Çatışmalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çatışmalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2021 Çarşamba

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 2

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 2 

 

Doğu Akdeniz Sorunu, ABD, Doğu Akdeniz Politikası, Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER, Türkiyenin Seçenekleri, Covid 19 salgını,Sanayi Devrimi,Orta-Doğu, savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları, göçler,

Rusya Federasyonunun en büyük deniz üssü Suriye’deki Tartus limanıdır. Rusya Suriye’deki bu deniz üssü sayesinde bütün Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz’i kontrol etmekte, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmaktadır. Unutulmamalıdır ki bugün dünyanın coğrafi olarak en büyük toprağına sahip, en büyük nükleer gücüne sahip, süper güç olan ülkesi Rusya Federasyonunun ekonomisinin % 90’ı petrol ve doğalgaz ihracatına dayanmaktadır. Bu iki enerji kaynağının fiyatlarının düşmesi zaman zaman olduğu gibi Rus ekonomisini yıkıma sokmaktadır. 
Bu yüzden Rusya Suriye’den çıkmaz ve Doğu Akdeniz’den vazgeçemez. Rusya Suriye’deki deniz üssü Tartus limanı dışında üç yıl önce iç savaşta emir eri 
Beşer Esad’ı desteklemek için Suriye’ de bir de hava üssü kurmuştur. Ayrıca kendi vatandaşlarına işkence ve katliam yapan ve dokuz milyon Suriyelinin Suriye’den kaçarak kötü şartlarda başka ülkelerde mülteci olarak yaşamalarına neden olduğu için BM Güvenlik Konseyi Suriye’ye askeri müdahale için karar alacakken, Rusya Güvenlik konseyinde “Veto” uygulayarak karar alınmasına engel olmuştur. Böylece Suriye’nin “Yasal” ama “Meşru” olmayan Esad Hükümeti bugüne kadar iktidarda kalabilmiştir. 

% 12’lik diktatör Esad yönetimini laik bir yönetim sergilediği için daha muhafazakâr Sünnilere karşı % 13 civarında nüfusa oluşturan çeşitli etnik ve mezhepsel gruplara mensup (Arap Ortodoks Hıristiyan, Katolik Hıristiyan Arap (Maronit), Ortodoks (kadim) ve Katolik Süryaniler, Ortodoks (Gregoryen) ve Katolik (Klikya Ermenileri) Ermeni cemaati) Hıristiyan Suriyelilerde  desteklemekte dirler. Dışarıdan ise Orta-Doğu’da Suriye’deki Şiiliğin bir kolu olan Arap Alevileri (Nusayri), Lübnan’daki Anayasal olarak Meclis Başkanlığı koltuğunu da elinde 
bulunduran Şiiler ve Emel Partisi ile Dürziler; Irak’ta da nüfusun % 65’ini oluşturan ve Şiilerin kutsal mekânı Kerbela’yı da elinde bulunduran Şiiler ile Bahreyn ve Yemen’ deki Şiiler ile Ortadoğu’ da bir Şİİ Hilali kurmak isteyen İran ve yukarıda açıklanan sebeplerle Rusya desteklemektedir. Rusya ve İran asker, silah, ekonomik yardım, askeri eğitim yardımı, istihbarat, lojistik ve siyasi destek sağlayarak Nusayri diktatör Esad rejimini iktidarda tutmakta ve İsrail ile ABD’yi Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz’de rahatsız etmeye hatta tehdit etmeye devam etmektedir. Son yıllarda Çin de Suriye konusunda, İran–Rusya ittifakına katılmış, Gayrimeşru Esad rejimine siyasi ve ekonomik destek vermeye başlamıştır. Hatta BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada da Rusya ile birlikte olumsuz oy vererek veto etmiştir. 
Başka bir Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz ülkesi olan Libya’da da yakın zamanlarda ABD çıkarlarını tehdit eden gelişmeler olmuştur. Libya’da ABD’nin eskiden desteklediği darbeci General Hafter; Rusya ile anlaşıp Rusya’dan paralı özel askeri şirket (Wagner) ve sekiz adet en son model savaş uçağı desteği alınca; ABD’ nin baştan açıktan desteklemediği fakat sonradan strateji değiştirip Türkiye ve İtalya ile birlikte desteklemeye başladığı, BM tarafından tanınan meşru “Ulusal Mutabakat Hükümeti” ve lideri Saraj Yönetimi Trablus’a sıkıştı. Libya’nın petrol yataklarının çoğu ile petrolün Avrupa’ya tankerlerle sevk edildiği limanın Rus özel askeri şirketinin eline geçmesi, ABD’ yi ziyadesiyle rahatsız etmiş ve güçlü bir 
tehdit algılayarak, Doğu Akdeniz’ de Rus nüfuzunu kıracak karşı stratejiler geliştirmesine yol açmıştır. 
İşte Doğu Akdeniz’deki bu gelişmeler ABD’nin, Rusya lehine ABD aleyhine bozulan “Güç Dengesi”ni kendi lehine çevirmek için yeni askeri stratejileri uygulamaya koymasını gerektirmiştir. ABD’nin Yeni Doğu Akdeniz Politikasının en etkili stratejisi, Doğu Akdeniz’ de sabit bir uçak gemisi konumunda olan Kıbrıs’ta Rus etkisini bertaraf etmektir. Kıbrıs’ın kurucu Cumhurbaşkanı Makaryos Rus sempatizanı, Bağlantısızlar blokunun lideri ve Rum Ortodoks Kilisesinin Başı yani Patrik’ ti. Ayrıca Kıbrıs İngiltere’ den 1960 yılında bağımsız olduktan sonra 
60 yıldır en güçlü parti, Komünist Parti AKEL olmuştur. Her zaman seçimlerden 1. Parti olarak çıkmıştır. Son olarak da Rus oligarkların GKRY’de 30 milyar dolar kara parası aklanmaktadır. 

ABD GKRY’ni Rusya ekseninden çıkartıp ABD rotasına sokmak için yeni strateji tespit edilmiştir. Bu kapsamda Temmuz 2020 başında uzun yıllardır silah ambargosu uyguladığı GKRY’ ne ambargoyu kaldırmış ve Rum Milli Muhafız ordusunu ABD Ordusunun askeri eğitim ve talim programına dâhil etmiştir. ABD’nin bu politikası Türk iç politikasında Türkiye’ye karşı düşmanca bir tutum olarak algılanmıştır. Hâlbuki ABD bize karşı değil Rusya’ya karşı bir hamle yapmıştır. ABD’nin buradaki amacı, Rus-Yunan-Sırp-Rum Ortodoks ittifakının bir 
parçası olan GKRY’ni Rusya’nın etkisinden uzaklaştırmak; bu kapsamda Doğu Akdeniz için çok stratejik ve ekonomik önemi olan Rumların ekonomik kontrolün deki Kıbrıs’ın en büyük liman şehri Limasol (Rus etkisini ironik olarak belirtmek için Limasolgrad olarak adlandırılmaktadır)’un kontrolünü Ruslardan almak ve nihayet Kıbrıs’ın doğusunda Yahudi asıllı Amerikan firması Nobel Energy tarafından çıkarılan Doğalgaz ve Kıbrıs’ın batısında keşfedilen ilerde çıkartılacak petrol rezervlerini kontrol ederek, Rusya’nın tek silahı olan petrol ve doğalgaz fiyatlarını ve üretim miktarlarını belirleyerek Rusya’nın yeniden süper güç olmasını engellemektir. 
Ancak ABD’nin bu stratejisi Rusya’dan çok Türkiye’ye zarar verecek gibidir. Zaten AB ile çok bozuk olan ilişkiler; Temmuz 2020, 2. Haftasında Ankara’yı ziyaret eden AB Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Komiseri Borell’in de dediği gibi, Türkiye AB’nin en önemli sorunu haline gelmiştir. 10 Temmuz’ da toplanan AB Dışişleri Bakanları Konseyinde de AB, Türkiye’nin Akdeniz’ deki faaliyetlerinden büyük endişe duyduğu ve Fransa’nın bastırması ve ısrarı ile Türkiye’ye karşı yaptırım seçenekleri nin değerlendirileceği kararına varılmıştır. Fransa’nın da Türkiye’yi Akdeniz’e kıyıdaş devlet olmaktan çıkartıp Fransa’nın başkenti Paris’in banliyösü Sevr beldesinde Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması sınırlarına sıkıştırmak politikası izlediği malumdur. Otuz yıldır PKK’ya en açık şekilde askeri ve siyasi desteği veren; GKRY’ni ve Yunanistan’ı sürekli Türkiye’ye karşı kışkırtan ve Türkiye’ye karşı rum-yunan ikilisine büyük askeri ve siyasi destek sağlayan; gayrimeşru Beşer Esad rejimini Türkiye’ye karşı destekleyip-cesaretlendiren; sözde Ermeni soykırımı söylemini uluslararası camiaya taşıyan; Fransa’da 
Ermeni terör örgütü ASALA tarafından diplomatlarımızın şehit edilmesini teşvik eden ve Ermeni teröristleri cesaretlendirip, onlara silah, istihbarat ve lojistik destek sağlayan; en son Temmuz 2020 ortasında Ermenistan’ın Azerbaycan’a askeri saldırı yapmasını Rusya ile birlikte teşvik edip; Azeri General, Albay, subay, asker ve çok sayıda sivilin şehit edilmesine neden olan Fransa; kurucu üyesi olduğu AB ve NATO’yu sürekli Türkiye’nin aleyhine karar almaya zorlamaktadır. NATO üyesi olan Türkiye, Fransa’nın NATO içindeki manevralarını başarıyla önlemekte ama AB üyesi olmadığı için Fransa-Yunanistan ve GKRY, AB içinde şer cephesi oluşturup Türkiye’ye karşı düşmanca duygularla işbirliği yapıp sürekli AB’ den milli menfaatlerimize aykırı kararlar çıkartmaktadırlar. 

Fransa-GKRY ve Yunanistan’ın hasmane tutumları ile AB’nin aleyhimize aldığı kararların yanısıra; ABD’nin Doğu Akdeniz’ deki bu yeni stratejisi aslında doğrudan Türkiye’ yi değil Rusya Federasyonunu hedeflese de eğer Türkiye karşı stratejiler geliştirmezse ABD’nin bu politikası sonucu Türkiye Akdeniz’den, Ege’den, doğalgaz ve petrol kaynaklarından tamamen dışlanır ve KKTC’nin egemenliği ve bağımsızlığı da tehlikeye düşer. Bu durum ilerde bütün Anadolu’nun güvenliğini tehdit eder, Türkiye bir “Beka” sorunuyla yüz yüze gelir, Sevr Anlaşmasını uygulatmak için ellerini ovuşturan dış güçler ve onların yurtiçindeki hain işbirlikçilerine gün doğar. 
Bu çok tehlikeli ve sürekli kötüye giden durumu önlemek için Türk Dış Politikasın da (TDP) keskin ve köklü bir paradigma değişikliğine ihtiyaç vardır. Hükümetimizin ülkemizin bekası, vatanımızın bölünmez bütünlüğü, egemenliğimiz ve ekonomik ve siyasi bağımsızlığımızın devamı için TDP’de bu radikal ve kökten değişiklikleri behemehâl yapması gerekmektedir. 

TDP de yapılması gerekli paradigma değişiklikleri: 

1) Son 7-8 yıldır diplomatik ilişkilerimizin bozuk olduğu İsrail ve Mısır’la eskiden olduğu gibi askeri ve ekonomik işbirliği anlaşmaları yapmak ve her düzeyde ilişkileri normalleştirmek. Bilindiği gibi Mısır 6 bin yıllık tarihi ile dünyanın en eski ve köklü medeniyetlerinden biridir. Süveyş kanalına sahip olması Akdeniz’in Kızıldeniz ve Hint Okyanusuna geçiş kapısının anahtarını elde tutarak büyük bir geo-stratejik konuma sahip olması; en fazla nüfusa sahip Arap-Orta-Doğu ve Doğu-Akdeniz ülkesi olması; Orta-Doğu’nun asker bakımdan sayıca ve silah bakımından en donanımlı güçlü bir orduya sahip olması ve tarihte Mısır’ı Fatımiler, Kölemenler, Memlüklüler ve Osmanlılar gibi Türk Devletlerinin idare etmesi ile Türkiye ile tarihi ve kültürel yakınlığa sahip olması önemlidir. İsrail’e gelince, Yahudi milletinin oluşturduğu bağımsız bir devlet olarak 1948’de kurulduğunda tanıyan ilk ve tek Müslüman ülke Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. İsrail geçmiş yıllarda Türkiye ile çok sıcak diplomatik ve siyasi ilişkiler kurmuş ortak askeri uçak, tank üretmek, silah yedek parçalarının temini ve silah ve askeri teçhizatın tamiratı konusunda geçmişte Türkiye ve İsrail yakın işbirliği yapmışlardır. Ayrıca İsrail başta terör örgütü PKK’nın lideri bebek katili Abdullah Öcalan’ın (Apo) Afrika’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinde çok yararlı istihbarat ve lojistik destek de sağlamıştır. Şunu da muhakkak aklımızda tutmalıyız ki Dünya finans-kapitalini Yahudiler elinde tutmakta ve bu suretle istedikleri ülke ve şirketleri destekleyip kalkındıracak; istemedikleri ülke, hükumet, STK ve şirketleri ise yok edip dünya üzerinden silebilecek ekonomik ve finansal güce sahiptirler. Avrupa’nın başta İngiltere ve Fransa olmak üzere birçok ülkenin hükümetlerini, parlamentolarını, medya şirketlerini, banka-sigorta gibi finansal kurumlarını ve kamuoylarını doğrudan etkileme ve yönlendirme kapasite ve kabiliyetine sahiptirler. ABD’nin ise Derin Devleti’nin Yahudilerin kontrolünde olduğunu bilmeyen yok gibidir. Dünyanın en büyük petrol şirketlerinin, medya şirketlerinin, bankalarının sahibi Yahudilerdir. Çeşitli komplo teorisyenlerinin haklarında yüzlerce kitap yazarak dünyayı idare ettiklerini iddia ettikleri Rockefeller ve Rothschild aileleri de Yahudi kökenlidir. 

En son olarak Türkiye için hayati önemi olan Doğu Akdeniz’ de AB’nin 30 yıllık enerji ihtiyacını karşılayacak kadar zengin doğalgaz yataklarını da işleten Yahudi Nobel Enerji firmasıdır. 

Türkiye Libya ile yaptığı gibi Mısır ve İsrail’le Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki alanları nın sınırlanması ve Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşmalarını imzalarsa; GKRY-Yunanistan ve Fransa’nın bizi Kıbrıs ve Akdeniz’den çıkartma; petrol ve doğalgaz  kaynaklarındaki haklarımızı almaktan engelleme politikaları boşa çıkacak ve bu yeni kendi enerji kaynaklarını kullanması ve satışından elde edeceği gelirlerle, Türk ekonomisi Balkanlar-Kafkasya/Orta Asya ve Orta-Doğu’nun en güçlü ve zengin ekonomisi hâline gelecektir. 

2) KKTC ile Türkiye Cumhuriyeti arasında Konfederasyon kurulması. Türkiye 1776’ da ABD’nin 13 eski İngiliz kolonisinin dışişleri ve güvenlik konularında işbirliği yapıp içişlerinde bağımsız oldukları konfederal bir yapı oluşturup, güçlerini birleştirerek, İngilizleri yenerek Amerikan kıtasından çıkarttıkları işbirliği modelinin benzerini TC ile KKTC arasında oluşturmalıyız. Konfederasyona giren devletler; devlet unsurunun en önemli özelliği olan “Egemenliklerini” kaybetmezler. Ekonomi-Maliye-Asayiş-Vatandaşlık-Mülkiyet-Ticaret-Medeni Haklar vb. bütün konularda bağımsızdırlar. Ancak ortak bir dış politika ve Ortak bir Savunma politikası uygulayarak dış tehditlere karşı güçlerini birleştirirler. TC ile KKTC arasındaki böyle bir işbirliği modeli ile tam bağımsız ve egemen bir devlet olmasına rağmen uluslararası arenada tanınmayan KKTC’nin Doğu-Akdeniz’deki kıta sahanlığı Türkiye’nin de kıta sahanlığı olacak; kara suları Türkiye’nin de kara suları olacak; Münhasır Ekonomik Bölgesi (MEB) Türkiye’nin de MEB’i olacağı için Doğu-Akdeniz bir Türk gölü haline gelecektir. 

Ayrıca havadaki FIR hattı (Uçuş Bilgi hattı) da Türkiye’nin kontrolü altına geçeceği için KKTC ile Hatay, Mersin, Antalya, Muğla gibi illerimizin de hem güvenliği sağlanacak hem de ekonomimize büyük katkı sağlayacaktır. 

3) Eğer yukarıda bahsettiğimiz bu iki önemli eksen değişikliği gerçekleştirilirse, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hakları uluslararası alanda tescil edilecek ve tartışma konusu olmaktan çıkacak; Türkiye’ye Sevr Anlaşmasını dayatmak isteyen iç ve dış düşmanlarımızın bütün hain planları suya düşecek ve Türkiye Doğu Akdeniz’deki zengin hidro-karbon yataklarının en büyük ortaklarından biri olacaktır. 

Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER 

Arel Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü ve Milli Savunma Üniversitesi Kara Harp Enstitüsü Öğretim Üyesi, Kıbrıs Amerikan Üniversitesi Mütevelli Heyet Üyesi, Uluslararası Diplomatlar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi, 
Türk-Kuzey Kıbrıs Türk Ticaret Odası ve Kıbrıs Kültür ve Eğitim Derneği Yönetim Kurulu Başkanı. 

16 Ocak 2021 Cumartesi

COVID-19 SONRASI, KORONA KRİZİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER.,

COVID-19 SONRASI, KORONA KRİZİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER.,




COVID-19 SONRASI KORONA KRİZİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER: AÇIK SORULAR, GEÇİCİ VARSAYIMLAR* 

Avrupa Birliği, Uluslararası Örgütler, Çatışmalar, ABD-Çin Rekabeti, Yumuşak Güç Rekabeti, Jeopolitik, Prof. Volker PERTHES,

* Bu makale ilk olarak 31 Mart 2020 tarihinde German Institute for International and Security Affairs (SWP) isimli kuruluşun web sitesinde yayımlanmıştır. 
Prof. Volker PERTHES , Almanya Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü (SWP) Direktörü ve Yönetim Kurulu Başkanı, Almanya 

     Bu zamana kadar yaşanan her bir küresel krizin, uluslararası sistem ile onun yapıları, normları ve kurumları üzerinde etkisi olmuştur. Dünya savaşları ve 
sonrasında sırasıyla kurulan Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler Örgütü’ne kadar geri gitmemize gerek yoktur. 
Bu yüzyıl içerisinde, 11 Eylül 2001 saldırıları devlet dışı aktörlerle mücadelede uluslararası hukuk ve devlet uygulamalarını değiştirmiştir. 
2008 mali krizi ile birlikte G20, bir Maliye Bakanları kulübünden ziyade uluslararası politikanın daha az tartışmalı olan bazı alanlarında yumuşak bir yönlendirme rolü üstlenen üst düzey bir yapıya dönüştürülmüştür. 
Korona krizi sonrası için kesin ifadelerde bulunmak için henüz çok erken. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sloganı sürekli kullanılmakta ve tekrarlanmakta fakat neredeyse her zaman yanlış çıkmaktadır. Uluslararası politikada “Korona ile” ve “Korona’dan sonra” neyin değişebileceğini sormak daha mantıklıdır. Ancak bu aşamada kesin cevaplardan ziyade geçici varsayımlara varılabilir. 

Korona krizinin, ABD’nin Çin’i “ayrıştırma” çabalarını hızlandırması ve böylece sektörel bazda küreselleşme karşıtı eğilimleri teşvik etmesi olasıdır. Bununla birlikte, uluslararası ilişkilerin bazı alanlarında yeni “küresellik” biçimleri de ortaya çıkabilir. Krizin daha geniş jeopolitik etkisinin - yani uluslararası düzenin gelişimi, devletlerarası rekabet, çatışma ve işbirliği üzerindeki etkisinin - tek tip bir genel görünüm oluşturma olasılığı oldukça düşüktür. 
    Dünyanın pandemi sonrası durumu, siyasi irade, liderlik ve uluslararası aktörlerin işbirliği yapma yeteneğine bağlı olacaktır. 

Pandemi, bazı yorumcuların da ifade ettiği gibi, çok taraflı işbirliğini azaltacak ve kurallara dayalı uluslararası düzeni daha da zayıflatacak mı? Birçok devlet başlangıçta krize tek taraflı olarak tepki verdi ve böyle davranmaya devam edebilir. Kriz, etkin ve küresel bir işbirliği ihtiyacının önemini göstermesine rağmen, tutarsız ve çelişkili gelişmelerin meydana gelmesi tutarlı bir model oluşumundan daha muhtemeldir. Milliyetçi liderler bile Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) gerekliliğini veya aşı ile ilgili bilgi veya araştırma paylaşımındaki işbirliğinin önemini tartışmamaktadır. Bu nedenle, Birleşmiş Milletler ve bölgesel kuruluşların gelecekte sağlık sistemlerine ve halk sağlığı hizmetlerine daha fazla önem 
vereceği, buna daha bağlayıcı kurallar alabilme yetkisi verilmesi ve kaynak aktarımı yapılması ile DSÖ’nün güçlendirilmesin eşlik edebileceği düşünülebilir. Neticede, bazı ülkelerdeki zayıf sağlık sistemleri başkaları için açık tehdit oluşturmaktadır. 
     
    Korona Krizi ve Uluslararası İlişkiler: 

Açık Sorular, Geçici Varsayımlar Halihazırdaki mevcut dönem başkanlıkları yönetimindeki G7 veya G20 oluşumlarından çok taraflı işbirliğini güçlendirmek adına önemli bir girişim beklememeliyiz. 

Bununla birlikte, halk sağlığıyla ilgili konuların, klasik güvenlik sorunlarıyla ilişkilendirilmeksizin BM Güvenlik Konseyi gündemine alınması daha kolay hale 
gelecektir. Artık küresel sağlığın uluslararası barış ve güvenlikle doğrudan ilişkili olduğuna şüphe yoktur. 
Korona krizinin büyük güç çatışmaları üzerinde, özellikle de daha önce uluslararası politikanın yeni temel paradigması olarak nitelendirdiğim ABD ile Çin arasındaki 
rekabet üzerinde, bir etkisi olacak mı? Pandemi bu tür rekabetleri kesinlikle azaltmayacak. Başta ABD ile Çin olmak üzere büyük güçler arasında işbirliğinin ve açık çatışmanın uluslararası politikanın tamamen ayrı formları olmaktan ziyade yan yana ilerlemesi daha muhtemeldir. Çin ve Batılı devletler arasındaki ideolojik anlaşmazlığın daha keskin hale geleceğini varsayabiliriz. Aslında bu, farklı hükümet sistemleri arasındaki rekabet ve devlet ile toplum arasındaki ilişkiyle ilgilidir. 
Başlangıçta salgını gizlediği için eleştirilere maruz kalan Çin, şimdi otoriter sistemini krizle başa çıkmak için demokratik devletlerinkinden daha uygun bir model olarak sunuyor. Çin ayrıca İtalya’ya ve krizden ciddi şekilde etkilenen diğer ülkelere organize bir şekilde yaptığı yardım sevkiyatlarıyla “yumuşak güç” kazanıyor. Buna karşın, Amerika Birleşik Devletleri, iyi niyetli süper güç imajını daha da zayıflatıyor. Vaşington, pandemiye karşı uluslararası bir müdahaleyi koordine etmek için nüfuzunu kullanmak bile istemedi. Bilakis, Başkan Trump ülkesini milliyetçi bir münzevi olarak lanse etti. Buna bağlı olarak, “yalnızca ABD için” aşı üretimini güvence altına almak adına bir Alman ilaç şirketini satın alma girişiminde bulunuldu ve İran’a tek taraflı yaptırımların en azından geçici olarak hafifletilmesi reddedildi. 

Virüs, savaşları ve iç çatışmaları kontrol altına almaya yardımcı olacak mı? Muhtemelen hayır. Halen şiddetli çatışmaların yaşandığı ve yüksek oranda savunmasız nüfus gruplarına sahip ülkeler de pandemiden sert bir şekilde etkilenecek. En kötüsü, fazlasıyla parçalanmış devletlerdeki iç çatışma hatları daha da derinleşecektir. BM Genel Sekreteri’nin “silahlı çatışmayı durdurma” ve bunun yerine COVID-19 ile savaşmaya odaklanma çağrısı, sadece Filipinler’de olumlu sonuç verdi. Bu çağrı, Libya, Yemen ve Suriye’nin yanı sıra DAEŞ veya Boko Haram’dan yanıt bulamadı. Kuzey Kore de füze testlerine devam ediyor. 
Pandeminin bölgesel güç çatışmaları üzerindeki etkisinin benzer şekilde zayıf kalma ihtimali oldukça yüksek. 
Buna rağmen, sorumluluk duygusu olan hükümetler mevcut durumu güven artırıcı önlemleri artırmak için kullanabilirler. 
Nitekim, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt, İran’a yardım sevkiyatı yaptılar. Üst düzey bir Emirlik yetkilisi bana bunun bir defaya mahsus bir durum olmadığını ifade ederken “acil durumlarda İran’a daha önce de yardımcı olduk ve İran kesinlikle bizim için aynısını yapardı. Ancak bu tür eylemleri siyasi uzlaşmaya çevirmeyi başaramadık” dedi. Genel olarak uluslararası toplum, kriz diplomasisine veya çatışmaların çözümü için çaba göstermeye daha az zaman ve özen gösterecektir. Pandeminin en acil konu olduğu günümüzde açıkça görülen bu durum hükümetlerin kriz ve durgunluğun sonuçlarıyla başa çıkmaya çalışacakları ileriki zamanlarda da büyük bir olasılıkla devam edecektir. Bununla birlikte, 
halihazırda birçok fakir ve zayıf devletin sağlık ile ilgili sorunlarını kontrol altına alamadan ekonomik krize girme ihtimalleri yüksektir. Daha zengin devletler fakir devletlerin borçlarını hafifletmeye karar verebilirler. Ancak muhtemelen insani acil durumlar ve istikrar önlemleri için yardım tedariki hususunda, mültecilere yardım için BMMYK’ye destekte bulunmada veya BM misyonları için para ve insan gücü sağlamada daha az istekli olacaklarını göreceğiz. 
Peki ya Avrupa? Ne Vaşington ne de Pekin küresel sorunlara ortak çözümler bulmak konusunda çok fazla enerji harcamayacaktır. Burada, ilk adımı AB, Kanada, Kore, Endonezya, Meksika ve diğer benzer düşünceye sahip çok taraflılığı destekleyen ülkeler atacaklardır. Çin, ABD veya Rusya, diğer ülkelerin, örneğin küresel sağlık politikalarına ilişkin, uygulanabilir tekliflerde bulunmaları halinde işbirliği yapabilirler fakat kapsayıcı çok taraflı çabalara öncülük etmeleri pek olası değildir. 
Krizin, AB ve üye ülkeler arasındaki uyumu güçlendirmesi mümkün ancak kesin değildir. Neticede biraz gecikmeli de olsa AB, ciddi şekilde etkilenen üye devletler için hızlı bir şekilde destek tedbirleri aldı. AB Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in söylediği gibi, uluslararası konumundan dolayı AB, gücün dilini yeniden öğrenmek zorunda kalacak. 

Avrupa’nın gücünün ve çekiciliğinin dayanışma üzerine kurulu olduğunu özellikle bu gibi zamanlarda unutmamak gerekir. 


***