Yunanistan alternatif çözüm arayışlarına girişmiştir. Bu arayışların sonucu ise “taksim” fikri akıllara gelmiştir. 28 Aralık 1956’da TBMM’de bir konuşmasında Adnan Menderes Türkiye’nin çıkarlarını en iyi koruyacak çözümün taksim olacağını beyan ederek taksime olumlu yaklaştığı göstermiştir.[60]

Londra Konferansı sonrasında uzlaşma sağlamak isteyen İngiliz Hükümeti 1955-1956 yılları arasında Makaryos ile görüşmeler gerçekleştirmiş, ancak görüşmelerden sonuç alamayınca Makaryos’u Şeyşel Adaları’na sürgün etmiştir. Bu sürgün sonrası çatışmalar daha da şiddetli bir hâl almıştır. Makaryos’un sürgününden sonra iyice başıboş kalan EOKA eylemlerini arttırmıştır. Türk toplumu ise bu saldırılar karşısında Türkiye’ye yardım çağrısında bulunmuştur.[61]

Aralık 1956 ile Mayıs 1960 arası yıllar Türkiye’nin adanın taksimi tezini savunduğu yıllar olmuştur. Demokrat Parti’nin iktidarının ilk yıllarındaki politikalarında ciddi değişiklikler yaşanmıştır. Bu değişikliklerin bir nedeni de İngiltere’nin 1956’da yumuşayan politikası ile self determinasyona yanaşması olmuştur. İngiltere ilk kez self determinasyon hakkını veren bir anayasa önerisinde bulunmuştur. Bu öneriye göre 6 Türk, 30 Rum temsilcilerden oluşan 36 kişilik bir meclis kurulacaktı. Sürgündeki Makaryos ise bu önerileri yeterli bulmayarak karşı çıkmıştır. Çünkü Makaryos’un isteği sömürge düzeninin tamamen sona erdirilmesidir. Türkiye ise adanın bölünme olasılığını olumlu karşılayarak, anayasa önerisini kabul etmiştir.[62]

28 Mart 1957 yılında Makaryos’un sürgünü sona ermiştir.  Sürgünün sona erdirilmesi ise Türkiye’nin tepkisini toplamıştır. Başbakan Menderes ise sürgün kararından dolayı Yunanistan’a verdiği demeçlerle tepkisini sert bir şekilde dile getirmiştir.[63]

İngiltere 1957 yılından sonra peş peşe yeni plan önerilerinde bulunmuştur. 1957 yılındaki Foot Planı bunlardan biridir. Foot Planı, Makaryos’un sürgününü bitiren, Rumlar ve Türkleri eşit taraf kabul eden bir süreci planlıyordu. Türkiye ve Yunanistan bu planları kabul etmemiştir. Bu plan kabul edilmeyince Macmillan’ın yeni geliştirdiği plan devreye girmiştir. Fakat bu planda da uzlaşma sağlanamamıştır.[64]

1957 yılında yeniden self determinasyon ve Enosis isteği ile BM Genel Kuruluna başvuran Yunanistan’a karşı, İngiltere BM’ye başvurarak Yunanistan’ın Kıbrıs’a uyguladığı şiddet ve terörizmi şikâyet etmiştir. 26 Şubat 1957’de sorunu görüşen BM ise barış görüşmeleri çağrısında bulunmuştur.[65]

Planlar üzerinde bir anlaşmanın sağlanamaması üzerine Amerika Birleşik Devletleri devreye girmiştir. İki NATO üyesinin anlaşmazlığını çözmek için ABD,1958’de Kuzey Atlantik Paktı toplantısında çözüm arayışlarına katılmıştır. Bu toplantıda Türkiye taksim politikasından, Yunanistan ise Enosis’ten vazgeçtiğini açıklamıştır. Ve 1959 yılından itibaren bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması yönünde çalışmalara başlanılmıştır.[66]

11 Şubat 1958’de Zürih Antlaşması ve 19 Şubat 1959’da da Londra Antlaşması imzalanmıştır.  Kıbrıs Cumhuriyeti’nin doğuşu ise Londra ve Zürih Anlaşmalarına göre oluşturulan Kuruluş, İttifak ve Garanti Anlaşmalarının yürürlüğe girmesi ile mümkün olabilmiştir. Kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti tamamen bağımsız olmamakla birlikte, ek olarak yapılan Garanti Antlaşması ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğü altında özel bir statüde kurulmuştur.

Londra ve Zürih Antlaşmalarının ana hatları ise şu şekildedir; bu antlaşmalar toplumların birbirleri üzerinde egemenlik kurmalarını önleyecek şekilde hazırlanmıştır. Cumhurbaşkanı Rum, veto hakkına sahip Cumhurbaşkanı yardımcısı ise Türk olacaktır. Bakanlar Kurulu 7 Rum, 3 Türk’ten oluşacaktır.[67] Bu doğrultuda 14 Aralık 1959’da Makaryos Cumhurbaşkanı, yardımcısı ise Dr. Fazıl Küçük olmuştur. Zürih ve Londra Anlaşmaları sonucu geçici bir hükümet kurulmuştur. Kıbrıs Anayasası hazırlandıktan sonra imzalanan Lefkoşe Antlaşmaları ile 16 Ağustos 1960 tarihinde Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti ilân edilmiştir.

1960-1980 DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ

1960 Anlaşmaları ile Türkiye, İngiltere ve Yunanistan garantör ülkeler olmuşlardır. Bu çerçevede Yunanistan, 950 kişilik bir Yunan alayını adaya konuşlandırma fırsatı yakalamıştır. Makaryos ise Kıbrıs’ın bağımsızlığını her zaman için Enosis’e ulaşma yolunda bir araç olarak görmüştür.  Yunan alayının Kıbrıs’a gelişi Rumlarda Enosis heyecanı yaratmıştır. Cumhuriyetin kurulması ile bir süre yeraltına geçen EOKA, Yunan alayı aracılığıyla eğitilip yeniden harekete geçmiştir.[68]

Yunanistan’da Karamanlis’in iktidardan düşüşünden sonra yerine Londra ve Zürih Antlaşmalarını tanımayan Papandreu Başbakan seçilmiştir. Bunun üzerine Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasını uygulamak istemeyen Makaryos Garanti ve İttifak Antlaşmalarının feshedilmesini önermiştir. Bu çerçevede Makaryos, 30 Kasım 1963’te Türkiye’ye 13 maddelik bir anayasa düzeltme teklifi sunmuştur. Türkiye’nin reddettiği bu teklif Kıbrıs Türklerini azınlık statüsüne sokan bir değişikliktir.[69] Bu değişiklik teklifini Yunanlıların desteklediklerini o dönemin Yunan Başbakan yardımcısı Sofokles Venizelos gizlememiştir.[70] Makaryos bu teklifi Türkiye’nin reddedeceğini bilerek adada eğitilerek hazır hâle gelen EOKA ile Türkleri adada yok etmeyi hedeflemiştir.

1963 yılından itibaren Türklere yönelik saldırılar başlamıştır. Rum tarafı Türkler’in imhasını öngören Akritas Planı’nı uygulamaya koymuş, sistemli şiddet politikasına geçilmiştir.  Aralık 1963’te tarihe “Kanlı Noel” adıyla geçen olaylar yaşanmıştır. Bu olaylar sırasında 21 sivil Türk katledilmiştir. 30 Aralık günü ise Lefkoşe’de İngiliz askerleri tarafından Yeşil Hat oluşturulmuştur. Türkiye ise adadaki bu katliamlara karşı Türk Hava Kuvvetleri’ne ait uçakları Lefkoşe üzerinde havalandırmıştır.[71]

1 Ocak 1964’te Makaryos 1960 Antlaşmalarının tek taraflı feshedildiğini açıklamıştır. Rum saldırıları daha fazla artmıştır. Türkiye ise saldırıların durdurulması için 13 Şubat 1964’te BM Güvenlik Konseyine başvurmuştur. 4 Mart 1964’te BM bir “Barış Gücü” oluşturma kararı almıştır. Ayrıca BM işgalci Rumlara “ Kıbrıs Hükümeti” ifadesini kullanarak bir mektup göndererek tarihi bir hataya imza atmıştır. Yapılan bu hata sonucu Rumlar, fiilen bir hükümet gibi kabul edilmişlerdir.[72]

Yeşil Hat’tın çizilmesi ve BM’nin sözde barış gücü çatışmaları durduramamıştır. Bu nedenle Türkiye, Garanti Antlaşması’nın dördüncü maddesinin verdiği hak ile Haziran 1964’te adaya müdahale kararı almıştır. Ancak “Johnson Mektubu” ismiyle literatüre geçen ABD Dışişleri Bakanı’nın İsmet İnönü’ye ilettiği mektupla Türkiye müdahale fikrinden vazgeçmiştir.[73]

Grivas’ın adaya dönmesiyle Türklere yönelik saldırılar artarak devam etmiştir. 1964 yılında Erenköy olayları yaşanmıştır. Garanti Antlaşması uyarınca NATO ve BM’ye başvuru sonrası Türk uçakları Kıbrıs üzerinde 7 Ağustos 1964’te ihtar uçuşu yapmış, 8 Ağustos’ta ise Rum mevzilerini vurmuştur.[74]

15 Temmuz 1964’te ABD, Acheson Planı’nı devreye sokmuştur. Planda Karpaz’da Türkiye’ye bir üs verilecek, buna karşılık Türkiye ise Enosis’i kabul edecek ve de Türkler adada azınlık olacaktır. Acheson Planı, Makaryos tarafından şartsız Enosis olmadığı için reddedilmiştir. Zaten Türkiye’de bu planı reddetmiştir. Ağustos’ta sunulan ikinci Acheson Planı ise yine aynı gerekçelerle reddedilmiştir.[75]

1964 yılından sonra Barış Gücü’nün de çabalarıyla adada çatışmalar bir süre duraklamıştır. Fakat 3 yıl sonra çatışmalar geri alevlenmiştir. 1967 yılında Rumlar yeniden silahlanmaya başlamışlardır. 21 Nisan 1967’de ise Yunanistan’da askeri cunta bir darbe yapmış, Yorgi Papandreu iktidara getirilmiştir. Eylül 1967’de Demirel ile Kollias arasında Dedeağaç’taki görüşmelerde pazarlığa kalkışılmış, ama sonuç alınamamıştır. Bunun üzerine Kıbrıs’ta Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı saldırılar düzenlenmiştir.[76] Türkiye’nin adaya askeri müdahale kararı sonucu ABD araya girerek bir kısım Yunan askerinin ve Grivas’ın geri çekilmesini sağlamasıyla Yunanistan’ın adadaki etkinliği hem askeri olarak azaltılmış, hem de cunta yönetiminin prestij kaybetmesine yol açmıştır.[77] Geçitkale saldırılarının ardından 28 Aralık 1967’de Geçici Türk Yönetimi ilân edilmiş, daha sonra Türk Yönetimi adını almıştır. Yönetimin başına ilk kez Dr. Fazıl Küçük getirilmiş, 1973seçimleri ise Rauf Denktaş seçilmiştir.[78]

Bu arada EOKA içinde görüş ayrılıkları belirmiş, Türkiye’nin müdahalesinden çekinip Türkiye’yi ekonomik yollardan alt etmeye çalışan Makaryos ile eski cuntacıların yer aldığı EOKA-B karşı karşıya gelmiştir. 15 Temmuz 1974’te Yunan cuntasının desteğini alan EOKA’cı Nikos Sampson, Makaryos’a darbe yapmıştır. Türkiye ise bu durumda Garanti Antlaşması gereği İngiltere’ye müdahalede bulunmayı teklif etmiş, olumsuz yanıt alınca adanın güvenliği için 20 Temmuz 1974’te Barış Harekâtını başlatmıştır. Böylece Sampson’un isteği olan Yunanistan’a ilhak gerçekleşmemiş, adadaki Türklerin can güvenliği güvence altına alınmıştır. Bu harekât Yunanistan’daki askeri cuntanın da sonu olmuştur.[79] Harekâtın ardından Rum toplumunun liderliğine Klerides gelmiştir.

Türkiye harekât ile beraber adadaki güvenliği sağladıktan sonra bu durumu muhafaza etmek istemiştir. İlk barış harekâtının ardından BM’nin 353 sayılı kararı ile ateşkes çağrısında bulunması ile 25 Temmuz 1974’te Cenevre görüşmeleri başlamıştır. Sonuç olarak ateşkese uyulması ve Yunan Kuvvetlerinin bölgeden çekilmesine karar verilmiştir. 8-13 Ağustos’ta ki Cenevre Konferansı’nın ikinci ayağında ise Rauf Denktaş federal bir yapı içerisinde iki kesimli otonom bölgelerin oluşturulacağı bir anayasa talep etmiş, fakat bu durum Klerides tarafından reddedilmiştir.[80] 1974’ten sonra Türkiye ve Kıbrıs Türk toplumu iki toplumlu ve iki bölgeli bir federasyon sistemini savunan politikaların savunucusu olmuştur.

II. Cenevre Konferansı sırasında görüşmelerden bir uzlaşmanın çıkamayacağı anlaşılınca ise Kıbrıs’a ikinci harekât yapılmıştır. Harekâta uluslararası toplum ve ABD tepki göstermiştir. Türkiye kendine uygulanan silah ambargosu kararının üzerine ise 5 Şubat 1975’te cevap olarak Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD)’ni ilân etmiştir.  BM Genel Kurulu ise bu durumu 12 Mart 1975’te 367 sayılı karar ile rahatsızlığını belirtmiştir. Güvenlik Konseyi ise arabuluculuk aracılığı ile görüşmelere çağırmıştır.[81]

İkinci harekât sonrası BM Genel Sekreteri gözetiminde Denktaş ile Klerides arasındaki görüşmeler başlatılmıştır. Sadece nüfus mübadelesi konusunda uzlaşmaya varılmış, Kuzeydeki Rumlar ile Güneydeki Türkler yer değiştirmiştir.[82]

12 Şubat 1977 yılında Denktaş ile Makaryos arasında 4 maddeden oluşan İlk Zirve Antlaşması kabul edilmiştir. Bu antlaşma ile iki toplumlu federal yapı üzerinde karar birliğine varılmıştır.[83] 19 Mayıs 1979’da yapılan Denktaş-Kiprianu görüşmeleri sonucu 10 Nokta Antlaşması imzalanmıştır. 15 Haziran’da yapılan görüşmelerde ise Rumlar, Türk tarafının ambargosunu kaldırmayarak 10 Nokta Antlaşmasının 6. Maddesini ihlâl etmişlerdir. Makaryos’un ölümü üzerine liderliğe geçmiş olan Kiprianu ise Papandreu’dan aldığı destekten dolayı meseleyi iki taraflılıktan çok taraflılığa getirmenin yollarını aramıştır.[84]

Rumların uzlaşmaya varamaması, federal devlet statüsünün bir çözüm getiremediğinin anlaşılması ve Rumlar’ın Mayıs 1983’te BM Genel Kuruluna başvurmaları üzerine ise Türk tarafı self determinasyon hakkını kullanarak 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’ni kurmuştur.[85]


2.Cİ  BÖLÜM İLE  DEVAM  EDECEKTİR..

..


6 Aralık 2014 Cumartesi

ADANA MUTABAKATI VE TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİNDE BUGÜN



ADANA MUTABAKATI VE TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİNDE  BUGÜN,





ADANA MUTABAKATI VE BUGÜN
Türkiye’de son aylarda Suriye’deki muhalif toplumsal hareketlere yönelik artan baskılar ve devlet güçlerinin isyancılara yönelik yaptığı katliamlar nedeniyle bu ülkeye yönelik tepkilerin giderek yükseldiği ve hatta bir askeri müdahalenin konuşulduğu günlerde, Türkiye’ye şimdilerde bu ülkeye müdahale hakkını verdiği iddia edilen[1] 1998 tarihli Adana Mutabakatı’nın nasıl bir ortamda gerçekleştiğini hatırlamakta fayda var.
1998 yılı Türkiye’de terör olaylarının yine yükselişe geçtiği ve toplumsal öfkenin üst düzeye ulaştığı bir yıldı. 28 Şubat sürecinin ardından muğlâk bir dönemden geçen ve ordunun ön plana çıktığı Türkiye’de sinirler; hem siyasal gerginlikler, hem de PKK terörünün yol açtığı milliyetçi öfke nedeniyle hatırlanacağı üzere üst noktadaydı. Suriye’nin PKK terör örgütüne uzunca bir süredir destek verdiği de Türk devletince biliniyordu. Böyle bir ortamda, 1998 sonbaharındaki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bu konuda alınan karar gereğince, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye sınırındaki Hatay şehrine giderek burada bu ülkeye yönelik çok sert bir konuşma yapmış ve bu ülkenin teröre destek vermeye devam etmesi halinde Türkiye için bunun bir savaş sebebi sayılacağını söylemişti.[2] Ateş’in bu açıklamasının ardından Türk ve dünya kamuoyunda Suriye ile Türkiye arasında savaş çıkma ihtimalinin arttığına yönelik yayınlar Suriye yönetimini endişelendirmiş ve Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek Suriye ve Türkiye arasında mekik dokuyarak, savaşı önlemek adına arabulucu bir rol üstlenmişti.[3] Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu daha sonra yaptığı bir açıklamada Türkiye’nin o dönemde savaşa tam anlamıyla hazır olmadığını, ancak Türk basınının da çabalarıyla Suriye’nin böyle bir algıya kapılarak geri adım atmak zorunda kaldığını ifade etmişti.[4] Aslında Türk hükümetinin ordunun hazırlanmasından daha büyük bir endişesi, bu savaşı fırsat bilecek Yunanistan’ın batıda bir şeylere kalkışmasıydı.[5] Ayrıca Başbakan Bülent Ecevit terör örgütünün Suriye’den çıkarılması durumunda Irak’ın kuzeyine yerleşebileceği ve bunun Türkiye için daha büyük bir sorun yaratabileceği endişesindeydi.[6] Bunlara ek olarak dönemin Dış İşleri Bakanı merhum İsmail Cem kendi şahsi bağlantıları sayesinde Fransa’nın Türkiye’nin böyle bir müdahalesine ses çıkarmayacağını düşünse de, Arap ülkeleri, Rusya ve Çin’in böyle bir askeri operasyona çok ciddi tepki verebileceğini düşünüyordu.[7] ABD de aslında böyle bir operasyona karşıydı, ABD Başkanı Bill Clinton’ın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e yazdığı mektup Türkiye’nin Mübarek’in arabuluculuğunu kabul etmesini telkin ediyordu.[8] Mübarek’in arabuluculuğu sonucunda Suriye geri adım atmak zorunda kalmış ve Türkiye ile Suriye arasında çok ciddi bir gerginlik sonrası Adana Mutabakatı imzalanmıştı. Adana Mutabakatı 20 Ekim 1998’de Türk heyetine başkanlık eden büyükelçi Uğur Ziyal ve Suriye heyetine başkanlık eden Siyasi Güvenlik Başkanı Tümgeneral Adnan Badr El Hassan arasında imzalanmıştı. Bu anlaşma ile Suriye, Türkiye’nin güvenlik kaygıları konusunda Türkiye’ye bazı sözler vermiş oluyordu.[9] Dönemin Dış İşleri Bakanı İsmail Cem’e göre belki bu anlaşma Suriye’den terör örgütünün hemen tasfiyesi sonucuna yol açmayacaktı ama PKK lideri Öcalan’ın Suriye’de saklanmasının engellenmesi ve iki ülke arasındaki iyi niyetin ortaya konması açısından çok önemliydi.[10] Nitekim bu sürecin devamında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarak bir süre Rusya ve İtalya’da saklanması, daha sonrasında ise Kenya’da Yunanistan büyükelçiliği yakınlarında yakalanması süreçleri yaşanmıştı.[11]
Peki Türkiye’nin 14 yıl önce, üstelik demokrasisini sendeleten 28 Şubat sürecinin hemen ardından medyanın da desteğiyle başarıyla gerçekleştirdiği psikolojik operasyon bugün hangi ölçüde yapılabiliyor ve yapılamıyorsa eksiklikler nedir biraz da bu konu üzerinde duralım. Bunu yapabilmek için öncelikle iki durum arasındaki somut farklılıkları dikkate almamız gerekiyor. Birinci durumda Türkiye kendisine yönelik faaliyetler yapan bir terör örgütüne destek sağlayan komşusu Suriye’ye yönelik ulusal menfaatleri doğrultusunda bir müdahaleye hazırlanıyordu ve eli bu anlamda hukuki ve ahlaki olarak son derece kuvvetliydi. Realizm perspektifiyle hareket eden Türkiye, sert güç kullanma tehdidi ile Suriye’yi caydırmış ve diplomasi ile krizi kan dökülmeden çözmeyi başarmıştı. Bugün ise Türkiye ulusal menfaatlerinden öte ilkesel olarak savunduğu demokrasi ve insan hakları bağlamında (İdealizm) Suriye’deki rejimin katliamlarını kınıyor ve burada akan kanı durdurmak için çeşitli diplomatik girişimlerde bulunuyor. Türkiye’nin eli ahlaki açıdan yine son derece kuvvetli olmasına karşın, Birleşmiş Milletler’de Rusya ve Çin’in vetosu sonrası hukuki olarak henüz bir aşama kaydedilememiş durumda. Bu noktada Türk kamuoyunda, geçen yıllar içerisinde ülkede yaşanan önemli değişim ve dönüşümlere rağmen hala İdealizm perspektifinin yeterince kuvvetlenmediğini ve taban bulamadığını söylemek mümkün. Zira bugün Suriye’de yaşananlar PKK teröründen bile daha vahşi de olsa, Türk kamuoyu kendi vatandaşlarına ve askerlerine zarar gelmediği için aynı ölçüde bir duyarlılık göstermiyor. Bu noktada kamuoyunu etkilemek için hükümetin kaçınmaya çalıştığı bir yöntem olan mezhepsel rekabetin gündeme getirilmesi ise hem Türkiye’nin sosyal barışı, hem de demokratik düzeyi açısından asla başvurulmaması gereken bir yöntem. Hatta Türkiye’nin şu an Suriye’ye yönelik daha aktif politikalar izleyememesinde iktidarın geçmişteki bazı uygulamalarından rahatsız olan farklı inanç grupları ve laiklik hassasiyeti yüksek kesimlerin muhalefetlerinin de etkili olduğunu söylemek mümkün. İktidarın bu açıdan farklı toplumsal kesimlere yeterince güven verememesi ve böylesi bir ortamda 4+4+4 eğitim reformu gibi tartışmalı bir projeyi gündeme getirmesinin ne derece yanlış bir hamle olduğu açıkça ortada.
1998 ile 2012 arasındaki ikinci önemli farklılık kuşkusuz ordunun durumuyla ilgilidir. 1998’de demokrasiye “balans ayarı” niteliğinde olduğu iddia edilen bir müdahalede bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri, içeride ve dışarıda demokrat çevrelerden gelen kimi eleştirilere rağmen gücünün zirvesinde ve savaşma konusunda oldukça azimli bir görüntü çizmekteydi. Bugün ise demokratikleşme sürecinin doğal bir sonucu olarak yaşanan hukuki süreçlerde hoyratça davranılması, tutuklu yargılama usulünün infaza dönüşmesi ve suçluluğu ispat edilen kişiler yerine ordunun bir bütün olarak itibarının zedelenmesi sebebiyle ordunun müdahale konusunda daha isteksiz bir görüntü çizdiğini, dahası içeride ve dışarıda orduya duyulan güvenin oldukça azalmış olduğunu söylemek mümkün. Zaten bu yüzden 1998’i çağrıştırır şekilde 2011 yılı sonlarında Suriye sınırına giderek Türk Silahlı Kuvvetleri birliklerini denetleyen Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu’nun ziyareti ne iç, ne de dış basında beklenen ilgiyi görmedi ve sonuçta da ciddi bir etki yaratamadı.[12] Bu noktada Türk kamuoyuna ek olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de henüz demokrasiyi yayma fikrini, uğrunda savaşılması gereken bir değer olarak görüp görmediği son derece tartışmalı bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda dış politikada etkinliğini arttıran ve bir bölgesel güce evrildiği söylenen Türkiye’nin bu ani ve çok hızlı gelişim süreci, bu gelişimin beraberinde getirdiği sorumlulukların Türkiye kamuoyuna ve kurumlarına yeterince ciddi ve kapsamlı ölçüde anlatılamamasına neden olmuştur.
1998 ve 2012 arasındaki bir diğer önemli fark da PKK ve Kürt meselesinin konum değiştirmesiyle ilgilidir. 1998’de Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin birkaç yıldır zaten ağır kayıplar verdirilen PKK’ya çok ağır bir darbe olacağı ve terör örgütünün bitirilme noktasına getirileceği umulmaktaydı. Günümüzde ise bu durumun oldukça zıttı bir şekilde Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin Suriye’de Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile birleşmesi muhtemel bir Kürt bölgesinin oluşmasına yol açabileceği ve Arap Baharı’nın Kürt Baharı’na dönüşebileceği endişeleri bulunmaktadır. Bu endişelerin gerçekçi temellerinin olup olmadığı tartışılır olmasına karşın, özellikle Kuzey Irak yönetiminin varlığı ve bağımsızlığa yönelik sinyallerinin, dahası Türkiye’de yıllar içerisinde siyasallaşan ve zemin kazanan Kürt milliyetçiliğinin daha etkili bir konumda olmasının devletin güvenlikçi ve içe kapanmacı reflekslerini güçlendirdiği görülmektedir.
1998 ile 2012 koşulları arasındaki kanımca en büyük fark ise bölgesel durumla ilgilidir. 1998’de Türkiye’nin Suriye’ye girmesi muhtemelen iki ülke arasında bir süre devam edecek ve Türkiye’nin üstünlüğü ile sonuçlanacak bir savaş senaryosunu gündeme getiriyordu. Bugün ise İran’ın nükleer programının sona erdirilmesini bir varoluş meselesi olarak gören İsrail’in endişeleri, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık düşleri ve Kürt meselesinin patlamaya hazır bir bombaya dönüşmesi, Irak’ta ve Lübnan’daki mezhepsel gerginlikler ve tabii ki Rusya ve Çin’in bu bölgesel meseleye gösterdikleri özel ilgi nedeniyle Türkiye’nin yapacağı küçük bir hamle peşi sıra çok büyük yeni hamlelerin ve bölgesel bir savaşın tetikleyicisi olabilir. Bu nedenle Türkiye’nin 1998’den farklı olarak çok daha temkinli ve soğukkanlı hareket etmesi gerekmektedir.
Bu ciddi farklılıklara ek olarak Türkiye’de yıllardır alışık olunmadık şekilde üç dönem üst üste tek parti iktidarı kuran Adalet ve Kalkınma Partisi’ne muhalif kesimlerin iktidar olma şanslarını düşük gördükleri ve bu partinin kendilerine yönelik tutumlarını iyi niyetli bulmadıkları için bu olayda Türkiye’nin 1998’den farklı olarak tek ses veremediği, bunun da Türkiye’nin elini zayıflattığı söylenebilir. Yine 1998’de medyanın çok daha aktif ve etkin bir pozisyon alması durumu karşımıza çıkarken, şimdilerde medyada da oldukça kararsız ve nereye gittiğini bilmeyen bir havanın yansıtılması Türkiye’nin çizgisini belirsiz kılmaktadır.
Tüm bu farklılıklara ve sorunlara karşın, Türkiye’nin 1990’ların sonlarından itibaren demokrasiyi ve insan haklarını bir dış politika normu olarak kabul etmesi (bu konuda da son yıllarda bazı hatalar yapılmıştır – Sudan Devlet Başkanı Ömer El -Beşir’e verilen destek gibi) alkışlanacak bir husustur. Fakat bu hususları kullanarak “insani müdahale” refleksleri geliştirmek için, Türkiye’nin öncelikle kendi zayıf karnı olan siyasal ve sosyoekonomik sorunlarını çözmesi ve kamuoyunu bu yeni strateji doğrultusunda yeniden yapılandırması gerekmektedir. Dahası bölgede İran-İsrail, Sünni-Şii gerginliklerinin zirvede olduğu bir dönemde Türkiye’nin insani endişeleri ve iyi niyetli yaklaşımlarının her zaman için istismar ve heba edilmesi riski bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye her şeye rağmen öncelikle kendi çıkarları doğrultusunda soğukkanlı ve akılcı hareket etmelidir.
Dr. Ozan ÖRMECİ
KAYNAKÇA
- “Adana agreement paves legal path for Turkish invention in Syria”, Today’s Zaman, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi: http://www.todayszaman.com/newsDetail_getNewsById.action?newsId=276894.
- Cem, İsmail. 2001. Turkey in the New Century. Mersin: Rustem Bookshop.
- Dündar, Can. 2008. Ben Böyle Veda Etmeliyim “İsmail Cem Kitabı”. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Milliyet, 9-10 Kasım 2007.
- “Suriye’ye 13 yıl sonra anlamlı mesaj!”, Rota Haber, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi:http://www.rotahaber.com/Suriyeye-13-yil-sonra-anlamli-mesaj_226763.html.

[1] Bu konuda bir makale için; “Adana agreement paves legal path for Turkish invention in Syria”, Today’s Zaman, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi:http://www.todayszaman.com/newsDetail_getNewsById.action?newsId=276894.
[2] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 226.
[3] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 227.
[4] Milliyet, 9 Kasım 2010, sayfa 20.
[5] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[6] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[7] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[8] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[9] İsmail Cem, Turkey in the New Century, sayfa 85.
[10] İsmail Cem, Turkey in the New Century, sayfa 86.
[11] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 228.
[12] Bu ziyaretle ilgili detaylar için; “Suriye’ye 13 yıl sonra anlamlı mesaj!”, Rota Haber, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi: http://www.rotahaber.com/Suriyeye-13-yil-sonra-anlamli-mesaj_226763.html.


..

ENERJİ DEVİ RUSYA FEDERASYONU VE RUSYA-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE ENERJİ..




ENERJİ DEVİ RUSYA FEDERASYONU VE RUSYA-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE ENERJİ..



09 MAYIS 2012

ENERJİ DEVİ RUSYA FEDERASYONU VE RUSYA-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE ENERJİ
          Uluslararası İlişkilerde tarih boyunca devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde birçok konu etkili rol oynamıştır. Devletler, hedeflerine ulaşabilmek ve ulusal çıkarlarını koruyabilmek için dış politikalarında, büyük mücadeleler vermişlerdir ve günümüzde de bu süreç hala devam etmektedir. Özellikle Soğuk Savaş sonrasında uluslararası sistemdeki köklü değişim, sistemin aktörlerini de önemli değişikliklere zorlamış; devletler arasındaki ilişkilerde, dış politika alanında ekonomik unsurların öne çıktığı yeni bir ortam oluşmuştur. Yeni oluşan bu tabloda öne çıkan en önemli alanlardan biri ise enerji olmuş, devletler enerjiyi bir diplomasi aracı olarak kullanmış ve bu süreç son yıllarda artarak devam etmiştir.
         Rus dış politikası, SSCB’nin yıkılması ile Soğuk Savaş sonrasında önemli bir değişimden geçmiştir. Dönemin yarattığı koşullar içerisinde, bağımsızlığını yeni kazanan bir devlet olan RF, ilk etapta ulusal çıkarlarını belirleyememiş, Batı’ya karşı ideolojik bir çıkış yerine, Batı ile işbirliğine dayanan, istikrarlı ilişkiler kurma politikası izlemiştir. Özellikle Boris Yeltsin döneminde izlenen liberal politikalar, RF için yeterli olmamış; bilhassa derin bir ekonomik krizin yaşanması hem iç hem de dış politikayı etkilemiştir. Yeltsin sonrasında, Mart 2000’de yapılan RF Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Putin ile birlikte yeni bir dönem başlamış, iç ve dış politikada değişiklikler gözlemlenmiştir. Özellikle Hazar Bölgesi enerji kaynaklarına önem vermesi ve buradan ekonomik ve siyasi fayda elde etmeyi amaçlaması sonucu Rus ekonomisi oldukça güçlenmiştir. Yeni oluşan dış politika ile RF için ekonomik çıkar ve araçlar ilk sırada yer almış, enerji politikaları ile boru hatları stratejileri merkezi karar alma organlarınca belirlenmiş ve dış politika aracına dönüştürülmüştür.
         Dünyanın en büyük doğal gaz ihracatçısı ve üçüncü en büyük petrol ihracatçısı olan Rusya Federasyonu, zengin enerji rezervlerine sahip olmanın yanında, petrol ve doğal gazı tüketici ülkelere ulaştırmada da sahip olduğu boru hatları ağı ile stratejik açıdan önemli bir konuma ulaşmıştır (Lough, 2011).  Putin ile birlikte bu alanda elini oldukça güçlendiren RF, diğer kaynak ülkeler ve geçiş ülkeleri ile oluşturduğu boru hattı diplomasisinde kendi çıkarlarını gözeten tutumlar sergilemiştir. Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan gibi kaynak ülkeleri kendi kontrolünde tutmak için çeşitli stratejiler geliştiren RF, enerjiyi ve boru hatlarını politik araç olarak kullanmıştır. Aynı şekilde, geçiş ülkelerinde de  benzer politikalar uygulamış ve 2006’da Ukrayna ile yaşanan doğal gaz krizi, bunu gösteren en somut örneklerden biri olmuştur. Ukranya ile RF’nin arasında yaşanan doğal gaz krizi enerji alanında olsa da Ukrayna’nın batı yanlısı politikalar izlemesi sonucu RF’nin çıkarlarından uzaklaşması, satır aralarından algılanan neden olmuştur. RF, boru hatları ve enerjide izlediği stratejiyi, Ukrayna’ya karşı kullandığı gibi yine Belarus ve Gürcistan gibi diğer geçiş ülkelerine karşı da kullanmıştır. RF’nin bu tutumu ile beraber geçiş ülkelerinin ve RF’nin güvenilirliği sorgulanmış, yaşanan olaylar hem geçiş ülkesi, hem de tüketici ülke olan Türkiye’yi ve diğer tüketici ülkeleri de tedirgin etmiştir.
         Türkiye’nin bu tablodaki yeri, coğrafi konumu nedeniyle oldukça önemlidir. Petrol ve doğal gaz rezervi açısından kıt kaynaklara sahip olan bir devlet olarak Türkiye, enerjinin nakli konusunda önemli bir noktadadır ve “enerji geçiş merkezi” haline gelmektedir. Çünkü dünyadaki kanıtlanmış doğal gaz rezervlerinin % 71.8’i, petrol rezervlerinin ise; % 72.7’si Türkiye’nin çevresindeki coğrafyada yer almaktadır (T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2012). Ancak Türkiye’nin enerji alanında yaşadığı bağımlılık dikkat edilmesi gereken diğer bir unsurdur. Nitekim 2010 yılında, yaklaşık olarak 38.07 milyar metreküp doğal gaz (The World Factbook, 2012) ve yaklaşık 2.9 milyon ton (EPDK, 2011) petrol ithal eden Türkiye’nin bu noktada yaşadığı bağımlılık durumu, izlemiş olduğu politikalara da etki etmektedir. Özellikle ithal edilen doğal gazın % 65’inin RF’den temin edilmesi (İskender, 2011), Türkiye’nin RF’ye karşı yaşadığı bağımlılığı gözler önüne sermektedir. Türkiye enerji kaynakları açısından RF’ye karşı bağımlı olan bir ülke olmakla birlikte RF için de önemli bir pazar ve geçiş ülkesidir. Bu nedenle her iki ülke için enerji ilişkileri çok boyutlu olarak seyretmekte ve bu alanda gerçekleşen ve gerçekleşmete olan projeler çeşitli diplomasi ataklarını meydana getirmektedir.
         Örneğin, Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı ve Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı gibi Türkiye’nin enerji koridoru olması için katkı sağlayan, boğazlardaki geçiş trafiğinin azaltılmasına yardımcı olan, bölgedeki enerji kaynaklarını RF’nin tekelinden kurtaran bu projeler, RF tarafından olumsuz karşılanmıştır. Çünkü RF’nin projelerde yer almayışı, onun kontrolünün azalmasına neden olmuş, çıkarlarına ters düşmüştür. Özellikle BTC Ham Petrol Boru Hattı  sürecinde projeyi engellemek için RF, Hazar’ın Statüsü, Dağlık Karabağ gibi konularda Azerbaycan’a baskıda bulunmuştur. Bununla birlikte gündemde olan Nabucco DGBH Projesi de RF’nin çıkarlarına ters düşmüş; hattın Türkmenistan, Özbekistan ve Kazakistan’ı RF’den koparmaya çalışan bir ABD projesi olduğu savunulmuştur. Tabiki Nabucco DGBH Projesi için tek engel Rusya olmamıştır, kaynak sıkıntısı vb. sorunlar da projenin aksaklık yaşamasına neden olmuştur. Ancak tüm bunlarla beraber, RF, Nabucco DGBH Projesi’ne rakip olarak Güney Akım projesini geliştirmiş, Azerbaycan gibi kaynak ülkelerle yüklü miktarda gaz alım antlaşmaları yapmıştır. Mavi Akım projesi de RF’nin önemli bir hamlesi olmuş, geçiş ülkeleri by-pass edilerek Türkiye’ye doğrudan ulaşılan bu proje ile RF’nin eli güçlenmiş, geçiş ülkeleri devre dışı kalmış, TR’nin ise artan bağımlılığı ve re-export (üçüncü ülkelere satamayışı) hakkının olmayışı ile pazarlık gücü zayıflamış, diğer kaynak ülkeler ile ilişkileri gerilemiştir. Samsun-Ceyhan PBH Projesi ise boru hattı diplomasisine örnek olan, hamlelerin net olarak gözlemlendiği diğer bir projedir. Çünkü Nabucco DGBH Projesi ile Güney Akım DGBH Projesi arasında pazarlık konusu haline gelmiştir. Türkiye, çıkarları ile örtüşmese de Samsun-Ceyhan PBH Projesi’nin gerçekleşebilmesi için Güney Akım DGBH Projesi’ne yeşil ışık yakmış, bunun karşılığında RF’den Samsun-Ceyhan PBH Projesi için destek almıştır.
         Bu projeler, özellikle Türkiye’yi yakından ilgilendirdikleri için örnek verilmiştir. Aksi halde boru hatları diplomasisinin aktif olarak gözlemlendiği pek çok proje söz konusudur. Her ne kadar BTC Ham Petrol Boru Hattı ve BTE Doğal Gaz Boru Hattı gibi hatlar Türkiye’yi enerji koridoruna dönüştürse de, Türkiye’nin enerji arz güvenliğinin sağlanması açısından fayda sağlasa da, sürecin  Türkiye’nin aleyhinde işlediği ortadadır. Adım adım gelişen süreçte RF akıllıca stratejiler izleyip, hamlelerini ona göre belirlediği için mevcut durumda, Türkiye’ye kıyasla daha kuvvetli ve avantajlı bir konumdadır. Türkiye’nin boru hatları diplomasisinde RF’ye karşı net bir politika izleyememesine Batılı devletlerin etkileri, kaynak ülke olarak RF’nin enerji alanında daha güçlü olması ve bir dış politika aracı olarak boru hatlarını başarılı şekilde kullanması gibi etkenler de mevcuttur ama Türkiye’nin çıkarlarını en üst düzeyde koruyacak “enerji politikası”nın olmayışı diğer nedenlerden daha kuvvetli etkiler doğurmaktadır.
         Enerji alanında güzergah ülke olduğu için üretici ülkelerle, tüketici ülkeler arasında bir “köprü” özelliğini taşıyan Türkiye, doğru bir boru hattı diplomasisi geliştirmek ve enerji merkezi olma yolunda başarılı olmak için,
  • Ulusal çıkarları koruyan ve ulusal çıkarlardan taviz vermeyen bir enerji politikası geliştirilmeli.
  • RF’den, AB’den ve ABD’den gelen “anlık tepkiler”e göre, “anlık enerji politikası” izlenmemeli.
  • Enerji alanında belirlenen hedefler, akılcı, mantıklı ve uygulanabilir olmalı.
  • Boru hatları diplomasisini başarılı bir şekilde uygulamak için konunun uzmanı bilimadamları, akademisyenler, bürokratlar ve devlet adamları ile çalışılmalı.
  • Dahil olunan projelerdeki antlaşma metinleri iyi analiz edilmeli ve hukuksal boşluklardan doğacak, Türkiye’nin aleyhine işleyecek bir sürecin olmaması için gerekli özen gösterilmeli.
  • RF karşısında Türkiye’nin elinin güçlü olduğu alanlar belirlenip, onlar üzerinden strateji geliştirilmeli.
  • Doğal gaz ve petrol tüketimini azaltacak alternatif enerji kaynakları geliştirilmeli.
  • RF’ye karşı enerji alanında yaşadığımız bağımlılığı kırmak adına, diğer ülkeler ile doğru ilişkiler izlenerek kaynak ülkelerde çeşitliliğe gidilmeli.
         Uluslararası ilişkilerde ve dış politikada vazgeçilmemesi gereken en önemli husus, “ulusal menfaatlerin” her zaman öncelikli görülmesi ve bu konuda kararlı ve istikrarlı politikalar geliştirilmesinin hayati önem taşıdığıdır. Yanlış belirlenen, yerinde ve zamanında uygulanmayan politikanın getireceği zararlar ne kadar büyükse, doğru uygulanan ve milli çıkarları koruyacak doğrultuda belirlenen politikanın kazandıracağı faydalar da o kadar büyük olur. Elindeki diplomatik araçları kullanamayan devletler, uluslararası sistemde etkin bir güç olamayacakları gibi, kendi ulusal çıkarlarını savunmak ve korumakta da başarılı olamazlar. Bu konuda başarılı olabilmek için stratejilerin doğru olarak saptanması, bu stratejiler esas alınarak taktikler benimsenmesi ve uygulanması gerekmektedir. Burada diğer devletlerin amaçlarını, çıkarlarını iyi belirleyebilmek, uyguladıkları taktikleri görebilmek, bir sonraki adımlarını tahmin edebilmek, Türkiye’nin çıkarlarına uygun politika belirleyip bu yönde strateji geliştirebilmek için çok önemlidir.
         Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle ve zengin enerji kaynaklarına sahip bölgeler arasında olmakla çok büyük öneme sahip bir ülkedir. Bu önem hiçbir zaman unutulmadığında, istikrarlı ve ulusal çıkaları koruyan bir enerji politikası geliştirildiği ve başarılı boru hatları diplomasisi ile pekiştirildiği takdirde, Türkiye enerji alanında söz sahibi olan bir ülke konumuna gelecek, dünya enerji güvenliğini sağlayan en önemli aktörlerden biri olacak ve enerji merkezi olma hedefine kavuşulacaktır.
Burcu KANBAL


KAYNAKÇA
- Lough, J. (2011, May). “Russia’s Energy Diplomacy,” briefing paper, Chatham House. Nisan 6 tarihinde:http://www.chathamhouse.org/sites/default/files/19352_0511bp_lough.pdf adresinden alınmıştır.
 – T.C. Dışişleri Bakanlığı. (2012, Ocak, 24). “Türkiye’nin Enerji Stratejisi”. 24 Ocak 2012 tarihinde:http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-enerji-stratejisi.tr.mfa adresinden alınmıştır.
- The World Factbook. (2012, Ocak, 24) “Turkey”. 24 Ocak 2012 tarihinde: hppts://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/tu.html adresinden alınmıştır.
 – EPDK. (2011, Aralık). “Petrol Piyasası Sektör Raporu Temmuz 2011”. 18 Aralık 2011 tarihinde: http://www.epdk.org.tr/documents/10157/88fb3f64-ccaa-4fd9-af2c-d52b344fa047 adresinden alınmıştır.
- İskender, S. (2011, Mart, 14). “Başbakan’ın Rusya Seyahati ve Enerji Gündemi”, TÜTEV, 14 Mart 2011 tarihinde:  http://tutev.org.tr/index.php/makale/578-babakanin-rusya-seyahat-ve-enerji-guendem adresinden alınmıştır.
http://politikaakademisi.org/enerji-devi-rusya-federasyonu-ve-rusya-turkiye-iliskilerinde-enerji/
..