ÇEVİK BİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÇEVİK BİR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2016 Pazar

Rakamlarla 28 Şubat Raporu BÖLÜM 2



 Rakamlarla 28 Şubat Raporu  BÖLÜM 2



3.9. Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim

28 Şubat 1997’de alınan18 maddelik Millî Güvenlik Kurulu bildirisindeki kararların üçü doğrudan doğruya eğitimi ve Millî Eğitim Bakanlığı’nı ilgilendiriyordu. 

Bunlar;

1) Eğitim politikalarında yeniden Tevhidi Tedrisat Kanununun ruhuna uygun bir çizgiye gelinmesi,

2) Temel Eğitimin 8 yıla çıkarılması,

3) İmam-Hatip okullarından ihtiyaç fazlasının meslek okullarına dönüştürülmesi; kökten dinci grupların kontrolünde olan Kuran Kurslarının kapatılarak, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda düzenlenmesi.

28 Şubat kararları ve 8 yıllık kesintisiz eğitim ile başlayan tartışmaya, uzmanlık alanı ve iştigali eğitim olmayan hemen herkes dâhil olmuştu. Çağdaş Yaşamı 
Destekleme Derneğinden, Türk Kadınlar Birliğine, TOBB’dan Ziraat Odaları Birliğine kadar herkes 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulanması ve Kur’an kurslarının kapatılmasını istiyordu.13 Aylarca tartışılan 8 yıllık kesintisiz eğitim Meclis Genel Kurulunun sabahlara kadar süren 37 saatlik çalışması sonunda 277 milletvekilinin oyuyla 16 Ağustos 1997’de kanunlaştı. Hiçbir bilimsel altyapı ve pedagojik formasyon gözetilmeden siyasî ve ideolojik beklentilerle hasımları alt etmek için eğitim yağlı bir kırbaç gibi kullanılmıştır. O dönemde sekiz yıllık kesintisiz eğitim projesinin, üniversitelerdeki eğitim bilimciler ve eğitim bakanlığındaki ilgili uzmanları tarafından tartışılması ve konu hakkında kararların alınması beklenirken, bu tartışmanın bütünüyle siyasî kulislerde ele alınması ve alınan kararların uygulanması noktasında sert önlemlerin getirilmesi, aslında yapılmak istenenlerin çok farklı niyetler içerdiğine delalet etmektedir. 28 Şubat sürecinde “sekiz yıllık kesintisiz eğitimin” kanunlaşmasında, eğitim konusunda en son söz alacak kişiler aktör haline gelmiştir. 28 Şubat sürecinde devlet, ordu, eğitim ve ideoloji ilişkilerini açık bir şekilde görmek için dönemin basınına bir göz gezdirmek yeterli olacaktır. Atılan bütün manşetler ve hazırlanan haberler büyük bir korku, yaranma ve çıkar ilişkisiyle servis edilmiş ve eğitim bu kirli ilişkilerin pespaye piyonu haline getirilmiştir. İmam Hatip Liselerinin önünün kesilmesi mantığıyla geçilen 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması ile birlikte süreç tüm meslek liselerini olumsuz etkilemiş, mesleki ve teknik eğitim-öğretim bitme noktasına gelmiştir. 

Buna paralel uygulanan katsayı adaletsizliği bu gelişmeyi hızlandırmıştır. Bugün Türkiye’de varlığı halen devam eden ve ülkeyi orta-gelir tuzağına hapsetme riskini doğuran nitelikli işgücünün bulunamayışında mesleki ve teknik öğretimi neredeyse sona erdiren sekiz yıllık kesintisiz eğitim başat rol oynamıştır. Bu uygulama köylerdeki okulların kapanmasını hızlandırmış bir uygulamadır. Bu uygulama ile “taşımalı eğitim” gibi kendi içerisinde önemli sorunları barındıran bir uygulamayı da gündeme getirmiştir. 4+4+4 eğitim sistemi olan bilinen 6287 sayılı Kanunla sekiz yıllık kesintisiz eğitimin olumsuz sonuçları nispeten giderilse de özellikle mesleki eğitime vurulan darbenin uzun vadeli etkileri halen devam etmektedir. 


1995

24 Aralık : Seçmen sandık başına gitti.

25 Aralık : Kesin olmayan ilk sonuçlar açıklandığında Refah Partisi’nin sandıktan birinci parti çıktığı görüldü.

 - İstanbullu iş adamlarının gönlünde ANAYOL formülü ön plana çıktı. TÜSİAD, gazete ilanlarıyla bu formüle destek verdi.

 - Güneydoğu’daki görevini tamamlayan Kayseri 

1. Komando Tugayı’nı ziyaret eden Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı burada yaptığı açıklamada, silahlı  kuvvetlerin, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin teminatı olduğunu belirterek, “Her türlü bağnazlık ve gericiliğin karşısındayız.” dedi.

1996

27 Haziran : Çiller ve Erbakan, RP-DYP koalisyonu konusunda kesin olarak anlaşmaya vardı. 28 Haziran : Necmettin Erbakan Başbakan oldu.

24 Temmuz : Yüksek Askeri Şura toplantısında 600 civarında dindar subayın ordudan atılmasının gündeme geleceği ifade edildi.

10 Ağustos : Başbakan Necmettin Erbakan İran, Pakistan, Singapur, Malezya ve Endonezya’ya yapacağı 10 günlük geziye çıktı.

11 Ağustos : İran ile ilk etapta doğalgaz, petrol ve enerji işbirliği konularında anlaşmaya varıldı.

1 Eylül : Sabah Gazetesi’nin sürmanşetinde yer alan haberde Karadayı, İran devriminden sonra Türkiye’ye kaçan bir İranlı kuvvet komutanının devrimle ilgili anılarını anlatarak, komutanın, “İran’da generaller, Humeyni hareketinin irticanın ta kendisi olduğunu fark ettiklerinde, iş işten  geçmişti” diye konuşuyordu.



4. 28 Şubat Kronolojisi


1 Ekim : Karadayı, RP’nin, ordudan atılan subaylara mahkeme hakkı tanıma girişimine sert tepki gösterdi.

 Başbakan Erbakan, Afrika gezisine çıkma hazırlıklarını sürdürürken, ordu, medya ve bürokrasideki RP’ye yönelik baskılar gittikçe artmaya başladı.

 RP iktidarına karşı mücadele veren güçler darbe dahil her türlü seçeneği çekinmeden gündeme getirmeye başladılar.

24 Ekim : D-8’ler olarak adlandırılan ve Türkiye, İran, Pakistan,  Malezya, Endonezya, Mısır, Nijerya ve Bangladeş’ten oluşan grubun temeli atıldı.

3 Kasım : Susurluk’ta meydana gelen trafik kazasında, İstanbul  Emniyet Müdürü eski Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, katliam sanığı ülkücü Abdullah Çatlı ve Gonca Us hayatını kaybetti.

 Bucak Aşireti Reisi DYP Milletvekili Sedat Bucak ise kazadan ağır yaralı olarak kurtuldu.

8 Kasım : İçişleri Bakanı Mehmet Ağar görevinden istifa etti.

10 Kasım : Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin bir toplantıda “içim kan ağlayarak törenlere katıldım” şeklindeki sözleri yeni bir krize neden oldu.

6 Aralık : Ankara DGM, RP lideri Erbakan’ın hac konuşması ve Hasan Hüseyin Ceylan’ın konuşmaları nedeniyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na suç duyurusunda bulundu.

24 Aralık : Genelkurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı: Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenler var.

28 Aralık : Aczimendi lideri Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin bir evde yakalandı. Olay, basında günlerce gündemde tutuldu.

1997 

5 Ocak : Türk-İş öncülüğünde hükümete uyarı mitingi yapıldı.

9 Ocak : Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği, Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

11 Ocak : Genelkurmay, Sultanbeyli’de Belediye Başkanı’na rağmen 10 Kasım’da Atatürk heykeli diktiren 2. Zırhlı Tugay  Komutanı Tuğ genaral Doğu Silahçıoğlu’na sert tepki gösteren Necati Çelik hakkında suç duyurusunda bulundu.

Başbakan Necmettin Erbakan tarikat ve cemaat liderlerine iftar yemeği verdi.

17 Ocak : Cumhurbaşkanı S. Demirel, Yargıtay Cumhuriyet  Başsavcılığına Yargıtay Birinci Ceza Dairesi üyesi  Vural Savaş’ı atadı.

21 Ocak : Atatürkçü Düşünce Derneği, Başbakan hakkında, konutta verdiği yemek daveti nedeniyle suç duyusunda bulundu.

26 Ocak : Komutanlar, Gölcük’te 72 saat süren olağanüstü Şura’da bir araya geldiler. Komutanların değerlendirmeleri şunlardı:

 1- Org. Koman’ın sürekli Susurluk Komisyonu’na çağrılması“şova” yöneliktir. 

 2- Bir generalin, bir semte Atatürk heykeli dikilmesindeki tutumu için söylenenler üzüntü vericidir. 

 3- Ramazan nedeniyle mesainin iftar saatine ayarlanması doğru değildir. 

 4- TSK iç ve dış tehdide karşı ülkeyi korumakla görevlidir.

 Orduyu iç politikaya çekme gayretleri üzüntü vericidir.

30 Ocak : Sincan’ın RP’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız, Kudüs’ü anma toplantısı düzenledi.

1 Şubat : Başbakan Erbakan, kamuoyundan gelen tepkiler ve DYP’deki bazı bakanların “imza koymayız” direnişlerine rağmen üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kararnameyi, Bakanlar Kurulu’nda imzaya açtı.

3 Şubat : Sincan’daki Kudüs gecesine DGM inceleme başlattı.

4 Şubat : Sincan halkı güne tank sesleriyle uyandı.

7 Şubat : İstanbul’daki üniversitelerin öğretim üyeleri; iktidarın üniversitelerden elini çekmesini istediler ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyenlerle mücadele edeceklerini söylediler.

14 Şubat : DGM, Sincan davasında Bekir Yıldız ve Nurettin Şirin’le  birlikte 9 kişiye daha tutuklama kararı verdi.

 Başbakan Yardımcısı Çiller, DYP’li bakanların üniversitelerde türban serbestisi kararnamesini imzalamayacaklarını açıkladı.

15 Şubat : Şeriata karşı kadın yürüyüşü yapıldı.

21 Şubat : “İran terörist devlet muamelesi görmeli.” diyen Org. Çevik Bir, Sincan’dan geçen tanklarla ilgili olarak da;

 “ Demokrasiye Balans ayarı Yaptık ” dedi.

24 Şubat : S. Demirel: “Kim ki, dini siyaset malzemesi yapıp, istismar edip, rejimin karakterini değiştirmeye kalkarsa, karşısında Cumhuriyet Savcısı’nı bulur. Cumhuriyet’in temel niteliklerini değiştirmek için yola çıkacak hiçbir heyetin ömrü uzun olmaz. Savcılar, hakimler görevlerini  yapmaktadırlar, yapacaklardır. Medya görevini yapmaktadır, yapacaktır. Cumhuriyetin kazanımlarını koruyacak kadar Türk vatandaşı vardır.”

25 Şubat : Oramiral Güven Erkaya: “ Aşırı dinci akımlar bugün, PKK tehdidinden daha büyük bir tehlike haline geldi. ”

26 Şubat : Türk-İş, DİSK ve TESK’ten rejime yönelik tehditlere karşı güç birliği kararı. İstanbul kadın kuruluşları birliği, laiklik için eylem başlattı.

28 Şubat : MGK, Cumhurbaşkanı Demirel başkanlığında toplandı. Türkiye’de 1997’den sonraki dönemde meydana gelen siyasal ve sosyal gelişmeleri belirleyen bu tarihi toplantı, dokuz saat sürdü. MGK’da Atatürk ilke ve inkılaplarının ödünsüz uygulanması kararı alındı. Temel eğitimin sekiz yıla çıkarılması, imam hatip okullarının meslek okullarına dönüştürülmesi, irticai faaliyetlere karıştıkları için TSK’daki görevlerine son verilen askerlerin belediyelerde istihdam edilmelerinin önüne geçilmesi istendi.

 Bildirinin sonunda “tavsiye edilir” kelimelerinin yerine “yaptırım” kelimesinin kullanılması “muhtıra” şeklinde değerlendirildi ve bu tarihten sonra yaşanılan gelişmeler, bu değerlendirmenin bir anlamda doğruluğunu ortaya koydu.

2 Mart : Erbakan hükümete bildirilmek üzere MGK’da alınan yirmi maddelik kararlar listesinde bazı ifadelerin çok sert  olduğunu öne sürerek kararları imzalamadı.

 - Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak, “Ordu ile uyum içindeyiz” diyen Erbakan’a “Ordu, Atatürk’e inananlarla uyum içindedir” yanıtını verdi.

3 Mart : Başbakan Erbakan, “Demokratik sisteme destek için” parti liderlerini ziyaret etti. Ancak Erbakan umduğunu bulamadı.

 Erbakan “Hükümet, TBMM’de kurulur. MGK’da kurulmaz” dedi.

4 Mart : Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu Başkanı  Derviş Günday, Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral ve DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak MGK kararlarına tam destek verdiklerini açıkladılar.

7 Mart : Cumhurbaşkanı Demirel, MGK kararlarının uygulanmaması halinde devletin yürümeyeceğini, uygulamayanların sorumlu olacağını söyledi.

9 Mart : MGK kararlarının uygulanmasıyla ilgili ilk çatlak, 8 yıllık kesintisiz eğitimde çıktı, MGK, 8 yıllık temel eğitimin kesintisiz olmasını isterken; RP, İmam hatiplerin orta  kısımlarının zorunlu eğitim kapsamında kalmasını  sağlayacak 5+3 modelinde ısrarlı olduklarını bildirdi.

14 Mart : 28 Şubat kararlan Meclis’ten geçti.

23 Mart : Erbakan 8 yıllık eğitimin uygulanamayacağı konusunda MGK’yı ikna için bir rapor hazırladı, ortağı DYP’den de  destek geldi.

25 Mart : MGK kararlarıyla ilgili olarak ilk kez konuşan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı, RP’nin ısrarlarına sert tepki gösterdi. Orgeneral Karadayı, MGK’nın anayasal bir kuruluş olduğunu belirterek, “Burada alınan kararlar, herkesin riayet etmesi gereken kararlardır.” dedi.

26 Mart : Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna tüm illere türban yasağı genelgesi gönderdi.

31 Mart : Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam, 8 yıllık kesintisiz  eğitim başlarken, imam hatipler dahil bütün orta okulların kapatılacağını söyledi.

13 Nisan : Tüm valiler Laiklik Zirvesi için Ankara’ya çağrıldı.

24 Nisan : RP’yi eleştiren, Erbakan’a söven Özbek Paşa, Refahyol’u böldü. Erbakan, Paşa’ya ceza istedi, Adalet Bakanı  Kazan soruşturma açtırdı, 
DYP’li Milli Savunma Bakanı Turan Tayan ise “Paşa’ya dokunamazlar” mesajını verdi.

26 Nisan : Genelkurmay Başkanlığı, Atatürk ve laiklik karşıtı gelişmelerin yoğunlaşması üzerine Kara Kuvvetleri Komutanlığı fabrikalarında biri asker diğeri sivil giyimli Atatürk büstü yaptırarak askeri kuruluş ve okullara  gönderme kararı aldı.

30 Nisan : Türk Silahlı Kuvvetleri, yeni savunma konseptini açıkladı: “İç tehdit, dış tehdidin önüne geçti. İrticanın yok edilmesi hayati önemi haizdir.

 - Genelkurmay, medya mensuplarına 3.5 saat brifing verdi.

 8 Yıllık kesintisiz eğitime RP kanadı direnirken DYP yöneticileri ve Çiller, 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulanması gerektiğini kamuoyuna açıkladı. 


10 Mayıs : DYP lideri Çiller, partisinin Sultanahmet Meydanı’nda düzenlediği mitingde Sabah grubunun 200.4 milyon dolar, Doğan grubunun ise 424.8 milyon dolar devlet desteği  aldığını açıkladı.

14 Mayıs : Genelkurmay Başkanı Org. Karadayı, Türkiye’de “Or” rütbesi bulunan 15 generali 26 Mayıs’ta toplantıya çağırdı.  Olağanüstü Yüksek Askeri Şura niteliğindeki toplantıya Erbakan ve Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan da davet edildi.

 - “ Sarık operasyonu ” başlatıldı.

22 Mayıs : Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “Türkiye’yi iç savaşa sürüklüyor” gerekçesiyle RP’nin kapatılması için Anayasa  Mahkemesi’ne başvurdu.

11 Haziran : Genelkurmay’dan hakim ve savcılara brifing verildi.

12 Haziran : Genelkurmay’dan medyaya irtica brifingi verildi.

13 Haziran : Genelkurmay, yargı mensuplarına ikinci kez brifing verdi.

18 Haziran : Erbakan, Başbakanlıktan istifa etti.

20 Haziran : Demirel 55. Hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verdi.

11 Temmuz : Batı Çalışma Grubu, subayların eş ve çocuklarına istihbarat toplama görevi verildi.

2 Ağustos : Y. Günaydın Gazetesi, birinci sayfadan yaptığı “İrticaya Karşı  Zırhlı Kolordu” başlıklı haberde, Genelkurmay Başkanlığı’nın hazırladığı yeni bir talimatnamede irticai ayaklanmalara anında müdahale edecek zırhlı kolorduların yurdun her yanında konuşlandırılacağı belirtiliyor.

3 Ağustos : Emniyette irticai kadrolaşma(!) yakın takibe alındı.

 - BÇG’nin gizli emri 55, Hükümet tarafından uygulamaya konuldu. Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan  muhafazakar insanlar fişleniyor.

17 Ağustos : 8 yıllık kesintisiz eğitim yasası Meclis’ten geçti.

30 Ağustos : Jandarma Gen. Kom. görevini devreden Teoman Koman: “Esas önemli tehlike, PKK’dan bile daha tehlikeli olan  irticadır.” dedi.

10 Eylül : BÇG: “Sabah namazları çıkışında yapılan gösteriler devam ederse ve irtica tehlikesi sürerse Atatürk ne yaptıysa onu yaparız.”


12 Eylül : Onbaşı Kadir Sarmusak, BÇG’ye ait gizli belgeleri sızdırdığı  gerekçesiyle yargılandığı davada, “ Bülent Orakoğlu, Hanefi Avcı ve kendisini yargılayan askeri savcı dahil 3800  telefonun dinlendiğini” Aktararak, “ Askerler herkesi dinledi. 55. Hükümet’in kuruluşunu anlatırsam çok kişi zorda kalır.” dedi.

7 Ekim : İstanbul Üniversitesi’nde başörtülü öğrencilerin kayıtları yapılmadı.

10 Ekim : Meral Akşener: “Genelkurmay, kanunlara aykırı olarak bir casusluk masası kurmuştur. Genelkurmay 65 milyon insanı fişliyor. Valiyi, kaymakamı, öğretmeni, doktoru fişliyor. Asıl insanları bölen bunlar.”

16 Ekim : “ Kudüs Gecesi ” davasında yargılanan Sincan eski Belediye Başkanı Bekir Yıldız’a 3 yıl 9 ay, Nurettin Şirin’e 17.5 yıl hapis cezası verildi.

19 Kasım : RP’nin kapatılması davasına başlandı.

25 Aralık : MGK’nın İslamcı sermayeyi önleme kararı üzerine hükümet harekete geçti.

26 Aralık : MGK, 9 aydır Susurluk Araştırma Komisyonu’na bilgi vermiyor.

1998

16 Ocak : Türkiye’nin birinci partisi RP, “laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı olduğu” iddiasıyla kapatıldı.

2 Şubat : Diyanet’in 5. sınıftan sonra Kur’an kurslarına gidilebileceğini öngören yönetmeliği, Danıştay tarafından 8 yıllık kesintisiz eğitime uygun olmadığı gerekçesiyle bozuldu.

6 Mart : Tansu Çiller, 28 Şubat sürecinde aktif rol üstlenen bir bürokrat tarafından tehdit edildiğini açıkladı. Mesaj aynen şöyle: “Siyaseti hemen bırak ve hatta Türkiye’yi terk et, yoksa hiç de iyi şeyler olmayacak.”

24 Mart : Hükümet, “irtica ile mücadele” yasa tasarısını Meclis’e sevk etti. Hürriyet Gazetesi bu haber için “İrticaya karşı topyekün savaş” başlığını kullandı.

25 Mart : “5’li çete” olarak adlandırılan TOBB, TİSK, DİSK, Türk-İş ve TESK, azınlık hükümetine tam destek verdi.

27 Mart : İçişleri Bakanlığı 80 ilin valisine bölücü ve irticai faaliyetlerle mücadele için yeni ve sert talimatlar gönderdi.

2 Nisan : İçişleri Bakanı Başeskioğlu, 300 belediye başkanı hakkında soruşturma başlattı.

18 Nisan : Genelkurmay 2. Başkanı Org. Çevik Bir’e bağlı olarak çalışan Psikolojik Harekat Dairesi’nde yapılan bir toplantıda, “İrticanın birinci tehdit olmasıyla birlikte daire, plan ve uygulamalarını bu yöne kaydırdı.” denildi.

21 Nisan : İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanı R. Tayyip Erdoğan, Diyarbakır DGM tarafından şiir okuduğu için 10 ay hapis  cezasına çarptırıldı.

24 Mayıs : Vakıf yöneticilerinin evlerine seri baskınlar düzenlendi. Akabe Vakfı yöneticileri gece yarısı ev baskınları ile Emniyet’e götürülerek sorgulandı.

31 Mayıs : ABD’deki Yahudi Lobisi’nin etkili kurumu JİNSA, Erbakan hükümetini kendilerinin düşürdüğünü itiraf etti.

9 Haziran : İÜ Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu’nda sınava giren başörtülü öğrenciler, çevik kuvvet ekiplerince zorla dışarı çıkarıldılar.

10 Haziran : İÜ Fen Fakültesi’nden 11 başörtülü öğrenci mezuniyetlerine bir hafta kala okuldan atıldı.

11 Haziran : İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin değişik alanlarında eğitim gören öğrenciler sınavlara alınmadı.

12 Haziran : Anadolu ve fen liseleri sınavlarına başörtülü öğrenciler alınmadı.

17 Haziran : Uludağ Üniversitesi’nde dönem birincisi başörtülü. Hatice Topçu yerine birinci ilan edilen Nihat Karabek ödülünü reddetti.

24 Haziran : YAŞ’zede Astsubay Bilgehan Özcan’ın eşi: “Eşime, başımı açmam için uyarıda bulunuldu. Eğlencelere katılmam istendi.”

9 Temmuz : MASK yine değişti: Milli Askeri Stratejik Konsept’in yeni hedefi: “İslami sermaye”

2 Ağustos : Cami yapımını kısıtlayan yasa yürürlüğe girdi.

9 Ağustos : İÜ Rektörü Alemdaroğlu, üniversitelerde kılık kıyafet yasağını serbest bırakan 2547 sayılı kanunun ek 17. maddesini üniversitenin mevzuat kitabından  çıkarttırdı.

11 Ekim : Yurdun dört bir yanında başörtüsü yasağına karşı “ Özgürlük İçin El Ele ” eylemi gerçekleştirildi. Yüz binlerce insanın el ele verdiği eyleme, birçok yerde polis müdahalesi oldu ve  600’den fazla kişi gözaltına alındı.

26 Kasım : Başörtüsü yasağı, İÜ İlahiyat Fakültesi’ne de sıçradı.

6 Aralık : 3 yılda 626 TSK mensubu ordudan ihraç edildi. Büyük çoğunluğunun gerekçesi “irtica”.

1999

 9 Ocak : Harp Akademileri Komutanlığınca hazırlanan kitapta “İrticaya karşı yeni bir Kurtuluş Savaşı” başlatılması gerektiği iddia edildi.

 11 Şubat : İrticai faaliyetleri izlemek için emniyet müdürlerinden 20’şer kişilik izleme birimleri kuruldu. 

 23 Mart : Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel: Siyasi Partiler Yasası’na aykırı hareket ettiği gerekçesiyle FP hakkında yasal işlem yapılması için Yargıtay Başsavcılığı’na başvurdu.

 3 Mayıs : Merve Kavakçı’nın Meclis’te başörtülü olarak yemin etmesi engellendi.

 5 Mayıs : Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “ Kavakçı için, ajan-provokatör sözünü ben kullandım.”

 8 Mayıs : FP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne dava açan Yargıtay Başsavcısı Savaş, iddianamede şöyle dedi: “FP Genel Başkanı, yöneticileri, belediye başkanları ve milletvekilleri kan içen vampirler gibi dinsel inançları sömürüyorlar.”

 10 Mayıs : İstanbul Valisi Erol Çakır, Emniyet Müdürü Hasan Özdemir ve 1. Ordu Komutanı Org. Çevik Bir, Medya Patronu Aydın Doğan’ın Çamlıca’daki villasında dört saat görüştüler.

 31 Mayıs : Malatya’da başörtüsü davasında başörtülüler hakkında idam istendi.

 23 Haziran : F. Gülen özür diledi: “Ordusuna, milletine laf ettirmeyen cephedeyim. Atatürk’ü hedef alan sözlerim sürçü lisan.”

 24 Haziran : MGK toplantısında, irticayla mücadele konusunda “Milli Eylem Strateji” saptanmasına karar verildi. MGK, 163. maddenin yerini dolduracak yeni yasal düzenleme istedi.


23 Temmuz : Kur’an-ı Kerim’in 12 yaşından önce öğrenilmesi DSP, ANAP ve MHP oylarıyla yasaklandı.

26 Temmuz : Açık Öğretim Fakültesi sınavına giren başörtülü öğrencilerin kağıtlarına sıfır notu verildi.

29 Temmuz : Danıştay, sarı basın kartlarında “türbanlı fotoğraf kullanılamayacağına” dair görüş bildirdi.

25 Ağustos : İstanbul Valiliği, deprem mağdurlarına yardım eden Mazlum-Der ve İHH gibi sivil kuruluşların hesaplarına el koydu.

4 Eylül : Org. Kıvrıkoğlu’ndan mesajlar: “28 Şubat, bin yıl sürecek.”

10 Eylül : Milli Eğitim Bakanlığı özel okullarda da kız ve erkek öğrencilerin karma eğitim yapmasını kararlaştırdı ve türban yasağı koydu.

23 Eylül : Marmara Üniversitesi, kayıt yaptırmak için gelen başörtülü öğrencileri içeri bile sokmadı.

28 Eylül : Tuğgeneral Yalçın Işımer, GATA’nın açılışında öğrencilerine ilk dersi verdi: “Arap kafalı adamları, Atatürk’e dil uzatanları belleyeceğiz. 
Türkçe ninnilerle büyüdük, dualarımız da Türkçe olacak.” Işımer, Hz. Peygamber ve ashabına da “bedevi” diyerek hakaret etti.

17 Ekim : Uludağ Üniversitesi Rektörü Ayhan Kızıl, Bursa 2. İdare Mahkemesi kararına rağmen başörtülülerin okula alınamayacağını açıkladı.

 - Memur sınavına türbanlılar alınmadı.

 - İHL öğrencilerinin türbanla derslere girmesi yönünde karar veren Bursa 2. İdare Mahkemesi Başkanı Sabrı Ünal, görevinden alınarak Aydın Bölge İdare Mahkemesi’ne üye olarak atandı.

29 Ekim : MGK’nın önceki günkü toplantısında asker kanadı, RTÜK’ü de gündeme getirdi. Bölücü ve irticai televizyon ve radyo yayınlarının arttığına dikkat çeken askerler, denetim için  RTÜK yasasında gerekli değişikliğin yapılmasını ve yaptırımların artmasını istediler.

10 Aralık : Danıştay oy birliğiyle aldığı kararda: “Laik eğitime, yüksek öğretim düzenine aykırı eylemler, demokratik olamaz. 
Rektör üniversitede huzur bozan eylemleri, laiklik ilkesini  de gözeterek önleyebilir.” dedi.

5. Rakamlarla 28 Şubat

28 Şubat sürecinde Genelkurmay karargâhında “ İrtica ” brifingine katılan yüksek yargı organları üyesi hâkim-savcı sayısı 400

28 Şubat’ta kamu bankalarından kartel  medyası 3.000.000.000.-TL şirketlerine kullandırılan kredi miktarı 

1990-2011 yılları arasında “irtica” suçlamasıyla YAŞ kararlarıyla TSK’dan atılan personel sayısı 1635

1997-2001 yılları arasında istifa eden öğretmen sayısı (yaklaşık)  11.000

1996-1999 yılları arasında istifa eden öğretmenlerin o dönemdeki öğretmen açığına oranı (yaklaşık) %11  

1996-1999 yılları arasında istifa eden öğretmenlerin o dönemdeki toplam öğretmen sayısına  (414.774)  oranı %2,65 

1997-2001 tarihleri arasında görevine son verilen öğretmen sayısı 3527 

1997-2001 tarihleri arasında  kılık-kıyafet / fişlemeler nedeniyle disiplin cezası alan öğretmen sayısı ( Memurluktan çıkarma hariç) 11890

1997-2001 tarihleri arasında kılık-kıyafet / fişlemeler nedeniyle disiplin soruşturmasına uğrayan öğretmen sayısı 33271

28 Şubat sürecinde fişlenen Milli Eğitim Bakanlığı personeli sayısı 4625

MİT tarafından irticayla ilişkili görülen  kamu personeli sayısı 2639

MİT tarafından irticacı olarak fişlenen öğretim görevlisi sayısı 418

MİT tarafından irticacı olarak fişlenen öğretmen sayısı 949

İrtica gerekçesiyle hakkında rapor tanzim edilen vali / kaymakam sayısı 210

Kaymakamlıktan el çektirilen kaymakam sayısı 71

Hakkında inceleme başlatılan emniyet mensubu sayısı 331

İdari cezaya uğrayan emniyet mensubu sayısı 53

İrtica gerekçesiyle disiplin cezası verilen Diyanet personeli sayısı 396

İrtica gerekçesiyle meslekten atılan Diyanet personeli sayısı 128

Kılık-kıyafet yasağı nedeniyle kamu görevinden çıkarılan yükseköğretim kurumları personeli sayısı 139


28 Şubat sürecinde el konulan bankaların devlete getirdiği yük 17.300.000.000.-$

28 Şubat ve sonrasındaki 2001 krizinin oluşturduğu kara deliği kapatmak için ödenen toplam meblağ (iç borçlar) 251.563.000.000.-TL

28 Şubat sürecinin sebep olduğu toplam ekonomik zarar 381.000.000.000.-$

2001-2007 döneminde yüksek faiz ödemelerinin ekonomiye maliyeti 78.000.000.000.-$

İrticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle kapatılan  vakıfların el konulan taşınmazları nın sayısı 187

İrticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle kapatılan vakıf sayısı 21

6. Sonuç ve Öneriler;

Bin yıl süreceği Söylenen 28 Şubat süreci ne mutlu ki halkın, iradesini siyasal sisteme yansıtmakta gösterdiği inanç ve direnç sayesinde kısa sürede son buldu. Ancak sürece yön veren derin yapıların ve onların gerek kamu gerekse sivil kesim içindeki uzantılarının son bulmadığı, sadece biraz daha derine ve geriye çekildiği bugün çok daha net görünmektedir. 

Süreç başarısızlığa uğramaya mahkûmdu. Zira tarihin insanlığa öğrettiği en önemli derslerden birisi de toplumun hilafına hiçbir sistemin, düşüncenin uzun bir süre hüküm süremeyeceği, er veya geç yatağını arayan nehir misali toplumun düşünce ve inançlarının üstün geleceğidir. Toplumun düşünce ve inanışlarını dikkate almaksızın ortaya konulan, toplum mühendisliği ürünü her türlü projenin hüsrana uğramaya mahkûm olduğu tecrübeyle sabit olsa da 28 Şubat sürecinin aktörleri, bir psikolojik harp atmosferinde kendi yanlışları na inanmakta ısrarcı olduklarından gerçeğin önündeki sis perdesini görmediler, göremediler, belli ki görmek de istemediler.

28 Şubat sürecinde üretilen Batı Çalışma Grubu raporları hep temelsiz ve dayanaksız çıktı. Bu durum ya paranoyadır ya da tasarlanmış planlanmış bir Psikolojik Savaş projesidir, özetle o dönem komutanlarının kullanıldıklarının acı bir göstergesidir. 

Türkiye’de İran tipi rejim isteyen var diyenler ispatlamak zorundaydılar. Hukukun temel ilkesi “İddia sahibi iddiasını ispatla mükelleftir”. Ülkemizde İran tipi bir rejimi kabule hazır toplum yoktu. Sonuç olarak 28 Şubat’ın kanıtları çürük çıktı.

TSK’dan savunma hakkı bile verilmeden YAŞ kararı ile uzaklaştırılan 1635 subay astsubay yasa dışı bir eyleme karışmadılar. Demek ki kanıtlar çürükmüş ve tehdit algısı yanlışmış. 

Siyasal İslam olarak tanımlanan İmam Hatip Liseliler ve Kuran Kursu öğrencileri yasadışı bir eyleme karışmadılar. Demek ki EMASYA planları temelsiz bir korkudan kaynaklanıyormuş. 

Sosyolojik bir yapı olan tarikat ve cemaatlerin yasadışı siyasi ve devlet talepleri yokmuş ki bir adet sonuçlanmış yargı kararı verilemedi. Tam tersi Ergenekon, Kafes, Balyoz, askeri casusluk gibi darbeci ideoloji taraftarlarının oluşturduğu derin yapıların devlete karşı işlenen suçları yargı sürecine girdi. Demek ki 28 Şubat süreci dost ve düşmanını karıştırma süreci imiş. 

Askeri bürokrasinin başarılı psikolojik harekât operasyonu ile düşürülen dünya görüşünün temsilcileri 11 yıldır iktidarda ve Türkiye, İran gibi olmadı. Bugün Kuzey Afrika’da Tunus, Mısır, Libya halk hareketlerinde Türkiye Modelinin kesin etkisini bütün bağımsız siyaset bilimciler açıkça beyan ettiler. Demek 28 Şubat Postmodern darbesi yanlışmış. 


28 Şubat 1997’de toplumun eğilimleri üzerinde hiç bir bilimsel çalışma yapılmadı. Hatta Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in gazeteci Taha Akyol’a söylediği gibi “Bilimsel çalışmalar bizim kararlılığımıza zarar verir” cahilane önyargısı genel kabul gördü ki kasten bilimsel alan çalışması yapılmamıştı.

28 Şubatta söz sahibi darbe ideolojisi ve stratejistleri, Türkiye toplumunu ve değerlerini doğru okuyamadıkları için orta vadede başarısız oldular. 

2010 yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yani kırmızı kitap değişti. Artık irtica Genelkurmay tarafından da iç tehdit olarak algılanmıyor. Demek ki 28 Şubat temelsiz ve dayanaksız bir süreçmiş. 

Gelinen noktada Türkiye yakın tarihinin bu sancılı süreciyle yüzleşti. Ancak bu dönem zarfında en temel insan hakları ihlal edilen, mesleğine son verilen, kamu görevinden çıkartılan, hayatını idame ettirmesi dahi esirgenen pek çok binlerce mağdurun, uğradıkları hak kayıpları telafi edilmeye çalışılsa da adaletin yerini bulduğunu söylemek mümkün değildir.

Biz burada adalet tarifini, Amerikalar Arası İnsan Hakları Mahkemesi’nin (Inter American Court For Human Rights) Velasquez Rodriguez davasında verdiği bir dönüm noktası niteliğindeki kararında ifade bulan kavramsallaştırmaya dayandırmaktayız. Mahkeme bu kararında, devletin, geçmişte ağır ve açık hak ihlalleri işlemiş olması durumunda, şu yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiğine hükmetmiştir;

 1. Mağdurların maruz kaldıkları ihlallere ilişkin hakikatin belirlenmesi amacıyla bir soruşturma yürütmek – ki biz buna, mağdurlar için hakikat diyeceğiz.

 2. İhlalleri gerçekleştiren failleri tespit etmeye yönelik bir soruşturma yürütmek – ki biz buna, failler hakkındaki hakikat diyeceğiz.

 3. İhlallerden sorumlu olanları yargılamak – ki biz buna yargılama diyeceğiz.

 4. İhlallerden mağdur olanlara tazminat vermek ya da uğradıkları zararı telafi etmek – ki biz buna tazminat diyeceğiz.

 5. Hak ihlallerinin tekrarlanmaması için gerekli adımları atmak – ki biz buna kurumsal reform diyeceğiz.

Amerikalar Arası Mahkeme’nin ağır ve açık hak ihlalleri karşısında devletin yükümlülüklerinin ne olduğuna ilişkin bu açıklaması “adaleti” oluşturan unsurları, bütünsel bir şekilde tarif etmektedir.

TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonunun raporu, 28 Şubat sürecinde kişilerin maruz kaldıkları hak ihlallerinin tespitinde önemli bir kaynak niteliğinde olsa da o dönem mağduriyet yaşamış yüzlerce insanın ne ismi ne de uğradıkları ihlaller ve hak kayıpları konusunda bütüncül bir çalışma halen gerçekleştirilmiş değildir. Kısacası mağdurlar için hakikat ortaya çıkarılmayı beklemektedir.


28 Şubat davası, 28 Şubat 1997 MGK kararları sonrası, zamanın meşru hükümetini istifaya zorlamak suretiyle post-modern darbeyle deviren TSK mensubu üst düzey subaylarının yargılanmasını sağlasa da davanın gidişatı (savunmalar devam ederken verilen tahliye kararları, sanıklara usul hükümleri İle izah edilemeyecek nitelikte gösterilen müsamaha vb) suçun tespiti ve faillerin cezalandırılması noktasında pek de ümit vermemektedir. Tüm dünyanın gözü önünde apaçık işlenen bir fiilde bile böyle bir yargılama varken 28 Şubat sürecinin ticaret-ekonomi, medya, bürokrasi ve (sözde) STK ayaklarının yargı önüne çıkarılması konusunda umutlar azalmaya başlamıştır. Kısacası failler hakkındaki hakikat örtbas edilmek istenilmekte, yargılama içi boş bir gösteriye dönüştürülmek istenilmektedir. 

28 Şubat sürecinin hukuka ve kanuna aykırı uygulamaları nedeniyle mağdur olan başta kamu görevlisi olmak üzere çok sayıda kişinin mağduriyetleri halen giderilmeyi beklemektedir. 28 Şubat sürecinde gerek kılık kıyafetleri gerekse tutum ve inançları nedeniyle pek çok devlet memuru hakkında 657 sayılı Kanunun 125/E-a maddesinde tanımlı “İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükün ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal, kamu hizmetlerinin yürütülmesini engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunmak” ya da başörtüsü gibi nedenlerle sürekli almış oldukları disiplin cezalarından hareketle disiplin cezası gerektirir fiillerin işlenmesinde ısrarcı olunduğu iddiasıyla 125/E-g maddesinde tanımlı “Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak” fiilini işledikleri gerekçesiyle devlet memurluğundan çıkarılma cezası verilmiş idi.

2006 yılında çıkartılan 5525 sayılı Kanunla getirilen disiplin affı sayesinde, bu türden disiplin cezaları bütün hukuki sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkmış olsa da 5525 sayılı Kanunun bir disiplin affı Kanunu olduğu, bu itibarla devlet memurluğundan çıkarılma cezasıyla memuriyetine son verilen memurlar hakkında başkaca bir işleme gerek kalmaksızın devlet memurluğuna dönüş imkânı tanımadığı açıktır. Bu kişiler ancak açıktan atama yoluyla tekrar memur olabilme hakkını elde etseler de gerek eski görevlerine geri dönmeleri gerekse memurluktan ayrı kaldıkları zaman zarfı için kademe ve derece ilerlemesi alamadıkları, memuriyetten ayrı bırakıldıkları dönemlerdeki mali haklarının 
telafisi noktasında hiçbir tazminat ödemesi alamadıkları bilinen bir gerçektir. 5525 sayılı Kanuna bağlı olarak disiplin cezaları bütün hukuki sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkan memurlara ve adaylık sürecinde kılık-kıyafet nedeniyle adaylıkları sona erdirilenlere 6495 sayılı Kanunla tekrar memuriyete dönüş hakkı getirilmiş olsa da istifa etmek zorunda bırakılan memurların geri dönüşleri idarelerin takdirlerine bırakılmış bulunmaktadır. Yine memurluklarına son verildikten sonra SSK veya Bağ-Kur sigortalısı olarak çalışarak emekli aylığı almaya başlamakla sosyal güvenlik mevzuatı yönünden emekli sayılanlar memurların geri dönüşleri 5335 sayılı Kanuna göre mümkün değildir. Öte yandan 6353 sayılı Kanun, memuriyetlerine son verildiği tarih ile 2006 yılına kadarki dönem için sosyal güvenlik primlerinin kurumlarınca karşılanmasına imkân verse de bu dönem zarfında görevden atılan memurların isteğe bağlı prim ödemelerinin, çalışmaya bağlı sosyal güvenlik primlerinin veya borçlanma suretiyle ödedikleri primlerin iadesi noktasında hiçbir düzenleme mevcut değildir. Aynı şekilde, memuriyetlerine son verilen tarih ile tekrar atandıkları ya da disiplin cezalarının affa uğradığı tarihe kadarki dönem için mali haklarının 
karşılığı olarak herhangi bir tazminat ödemesi ve bugün için mümkün bulunmamaktadır. Sorunun bir diğer boyutu sözde irticai örgüt üyesi olmaktan dönemin DGM ve ağır ceza mahkemelerinde yargılanan ve bu yargılamaları sebebiyle kesinleşmiş bir mahkûmiyeti bulunmamasına rağmen memurluktan atılanların geri dönüşlerinin halen sağlanamamış olmasıdır.

Yine 28 Şubat sürecinde irticai faaliyette bulundukları gerekçesiyle kapatılan vakıfların el konulan taşınır ve taşınmaz mallarının iadesi için yasal düzenleme gerekmekte olup halen çözüm beklemektedir.

Konunun bir diğer boyutu o dönem zarfında maruz kaldıkları hukuka ve kanuna alenen aykırı uygulamalara rağmen haklarını aramak için yargı mercilerine koşanların, bunlardan özellikle kamu personelin, idari ve adli yargı organlarında taraflı kararlarla karşılaşmaları neticesi, mağduriyetlerine bir de adil yargılama ve hak arama hakkının ihlal edilmesinin eklenmiş olmasıdır. Brifinglerle şekillendirilen yargıya hangi tür davalarda ne tür kararlar verecekleri zaten dikte edilmiş durumdaydı. Bu itibarla özellikle o dönemde irticai örgüt üyesi oldukları iddia edilenler için maktan DGM ve ağır ceza mahkemelerinde yapılan yargılama lar ile haklarında verilen meslekten çıkarma, devlet memurluğundan çıkarma 
ve muhtelif disiplin cezaları ile sürgün niteliğinde görev yeri değişikliği kararlarına karşı açılan davalardan aleyhe sonuçlananların yeniden yargılama konusu edilmesi gerekmektedir. Yine bu meydanda (5525 sayılı Kanunla affa uğramış iseler de) 1997-2003 tarihleri arasında kamu kurum ve kuruluşlarının Yüksek Disiplin Kurullarının irtica, kılık-kıyafet vb nedenlerle verdikleri meslekten çıkarma, memurluktan çıkarma gibi disiplin cezalarına yeniden görüşülme imkânı tanınması gereklidir.

Adaletin tesisinin son ayağı kurumsal reform adını verdiğimiz, bir daha post-modern olsun olmasın yeni bir darbe veya darbe girişimi yaşanmaması, toplumun ve yargının gözü önünde hak ihlalleri yaşanmaması için gerekli toplumsal, siyasi, idari ve hukuki ortamın oluşturulması ve toplum tarafından sahiplenilmesini sağlayacak reform niteliğindeki yapının tesisidir. Bu amaçla yapılması gerekenler 28 Şubat sürecinin sonrasında farklı kesimlerce farklı şekillerde dile getirilmiş durumdadır. Darbe ürünü 1982 anayasasının 
yerine toplumun çoğunluğunun kabulü ile toplumun her kesiminin asgari müştereklerde buluştuğu bir anayasa, MGK’nın anayasal bir kurum olmaktan çıkarılması, laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılması, vatandaşların din, inanç ve ibadet hürriyetinin özel yaşamlarında, kamusal alanda ve kamu hizmetinde hiçbir sınırlama olmaksızın kullanılabilmesinin açık hükümlerle anayasada yer alması, genelkurmay başkanlığının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması, TSK, kolluk kuvvetleri ve istihbarat kurumlarının şeffaflığını, idari ve mali denetimini kesinkes sağlayacak denetim ve gözetim imkânının sağlanması, idarenin takdir yetkisi adı altında keyfi kararlar vermesinin önlenmesi babında “ Genel İdari Usul Kanunu”nun kanunlaştırılması, Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen 



Avrupa Doğru İdari Davranış Kanununun iç hukuk sistemine dâhil edilmesi, 657 ve özel kanunlardaki disiplin hükümlerinin yoruma imkân vermeyecek şekilde açık ve net olması, disiplin soruşturmasının usul ve esaslarının CMK gibi açık ve net yetki ve usul kurallarına bağlanması, askeri okulların Milli Eğitim Bakanlığı denetim ve gözetimine açılması, İl İdaresi Kanununun 11/D maddesinin tüm yetkinin kolluk kuvvetlerine insiyatif bırakmayacak şekilde yeniden düzenlenmesi gibi reformlar bu başlık altında sayılabilir.

İdeolojiler sistemlerini devam ettirmek için, kendi üstlerinde bağımsız sivil frenlerin olmasını istemezler. Belirli bir grubun tikel çıkarlarını, evrensel çıkarlar gibi göstererek haklılaştırmaya çalışırlar. Gerçekleri perdelemek için ise her zaman geçerli birçok mazeretleri icat ederler ya da asılsız iddiaların karışıklığı içinde, hiç kimseyi ikna etme endişesi taşımadan süslü püslü örtülerle olayları kamufle etmeye çalışırlar. Ülkemizde 28 Şubat sürecinin öncesinde ve sonrası nda yaşanan gelişmelerde, olayları perdelemek için en fazla kullanılan “irtica” ile “dini siyasete alet” iddialarını bu pencereden değerlendirmekte fayda vardır. “İrtica” fobisiyle, son yüz yıl içinde birçok defalar, toplumun talepleri baskı altında tutularak sessizleştirilmiştir. Her ne zaman ki, toplumun arzuları iktidar mevkilerinde makes bulmuşsa, daima nevrotik tepkilerle bastırılarak geri adım atmaya zorlanılmıştır.

Şu an gelinen nokta ise, devletin ve ideolojisinin fetişleştirildiği müstebit idarenin hâkimiyeti ile sivil toplum anlayışını benimseyen demokratik, hürriyetçi bir sistem tercihinin yapılmasına dayanmıştır. Bireyi devlet gücü karşısında koruyacak sivil bir toplumun bulunmadığı sistemlerde, devlet kutsallaşmış ve halkıyla arasında uzun bir mesafe meydana gelmiştir. Bu sebeple acilen, devletin halkını yönetilecek bir sürü olarak görme alışkanlığının değişime uğraması gerekmektedir. Bunun yolu ise, sivil toplum anlayışının benimsenmesiyle devletin kolayca müdahale edemeyeceği bir kamu alanı oluşturmaktan ve demokratik sistemi de toplumun diğer kesimleri için baskı aracı olarak 
kullanılmasını engellemekten geçmektedir.

Bugün, milyonlarca insanın askeri bir darbeye bile sevinmesini sağlayacak bir kaos ortamının yaratılmasının, darbe ortamından beslenen güçlerin uzun soluklu çabaları sonucu oluştuğunu biliyoruz. Üstelik bu güçler hiçbir şekilde bu çabalarından vazgeçmiş de değiller; son birkaç yıldır Ergenekon davası ile 12 Eylül’ün zemininin nasıl hazırlandığını, aynı planların bugün için de mevcut olduğunu, her an uygulamaya konulmak üzere hazır bekletildiklerini, hatta zaman zaman uygulamaya konulduklarını da biliyoruz. Kimi zaman kaos çıkarmak için laiklik elden gidiyor görüntüleri verdiler, kimi zaman ülke parçalanıyor diye bağırdılar, kimi zaman misyonerler gençlerimizi kandırıyor diye yırtındılar, kimi zaman da “şeriat geliyor” diye harekete geçtiler, 28 Şubat 1997’de olduğu gibi...

Darbe heveslisi generallerin bir kısmının bugün hapiste olması bizi aldatmasın; darbelere karşı verdiğimiz mücadelede bir adım geri çekildiğimiz anda, onların ileri doğru on adım atacaklarına emin olalım. Onları bulundukları ve ait oldukları yerden kurtarmak isteyenlerin hızla harekete geçeceğinden emin olalım.


7. Dipnotlar

1 28 Şubat sürecinde tesettür mağazalarında peruk da satılmaya başlanmıştı. Türban veya başörtüsü yasağının genellikle laiklik ve irtica tartışmaları çerçevesinde ele alındığı ve bu süreçte kadın haklarının -en azından birçok boyutuyla- yeterince tartışılmadığı görülmektedir. Özellikle kadın hakları konusunda seçici davranan ve daha çok gelenekten ve bu yöndeki yasadan kaynaklanan ihlallerle ilgilenen birçok kadın derneğinin, bu yasak dolayısıyla gerçekleşen taciz ve kadın bedenine saldırı anlamına gelecek ihlaller karşısında dramatik bir suskunluk arz ettikleri görüldü. Oysa bu yasak pek çok kamu görevlisinin erkeksi güdülerini taciz yoluyla tatmin etmelerine fırsat veren 
biçimlerde de uygulanıyordu ve uygulanmaktadır. Başını açmak zorunda kalan İmam-Hatip lisesi öğretmeni bir kadın, kendisine en fazla dokunan uygulamalar dan birinin, okula yapılan ani baskınlarda sıraya dizildiklerinde, bir görevlinin tek tek bütün kadınların saçlarını çekerek, başındakinin peruk mu, yoksa kendi saçı mı olduğunu “kontrol etmesi” olduğunu ifade etmişti.

2 Cumhuriyet Türkiye’sinde ilk sıkıyönetim, o zamanki adıyla örfî idare uygulaması, 1925 yılında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşanan Şeyh Sait isyanından sonra başlatılmış ve 1950 yılına kadar sürmüştür. Ardından, Aralık 1978 ayında, Kahramanmaraş’ta meydana gelen olaylar nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki 13 ili kapsayan sıkıyönetim uygulaması başlatılmış; 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle, sıkıyönetim tüm yurda yayılmıştır. Sıkıyönetim uygulaması, 19 Mart 1984 tarihinden itibaren kademeli olarak kaldırılmış ancak, terör örgütü PKK’nın silahlı eylemleri üzerine, 19 Temmuz 1987 tarihinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı illeri (Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van) kapsayacak şekilde olağanüstü hal uygulamasına geçilmiştir. Bu maksatla kurulan 
Olağanüstü Hal Bölge Valiliği sorumluluk alanındaki il sayısı 1990 yılında 13’e yükselmiştir. Olağanüstü hal uygulaması, 30 Kasım 2002 tarihinde tamamen sona erdirilmiştir.

3 Türkiye, 27 Mayıs 1960 darbesinde 1 yıl 4 ay, 12 Mart darbesinde 2 yıl 8 ay, 12 Eylül darbesinde ise 3 yıl 2 ay süreyle askeri yönetimler tarafından idare edilmiştir. 

4 Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından bugüne kadar geçen sürede, ülkenin çeşitli yerlerinde uygulanan sıkıyönetimin süresi 25 yıl, 9 ay, 18 gündür. 

5 Harbiyeli subaylar ve İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları tarafından, 1800’lerin sonunda Sultan Abdülaziz’ suikast tertip edildiği, 1900’lerin başın da ise Sultan Abdülhamid’e karşı çeşitli suikast ve darbe girişimlerinde bulunulduğu bilinmektedir.

6 Marx’ın Hegel’den ödünç aldığı “kendi için şey” kavramının sınıf bilinci gelişmiş işçi sınıfını tanımlamak üzere kullanılan hali. Marx’a göre, sınıf bilinci gelişmemiş proletarya, sınıf çıkarlarının ve dolayısıyla sınıfının bilincine sahip olmadığı için “kendinde sınıf”tır. “Kendi için sınıf” olabilmesi, bilinçlenmesine ve bunu fark etmesine bağlıdır. 

7 Her imparatorluk gibi, yüzyıllar boyunca “ordu millet” anlayışının hüküm sürdüğü Osmanlı Devletinde, 1800’lü yılların sonlarından itibaren özellikle ordu ve Harbiye Nezareti üzerinde Almanya’nın etkisi belirleyici olmuştur. Uzun yıllar boyunca Osmanlı ordusuna danışmanlık yapan Alman General Goltz özellikle zikredilmelidir. Zira Goltz’un, Türkiye’ye etkisi askeri alanda kalmamış; Türkçeye “Millet-i Müsellaha (“silahlanmış halk/yurttaş ordusu/milli ordu)” adıyla tercüme edilen eseri, Harp Akademilerinde yıllarca okunması tavsiye edilen kitaplar arasında yer almıştır. Goltz’un sözkonusu askeri-politik anlayışı sadece orduyu değil, Jön Türkleri ve daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ve devamı 
olarak cumhuriyetin kurucu kadrosunu etkilemiştir. Şerif Mardin, Jön Türk hareketinin ilk önderlerinden olan Ahmet Rıza’nın “askeri erkanın milleti uyaran bir elit görevini görmesi ve bununla beraber gelen halkın en çok sürekli bir seferberlik halinde bulundurulması fikrini” Millet-i Müsellaha’dan aldığını belirtmektedir.

8 13.07.2013 tarihli ve 6496 sayılı Kanunun 18’inci maddesiyle TSK İç Hizmet Kanununun 35’inci maddesi; “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır” şeklinde değiştirilmiştir. Ancak TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 85’inci maddesi halen yürürlüğünü korumaktadır.

9 Mesela (E) Korg. BÖLÜGİRAY, 1999 yılında çıkardığı “28 Şubat Süreci 1” adlı kitabının 167’inci sayfasında, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”nin, içerik olarak, Türk gençliğine “durumdan görev çıkarması” yönünde verilen bir direktif olduğunu öne sürerek; kitabını 166’ncı sayfasında “durumdan vazife çıkarma” konusunda şunları söylemektedir. “Bu konu, Harp Akademisi’nin temel eğitim programları içinde önde gelen bir konudur. Öyle ki, üç yıllık Akdemi eğitimi süresince, hemen hemen her gün Akademi öğrencilerine verilen çeşitli taktik ve stratejik harp meselelerinde, öğrencinin meselede verilen savaş durumuna bakarak, “yeni bir görev çıkarması” ve bu göreve göre de bir “karar vermesi” 
istenir.” demektedir. BÖLÜGİRAY, kitabının 158’nci sayfasında ise “Asıl olan iç cephedir” sözünün Atatürk’e ait olduğunu iddia etmektedir.

10 Manşetlerdeki 28 Şubat/Darbeye Giden Yolda Medyanın Rolü, SDE, 28.02.2013

11 Fazıl Hüsnü Erdem, “Türkiye’de ‘İdeolojik Devlet’ Gölgesinde Yargı Bağımsızlığı Sorunu”, Demokrasi Platformu, sayı 2, s. 53 vd.

12 Görevden alınan bürokratların yanında Ankara dışına sürülen bürokratların çokluğu dikkat çekerken, bürokrat atamalarında ilk sırayı Başbakanlık, Tarım, Orman, Çevre, Kültür, Turizm, Sanayi ve Ticaret bakanlıkları aldı. Milliyetçi-muhafazakâr kıyımına giden hükümetin görevden aldığı bürokratların dörtte biri bir yıl iktidarda kalan Refahyol zamanında göreve gelmişti. 500’e yakın emniyet görevlisi bir üst rütbeye terfi ederken, 400 müdürün de görev yeri değişti. DSP il ve ilçe örgütleri, 49 ilde milli eğitim müdürünün değişmesi için başvuruda bulundu. Kadrolaşmada siyasi parti teşkilatlarının ve belirli odakların yanı sıra bazı sendikalar bile devreye girmişti. Hatta Türk-İş Konfederasyonu ve 
Yol-İş Sendikası Başkanı Bayram Meral bile şubelerine faks geçerek, kendilerine yakın bürokratların tespit edilmesi emrini vermişti.

13 Hatta Turist Rehberleri Vakfı ve İstanbul Turist Rehberi Esnaf Odası yazılı açıklama yaparak; “Dünyaya, Müslümanların çoğunlukta bulunduğu tek laik ülke olma özelliği bulunan ülkemizde devlet eliyle demokrasi ve laiklik düşmanı milyonlarca insan yetiştirildiğini açıklayamıyoruz. Yarım milyon gencimizi, nasıl oluyor da sadece din adamı yetiştirmekle sınırlandırılması gereken din okullarından, üst düzey kamu yöneticisi olarak çıkardığımızı anlatamıyoruz. Cami sayısının okul sayısının önüne geçmesine izin veren bir devlet anlayışını izah edemiyoruz” diyordu. (Cumhuriyet 11 Mart 1997)

8. Son Notlar

 [I] 28 Şubat ve İslamcılar, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-İslamcılık içinde, Bekir Berat Özipek, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005

 [II] Militarist Modernleşme, Murat BELGE, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011

 [III] Modern Mahrem, Nilüfer GÖLE, Metis Yayınları, 2001

 [IV] Militarist Modernleşme, Murat BELGE, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011

 [V] Nevzat BÖLÜGİRAY, 28 Şubat Süreci 1, Tekin Yayınevi, Ankara, 1999.

 [VI] “Adalet Biraz Es Geçiliyor…”, Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar, TESEV Yayınları, Mayıs 2009

 [VII] TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu

 [VIII] 28 Şubat’ın ekonomiye faturası 250 milyar, Aksiyon, Şubat 2012

 [IX] 28 Şubat tezgâhından ekonomik örnekler, Okan Müderrisoğlu, Sabah, 30.04.2012


Adres : G.M.K. Bulvarı Ş. Danış Tunalıgil Sokak No: 3/13
Maltepe-Ankara/Türkiye
Tel : (0.312) 231 23 06
Bürocell : (0.533) 741 40 26
Faks : (0.312) 230 65 28
E-Posta : egitimbirsen@egitimbirsen.org.tr
Sahibi : Eğitim-Bir-Sen Adına Ahmet GÜNDOĞDU Genel Başkan
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Ali YALÇIN
Genel Başkan Yardımcısı Yayın Kurulu : Ahmet ÖZER, Esat TEKTAŞ, Murat BİLGİN, Ali YALÇIN, Teyfik YAĞCI, Ramazan ÇAKIRCI,
Grafik Tasarım : Selim AYTEKİN

http://www.egitimbirsen.org.tr/ebs_files/files/yayinlarimiz/28_subat_rapor_web.pdf



*****

7 Kasım 2016 Pazartesi

28 ŞUBAT SÜRECİ ÜZERİNE - REFAH KAPATILIYOR BÖLÜM 6



28 ŞUBAT SÜRECİ ÜZERİNE - REFAH KAPATILIYOR BÖLÜM 6


Gülen’den Refah Partisini Kapatma Taktikleri

Fethullah Gülen, 28 Şubat darbe hükümeti kurulduktan kısa bir süre sonra verdiği mülakatta Refah Partisi’ne kapatılma davası açılması ile ilgili bir soruya cevap verirken; önce ABD’li yetkililerin kendisine ulaşan kanaatlerinin (nasıl ulaşıyorsa ve kim ulaştırıyorsa!!) partiyi kapatmak olduğunu, fakat bu taktiğin(!) kendi kanaatine göre çok isabetli olmadığını ifade ederek, hedefi tam on ikiden vuracak daha isabetli bir taktik veriyor. Kapatma davası açılmalı, ancak dava devam ederken seçime gidilmeli, bu şekilde halkın Refah Partisi’ne olan güveninin sarsılacağını, böylece kimse töhmet altında kalmadan(!) maksadın da hâsıl olacağını dile getiriyor.

“RP’nin kapatılması, Türkiye’nin genel dengeleri açısından ne sonuç verir?

Amerikalı yetkililerin, kanaatleri bana intikal ettiği kadar, Refah’ın kapatılacağı merkezinde düşünceler var. Ben eskilerin ifadesiyle ‘bila kaydu şart’ o mülahazalara katılmıyorum. Hiç kapamayabilirler. Refah Partisi’nden kurtulmak isteyenler için kapamak bir iştir. Bana göre yapacakları şey, kendileri açısından bunu yapmak isteyebilirler, daha makulü, Refah’ı kapatmamak, mahkemeyi devam ettirmek, mahkeme devam ederken seçime girmek. Seçim sathı mahalline girilirken mahkemenin devam etmesi Refah’a olan güveni sarsar. Kapatılacak olan bir parti mülahazası hasıl eder. Oy verilmez ona. Daha demokratik yolla bu oylar Refah’a yakın partilere kayar, büyük ölçüde. Maksat hasıl olur. Belki böyle yapmayı tercih ederler. Böyle yapma da, toplum tarafından birilerini büyük ölçüde töhmet altına itmez. Mahkeme bitmemiştir. Karar verilmemiştir. Kapatılmamıştır. ‘Eh, ne yapalım, millet tercihini bu istikamette yaptı’ diyebilirler. ” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997)

Bu taktik uygulandı mı, taktik başarılı oldu mu, kimler töhmetten kurtuldu, kimler töhmet altında kaldı, bilemiyorum. Fakat bildiğim tek şey var o da şu ki: Onurlu, haysiyetli ve vicdanlı kimselerin gözünde; Gülen’in sadece yukarıdaki soruya verdiği bu cevap dahi dünya durdukça kendine günah, töhmet, zillet ve teslimiyetçilik olarak yeter de artar bile.

Gülen hızını alamıyor ve Refah Partisi aleyhindeki demeçlerine devam ediyor. Özellikle ekonomi alanında herkesin takdir ettiği Erbakan hükümetini, bu alanda dahi başarısız görüyor:

“Bir şeyler vaat ettiler. Ne var ki, sekiz dokuz aylık bir süre zarfında gördük ki vaad edilen meselelerin öşrü bile (onda biri) – malum öşür bir vergidir – yapılmadı. Bir nabız tutulsa anlaşılacaktır.” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997)

Gülen’in yukarıdaki ifadelerine resmi web sitesindeki bir okurunun ve mensubunun verdiği ibretamiz cevabı, burada alıntılamakta yarar görüyoruz. Zira cahil de olsa vicdanını yitirmeyen herhangi bir insanın bile; kimi zaman fıtratını bozan, vicdanını kirleten, egemenlere boyun eğen liderinden veya âliminden olgulara daha sağlıklı baktığını en güzel şekliyle ortaya koyuyor bu örnek. 

Bu arada 11 Mart 2012 tarihinde saat 23:18’de “ Bu yorum hâlâ Fethullah Gülen’in resmi web sitesinde duruyor mu? ” diye baktığımızda yorumun kaldırıldığını gördük. Oysa biz 06.03.2008 saat 17:02’de söz konusu siteden bu röportajı alıntıladığımızda yorum vardı. Muhtemelen maslahat, konjonktür öyle gerektirmiştir ve bunun mutlaka vardır bir hikmeti(!) “ 28 şubat 97
Yazan mustafadevim@hotmail.com ,

hocam özür dileyerek söylüyorum beni affedin ama verdiğiniz cevapları beğendiğimi söyleyemeyeceğim sonuçta karşıdaki insanlar müslüman ve islamın yükselmesini isteyen insanlar ve herzaman müslümanların birlik beraberliğinden yana siyaset yapmak istediklerini düşünüyorum Bu açıdan baktığımızda verdiğiniz cevaplar o insanların nasıl yıkılabileceğini anlatıyor böyle günlerde müslümanların birbirine daha fazla ihtiyacı yokmudur daha fazla sahip çıkmamız gerekmez mi evet belki strateji hataları olabilir ama biz müslümanlar birbirimizin hatalarını örtmemiz gerekmezmi belki yanlış düşünüyorum aff…”

Gülen’in Erbakan Hazımsızlığının Dile Yansımaları  Fethullah Gülen’in dili çok iyi kullandığını, hem hitabetinin hem de kaleminin iyi olduğunu biliyoruz. 
Özellikle devleti kutsayan devletçiliğinin ve milliyetçiliğinin de etkisiyle, kim olursa olsun devlet ricalinden söz ederken nezakete, inceliğe ve saygınlığa çok dikkat eder. 
Bu tespit Demirel’den, Baykal’a, Ecevit’ten Türkeş’e, Çiller’den Çevik Bir’e Kalemli’den Yılmaz’a kadar hepsi için geçerlidir. Fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da tek istisna Erbakan’dır. Lütfen aşağıdaki paragrafları dikkatle okuyalım:

“Sık sık görüşüyorlar mı sizinle? ''

- Hayır sık sık görüşmüyorlar. Tansu Hanım’la üçü bilemedin dördü geçmez. Mesut Bey’le de bu kadar ancak. Ecevit Bey’le de iki üç defa olmuştur. 

Deniz Baykal Bey’le bir defa veya iki defa. Birisinde herhalde Kasım Gülek’in -merhumun- cenazesinde olmuştur, İnönü Bey’le de orada görüşme nasip olmuştur.

- Sayın Erbakan’la?

-Necmettin Erbakan’la da hayatımda iki veya üç defa görüşmüşümdür. En son görüşmemizde Alparslan Türkeş Bey’in cenazesinde ben Diyanet işleri Reisi’nin yanında idim, onu iyi tanıyorum, diyanetten çıktık, biz böyle saf tuttuk. Sayın Cumhurbaşkanı vardı, Meclis Başkanı vardı, ben orda duruyordum, başbakan olarak yanıma gelince ben biraz kenara çekildim. Yerimi ona verdim, fakat herhangi konuşma olmadı. Ona görüşme denir mi, denmez mi, çünkü Sayın Kalemli ile bir el sıkışma, Sayın Cumhurbaşkanı ile bir el sıkışma oldu ama, fakat onunla bir konuşma olmadı, gerçekleşmedi. Bir konuşma olduğu şey, geçen sene matematik olimpiyatları oldu. Bu Yükseliş Koleji’nin geniş bir salonu var. O da oraya gelmişti Arkadaşlar beni çağırmışlardı. Orada 3-4 kelimelik, o kalabalık içinde, öyle bir konuşma oldu. O benden evveli ayrıldı gitti, ben de sonra kalktım gittim.” (Yalçın Doğan’la Mülakat; Kanal D; 16.04.1997)

Şimdi lütfen bu meni tekrar dikkatle okuyun. Yukarıda tam 11 isim ve unvan geçmektedir. İsimlerin tamamı ya “ Hanım ” ya “ Bey ” ya da “ Sayın ” unvanıyla birlikte kullanılmaktadır. Unvansız olarak sadece ismi ve soy ismi, sonrasında da üçüncü tekil şahıs olarak “o” zamiri ile anılan tek kişi Erbakan’dır. Üstelik bu mülakatın yapıldığı dönemde Erbakan; Gülen’in çok değer verdiği, kutsadığı, hiçbir kurumuna toz kondurmadığı devletin Başbakanıdır. Bu arada “ Yukarıda sanki ‘Sayın Erbakan’ ifadesi de vardı. Onu niye görmezden geldin?” derseniz, lütfen bir daha bakın derim. Zira yukarıdaki “Sayın Erbakan?” ifadesi Yalçın Doğan’ın sorusudur.

Gülen: Benimle Erbakan Arasında Kalpten Kalbe Yol Yok

Gülen, yukarıda takındığı üslubun felsefi arka planını aslında mülakatın devamında ‘Biz kalubeladan beri birbirimizden hazzetmeyiz.’ diyerek, çok net ortaya koymaktadır:

“Aranızda bir gerginlik mi var?

- Bir gerginlik yok da ‘El ervahu cunudun mücennedetün’ diye birşey var. ‘Ruhlar’ tıpkı bir sistem altında ordunun fertleri gibidir. Bunlar arasında içten böyle birbirine akma, birbirine kayma, birbirine dökülme, birbirini çok iyi bilme varsa telif olur, anlaşma uzlaşma olur, Şayet öyle birşey yoksa tenakür (zıtlık) denir ona.

- Yani tenakür mü vardır ruhların uzlaşmazlığı, uyuşmazlığı mı var?

- Bilmiyorum yani bu şeyleri bir atasözü vardır. Kalpten kalbe yol vardır.

- Şu anda kalbten kalbe pek yol gözükmüyor?

- O yolu koymamışlarsa bizim uzlaşmamız da biraz zor olabilir.

- Bu kişisel birşey mi? Yoksa dünya görüşü mesafesi mi?

- Dünya görüşü meselesi de olabilir. Ben şahsen kişisel olarak, hiç kimsenin aleyhinde olmama niyetinde ve kararındayım.

- Yani aranızda bu kalpten kalbe giden yolun belli ölçüde tıkanık olması İslamiyet’e zarar verecek davranışlar tarafından mı karşı tarafın?

- Öyle zannediyorum veya öyle algılıyorum, öyle içtihat ediyorum.” (Yalçın Doğan’la Mülakat; Kanal D; 16.04.1997)

İnsan sormadan edemiyor. Yukarıda adı geçen diğer zevatla kalpten kalbe yol bulunuyor da, sıra Erbakan’a gelince mi kalp yolu kapanıyor, zıtlıklar tezahür ediyor. Yoksa burada da mı zorbaların ve egemenlerin nezdinde meşruiyet sağlamanın yolu; Müslüman’a kin kusmakta ve bunu deklare etmekte görmek söz konusu?

Birilerinin “Bu bir iftiradır. Erbakan’a saygı duyduğunu görmek için Gülen’in web sitesinde Erbakan için yayımladığı taziye mesajına bakılabilir.” dediğini duyar gibiyim. Evet, doğrudur bundan haberimiz var. Fakat arada bir fark var. Konjonktür. Bu nedenle sözünü ettiğimiz dönemden bir örnek getirilmesi gerektiğini ifade etmek isteriz.

1999’da Gülen Hareketini Kim ve Neden Tasfiye Etmek İstedi

Gülen’in 28 Şubat darbesine destek vermediğini iddia eden Gülen taraftarları, düşüncelerini şu mantığa dayandırırlar:

- Eğer Gülen darbeye destek verdiyse neden 28 Şubat kararlarında Kur’an kursları gibi okullar da hedef gösterildi?

- Gülen eğer darbeye destek verdiyse nasıl oldu da darbecilerin hedefi haline geldi?

- Gülen 28 Şubat’ın asıl hedefiydi, nitekim bundan dolayı Gülen hâlâ sürgünde (!) yaşıyor.

28 Şubat darbesiyle neredeyse Gülen hareketi dışındaki tüm yapılar (tarikatçısından radikaline, milli görüşçüsünden hak yolcusuna kadar) baskı altına alındı, yok edilmeye çalışıldı ve kurumları kapatıldı. Mensupları da tutuklandı, işkenceye maruz kaldı, aleyhlerinde delil ihdas edildi ve hapse atıldı. Tüm bunlar olurken Gülen ve hareketine yönelik Haziran 1999’a kadar somut hiçbir baskı, tutuklama ve kapatma olmadı. Haziran 1999’da da sadece Gülen’in kendisiyle ilgili bir kampanya başlatıldı. Nitekim bu konuda bile somut bir ceza, kapatma ve hapis olmadı Gülen ve hareketinde. Tekrar vurgulama ihtiyacı hissediyoruz. Burada neden onlara bir şey olmadı derken; keşke olsaydı, olmamasına çok üzüldük, gibi bir mana çıkarılmamalı. Sadece bir vakıayı tespit edip şu sonuca varmaya çalışıyoruz. 28 Şubat postmodern darbesinin ikinci yılından sonra, bu defa Gülen ve hareketini hedef tahtasına koyan irade; tüm kurumlarıyla darbe zihniyeti değildir. Faruk Mercan’ın ifadesiyle sadece derin devletin içinde kümelenmiş ulusalcı, devrimci ve komünist bazı unsurlar fırsatını bulmuşken Gülen ve hareketini de tasfiye etme girişiminde bulundular. Ancak derin devletin yargı, Genelkurmay ve siyasetteki diğer unsurları bu işe taraf olmayıp hatta Gülen tarafında yer alınca, bu girişim başarısız kalıyor.

Genelkurmay Gülen Davasına Doğrudan Taraf Olmadı

Gülen hareketinin medya sözcülerinden olan Faruk Mercan “Fethullah Gülen” adlı kitabında bu düşünceyi şöyle destekliyor:

“ Aymaz’ın anlatımına göre düğmeye basanlar, Gülen’e karşı ittifak kurmuş birkaç devrimci, sol ve ulusalcı gruptu. Bunların devletin çeşitli kurumlarında destekçileri vardı. Durum böyleyken ‘Düğmeye devlet bastı’ iddiasıyla Türk halkını yanıltıyorlardı. Çünkü Gülen’in Patrik Bartelomeos’la görüşmesine dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, Papa’yla görüşmesine dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit açık destek vermişti.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 211; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul)

“Yüksel davanın sonlarına doğru son çare olarak, Gülen aleyhine bazı belgeler almak umuduyla Genelkurmay Başkanlığı’na başvurdu. Ancak Genelkurmay, Gülen davasına doğrudan taraf olmadı. Nitekim Genelkurmay’ın bu tutumu, Gülen için verilen beraat kararının ana gerekçelerinden biri oldu. Genelkurmay, Gülen karşıtı devrimci grupların bütün baskılarına rağmen, Gülen davası boyunca ‘hukuk çizgisi’ içinde kalmaya özen gösterdi.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 213-214; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul)

“ Nuh Mete Yüksel’in bu girişimlerine rağmen, Gülen davasına doğrudan karışmayan Genelkurmay, 28 Şubat sürecinin başladığı 1997 yılından, Nuh Mete Yüksel’in davayı açtığı 2000 yılı ağustos ayına kadar Gülen hakkında çeşitli suçlamalara yer veren onlarca istihbarat raporunu da hiçbir zaman sahiplenmedi.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 215; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul)

Bana Dokunmayan Yılan Bin Yaşasın

Gülay Göktürk, Gülen ve hareketi aleyhinde başlatılan kampanya döneminde hem kampanyaya karşı çıkmış hem de güncelliğini hiç yitirmeyecek ve herkesin kendisine “kıssadan hisse” alması gereken bir yazı kaleme almıştı. Göktürk; söz konusu yazısında Gülen hareketinin “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” çıkarcılığıyla hareket ettiğini, hatta kimi zaman devletle aynı safta yer alıp baskıları onayladığını, kendisinin ötekilerden ‘farklı’ ve ‘meşru’ olduğunu vurgulamaya çalıştığını, toplumun değil devletin gözünde meşrulaşma çabasında olduğunu ifade etmektedir:

“Yakın geçmişi şöyle bir hatırlarsak, Gülen Cemaati’nin 28 Şubat sürecinin başından bu yana, ‘başkalarının’ başına gelenler karşısında sessiz kalarak ‘belayı üzerine çekmeme’ taktiği izlediğini görürüz.

28 Şubat’tan bu yana Türkiye’de dindar kesim son yılların en ağır baskı dönemini yaşadı.

Refahyol, meclis iradesi hiçe sayılarak düşürüldü, Fethullahçılar ses çıkarmadı.

Refah Partisi kapatıldı, yine ses çıkarmadılar. Türban yüzünden mağdur olan binlerce insanı görmezden geldiler.

Merve Kavakçı olayı gibi olay yaşandı, işin özüne sahip çıkmayı unutup yanlış taktiğinden dolayı Fazilet Partisi’ni eleştirdiler.

Başka cemaatleri, başka kimlikleri hedefleyen baskıları, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ oportünizmiyle geçiştirdiler. Hatta zaman zaman, bu baskıları devletle aynı söylemi kullanarak onayladılar. Sürekli olarak, kendilerinin ötekilerden ‘farklı’ ve ‘meşru’ olduğunu anlatmaya, devleti buna inandırmaya çalıştılar. Devletçi yapıları gereği, geniş kitlelerin önünde açık tartışmayla kullanılacak bir meşruiyet için çaba harcamak yerine; kendi meşruiyetlerini devlet içindeki klikler arası dengelerde aradılar. Toplumun değil, devletin gözünde meşru olmaya asıl önem verdiler.

Varlıklarını ve özgürlüklerini, başkalarının özgürlüğünün çiğnenmesine göz yumarak korumaya kalktılar. Bu yolla Batı Çalışma Grubu’nun gazabından kurtulabileceklerini, devletin ‘uslu çocuğu’ olabileceklerini sandılar.

Ama bütün bu çabalar işe yaramadı. Hayat; özgürlüğün, iktidarı elinde tutanların inayetiyle korunamayacağını acı bir biçimde gösterdi.

Alman şairi Brecht’in, bir papazın ağzından yazılmış olan o ünlü şiirini bilmem hatırlar mısınız? Ben mealen hatırlıyorum:

‘' Naziler önce Komünistleri kullandılar, sıra nasılsa bana gelmez diye ses çıkarmadım.

Sonra Yahudileri kullandılar, yine bana sıra gelmez diye ses çıkarmadım.

Sosyal Demokratları tutukladılar, yine ses çıkarmadım.

Sıra bana geldiğinde etrafıma baktım, benim tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı.’' Diyordu Brecht.

Eğer Fethullah Gülen Cemaati, ünlü şairin derin bir tarihi tecrübeden süzülüp gelen bu satırlarını kavramış olsaydı, bağırmak için sıranın kendisine geldiği güne kadar beklemezdi.

Şimdi bağırıyorlar.

Neyse ki bu ülkede işler henüz Nazizm’e kadar varmadı.

Ve neyse ki, etraflarında hâlâ ses çıkaracak birileri var…” (Gülay Göktürk; Sabah Gazetesi; Devletin İnayetiyle; 25.06.1999)

Kendi Saadetini Başkalarının Felaketi Üzerine Bina Edenler ve İlkesizliği İlke Edinip Kimliksizleşenler

Mustafa İslamoğlu da o dönemde dokunaklı bir dille kaleme aldığı yazısında, Gülen hareketini “kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine bina eden” ve “eden bulur” özdeyişleri ile uyarmakta ve çok samimi ve içtenlikli bir özeleştiriye davet etmektedir. İlkeleri feda etme pahasına olgulara uyum sağlayan bir yapının kendisi olmaktan çıkacağını vurgulayarak, aslında Gülen hareketinin adeta ‘ilkesizliği ilke edindiğini’ söylemektedir. İslamoğlu, kendi deyimiyle kardeş eleştirisini bir adım ileri taşıyarak, başkalaşıp ötekinin gözünde meşrulaşmak için ‘öteki’ olmaya çalışanın ‘öteki’ tarafından da kabul edilmeyeceğini; sonunda da kimliksiz ve kişiliksiz olarak ortada kalacağını ifade etmektedir:

“Tabiatın olduğu gibi, ahlakın da ‘zorunlu’ yasaları vardır…

Bunların en ünlülerinden biri ‘Kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine bina etme!’ tavsiyesidir. Bir başkası ‘Men dakka dukka!’ Arap özdeyişidir ki, Anadolu’da bu özdeyiş farklı muhtevayla ‘eden bulur’ biçiminde yerleşmiştir…

Tarih şahittir ki, gövdesini kurtarmak için kolunu rüşvet veren hiç kimse, gövdesinin de hayrını görmemiştir. Yine sabittir ki, bir bütüne ait parçalardan biri, varlığını diğer parça ya da parçaların yokluğu üzerine bina ediyorsa, bundan başta kendisi, (sonra) bütünü oluşturan tüm parçalar zarar görür…

Yine ilkeleri feda etme pahasına olgulara uyum sağlayan, kendisi olmaktan çıkar. Peki, başkası olur mu? Belki evet; fakat ‘öteki’ kendisini kabul etsin diye başkalaşan unsuru, bu kez ‘öteki’ de kendisinden saymaz. Çünkü ‘öteki’nin gerçek niyeti, onu ‘kendisi gibi etmek’ten daha çok ‘kendisi olmak’tan çıkarıp kimliksiz ve kişiliksiz bırakmaktır…

… Bedene ait bir organın kendi kendine istiklaliyetini (bağımsızlığını) ilan edip müstağni tavırlara girmesi ve bedenin isterse tek bir tırnağı olsun, diğer organlarını görmezden gelmesi kendi içine kapanarak, kendisini kutsayıp gerisini yok saymasıdır…

Şimdi, dövünme, ah u vah etme zamanı değil, tevbe ve istiğfar zamanıdır; yani tevbe gibi bir özeleştiri zamanıdır…

Cemaatli dostlarım; kendi payıma tüm dualarım, endişelerim, tevbe sadedindeki eleştirilerim şimdi sizin için; bu mealde siz de kendinize dua etmeyi düşünmüyor musunuz?

Bu mevsim, ‘dua’, ‘tevbe / özeleştiri’ mevsimi.” (Mustafa İslamoğlu; Yeni Şafak; Dua Fidanını, Tevbe Tarlasına, Özeleştiri İkliminde Dikme Zamanı, 23.06.1999; )

Dilipak: Batı Çalışma Grubu Fethullah Gülen’i Kullanıp Attı

Abdurrahman Dilipak 21 Haziran 1999 tarihli köşesinde, askerin Gülen’i kullanıp attığını ifade ediyor. Bu arada Gülen de askeri kullandığını düşünüyor olabilir. Ancak Dilipak, bu balayının bittiğini ve köprülerin atıldığını düşünüyor. Dilipak’a göre Gülen; BÇG’nin elinde TSE damgalı ılımlı bir Müslüman tipi olarak kullanılmaya müsaitti ve kullanıldı. Ayrıca Batı ile ABD’nin radikal olmayan İslam tercihi ile de örtüşüyordu Fethullah Gülen.

Dilipak, Fethullah Gülen’e karşı başlatılan kampanyanın derin devletteki güçler arasında bir hesaplaşmanın ürünü de olabileceğini vurguluyor ve Gülen gibi derin devlet tarafından kullanılan diğer yapıların da bu olaydan ders alması gerektiğinin altını çizerek bitiriyor yazısını:

“…Bana kalırsa herkes bu işin gerçeğini başından beri biliyordu. Fethullah Efendi ise bir siyaset izlediğini düşünüyor olabilir. Bu oyunda herkes karşısındakini kendi planları istikametinde kullandığını düşündü, kullandı da! Ve sonunda bir gün köprüler atıldı, balayı bitti.

BÇG’nin elinde Fethullah Gülen ılımlı İslam prototipi olarak, TSE damgalı bir Müslüman tipi olarak kullanışlı bir örnekti. Fethullah Efendi’nin söylemi, Batı’nı ve ABD’nin radikal olmayan İslam tercihi ile de örtüşüyordu.

Her şey çok açık!

Devlet farklı zamanlarda farklı kesimlerden insanlarla birlikte çalıştı… Sonra yine aynı devlet, ya da devletin içindeki bir kısım unsurlar, konjonktüre bağlı olarak bir anda ipleri kopartıp onları zindana göndermediler mi?

Bu oyun hep böyle oynana geldi.

Şu da olabilir. Devletin içindeki, daha doğrusu derin devletteki güçler arasında derin bir hesaplaşma yaşanıyor. Birileri bir emrivaki yaparak, karşı kanadın işini bozuyor ve elindeki bilgi ve belgeleri basına sızdırarak sonuca gidiyor.

Medya bu konuda tetikçilik yapıyor.

Fethullah Efendi’nin başına gelenler, aynı senaryoda kullanılan diğer isimler için de ders olsun!” (Abdurrahman Dilipak; Akit Gazetesi; İrtica Bahane Vurgun Şahane; 21.06.1999)

Anlayacağımız Gülen hareketi seksenlerden beri devletçilikten, milliyetçilikten, askercilikten, darbelere ve darbecilere yakın durmaktan hiç şaşmamıştır. Aslında gülen hareketinin en tipik özelliği olan “tutarsızlık” “ilkesizlik” ve “pragmatizm”; sadece belli konularda geçerliliğin yitirmektedir. Yani tutarlı oldukları birkaç konu vardır. Ki sadece bu konularda hep tutarlı(!) ve ilkeli(!) olagelmiştir:

- Derin veya şeffaf (!) tüm kurumlarıyla devleti ve devlet adamlarını kutsamak.

- Milliyetçiliği önceliklerinin birinci sırasına koyarak “Türkiye İslamı” senteziyle Türkiye Cumhuriyeti adına lobi faaliyeti yürütmek.

- Uluslararası neoliberal emperyalist siyasi ve ekonomik politikalarla paralel çizgide yürümek.

- Hem Türkiye’deki hem dünyadaki İslamcı ve direnişçi yapılarla en ufak bir ilişki şöyle dursun; onlara karşı askerle, polisle ve devletlerle aynı safta durmak.

Atasoy Müftüoğlu da neo-nurculuk olarak tanımladığı Gülen hareketini benzer gerekçelerle eleştirir:

“ Neo-nurculuğa yönelik dört tane eleştirim var:

1) İslam’ı millileştiriyor.

2) İslam’ı ehlileştiriyor.

3) Müstekbirlerle birlikte hareket ediyor, aynı safta görünüyor.

4) Bütün direniş mücadelelerini kayıtsız şartsız tahkir ediyor (aşağılıyor). Direniş mücadelelerinden İsrail ne kadar rahatsızsa neo-nurculuk da bir o kadar rahatsız.” (Atasoy Müftüoğlu; Dünya Bülteni; 08/03/2011)

Fethullah Gülen ve hareketinin yukarıda sözü edilen yapısına dair birkaç örnek verip yazımızı bitirelim:

- Fethullah Gülen, 12 Eylül darbesine destek vermiş ve methiyeler düzmüştür. “Asker” ve “Son Karakol” adlı yazılarına bakılabilir. Tabi Gülen’in web sitesinden değil, orijinalinden. Zira maalesef bugün için sakınca teşkil eden bazı ifadeler web sitesindeki yazılarda tahrif edilmiştir. Söz gelimi: “Son Karakol” yazısının son cümlesi gerçekte “ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.” iken, web sitesinde “ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.” şeklinde tahrif edilmiştir. (http://tr.fgulen.com/content/view/13128/23/)

- Körfez Savaşı’nda Saddam’ın zalim ve diktatör bir yönetici olduğu (ki öyledir nitekim. Fakat İran’la savaşırken böyle bir şey duymadık kendisinden. Bir de Saddam zalimse peki ABD ne oluyor.) bahanesine sığınarak, tabi bir de Musul ve Kerkük’teki milli menfaatler(!) de böyle gerektirdiği için ABD’nin safında yer almıştır.

Ey Ağlayan ve Ağlatan Hoca

Burada Körfez Savaşı’nda Fethullah Gülen’in takındığı tavırdan dolayı kendisine yönelik Ali Bulaç’ın kaleme aldığı ibretlik yazısını alıntılamayı gerekli görüyoruz. Fakat ne ilginç ve hazindir ki en az Gülen ve taraftarları kadar, bugün için bu yazıdan ibret alması gerekenlerin başında bize göre maalesef Ali Bulaç’ın kendisi gelmektedir.

“Ağlayan ve Ağlatan Hoca ''

“Bu yazıyı kaleme aldığımızda Körfez Savaşı 3. haftasını doldurmuş oluyordu. Bu geçen süre içinde Amerika ve müttefiklerinin Irak’ın yerleşim bölgeleri, askeri ve ekonomik hedefleri üzerine yağdırdıkları bomba sayısı çoktan 200 bini aşmış durumdaydı. Gece gündüz, günün her saatinde 600 uçak havalanıyor, Adana-İncirlik ve Dahran’dan gidip Irak üzerine ölüm yağdırıyor…

Bu katliama karşı kim suskun kalabilir?…

…İnsanlar bu vahşi savaşa, bu soykırıma tepki göstermeye başladılar, sokaklara dökülüp, Amerika ve müttefiklerini lanetlediler.

Türkiye’de hükümet çevrelerinin bu haklı (tepkilerden) büyük rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. Hemen karşı propagandaya geçildi ve Körfez Savaşı’nın Hıristiyanlarla, Müslümanlar arasında süren bir savaş olmadığını etrafa yaymaya başladılar. Önce devletin memuru Diyanet İşleri Başkanı bir demeç verdi. Ardından “ağlayan ve ağlatan hoca”ya, “Türkiye vaizi” statüsüne çıkartılan emekli bir vaize merkezi camiler tahsis edilerek Saddam Hüseyin aleyhinde vaazlar verildi. Dün Irak-İran savaşında Ayetullah Humeyni’nin zulmüne karşı gelen Saddam Hüseyin’in erdemlerinden dem vuran Hoca, şimdi yukarıdan aldığı direktifler doğrultusunda, Saddam Hüseyin’in kafirliğinden, işlediği zulümlerden bahsetmeye başladı. Bu artistlere taş çıkartacak profesyonellikle ağlayarak ve ağlatarak, üstelik Rasulullah (s.a.v.) adına saçma sapan rüyalar uydurarak, Saddam aleyhtarlığı yapan Hoca’nın sözlerinden çıkan sonuç, Amerika’nın bölgede yaptıklarından dolayı kınanamayacağı, bu yüz kızartıcı bombardımanlardan mazur görüleceği sonucudur. Ben kişisel olarak bunu yadırgamadım; çünkü adamlar birilerini besliyorlarsa, bunun bir bedeli vardır. Şimdi bu bedeli ödemelerinin tam zamanıdır…

…Bunlar “zihn-i müşevveş” (kamdırılan) kimseler değildir, tam aksine “muallem”(eğitilen) kimselerdir…

…Hani Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dünya Müslümanlarını bir vücuda benzetmişti; hani bir organa bir diken batsa diğer bütün organlar rahatsız olurdu? Irak’ta bir organımıza diken batmıyor, adeta koparılıyor.

Ey ağlayan ve ağlatan Hoca! Biraz da bu hadisi hatırlayıp bundan söz etsene!..” (Ali Bulaç, Vahdet, 11 Şubat 1991 / http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=916)

- Gülen; Susurluk olayında devletin, askerin, polisin ve meclisin konumunun zedelenmemesi gerektiğini ifade ederek durduğu yeri tayin etmiştir.

- 28 Şubat darbesinde nerde durduğunu ise detaylı bir biçimde anlattık.

- Başörtüsü zulmünün yaşandığı seksenli ve doksanlı yıllarda direnişçiler için “O çarşafın altında provokatör erkekler var.”, sonra da başörtüsü “furuattır”, yani vazgeçilebilirdir, diyerek direniş hattını bölmüş ve yine egemenlerin yanında safını tutmuştur. (Bu arada istismar edilen ‘furuat’ kavramının fıkhi açıdan doğru bir tespit olmakla birlikte; tevhid, adalet, nübüvvet ve ahiret gibi sayılı birkaç konunun dışındaki namaz, oruç, hac, zekat, zina, hırsızlık, yalan, çıplaklık, faiz, adam öldürme vs. gibi ibadet ve muamelata dair tüm konuların da ‘furuat’ olarak adlandırıldığının altını çizmek isteriz. Yani bu kapıyı araladığınızda ortada din diye bir şeyin kalmayacağını belirtmek isteriz.)

- Irak’ın ikinci defa ABD tarafından işgal edileceği 2003 yılında 1 Mart Tezkeresinin mecliste tartışıldığı dönemde, hoşgörü ve barışı dilinden düşürmeyen Gülen hareketine mensup kimi yazarlar öyle yazılar kaleme aldılar ki; Müslüman olmak şöyle dursun, insanlıktan zerre kadar nasibini almış hiç kimse o satırları kaleme alamazdı, diye düşünüyoruz. (Bakınız: Hüseyin Gülerce, 26.12.2002; Ali H. Aslan, 29.12.2002; Mustafa Ünal, 27.12.2002)

- Ve Mavi Marmara olayı. İnsanlığını, vicdanını, adalet duygusunu yitirmemiş tüm insanların ya içinde ya da yanında yer aldığı Mavi Marmara olayına karşı çıkan tek kişi, tek din adamı ve tek yapı Fethullah Gülen ve Hareketidir. Tabi İsrail, ABD ve yandaşlarını saymazsak. Gerekçisi de hazır; ‘Otoriteye isyan’. Oysa Fethullah Gülen, Müslüman olmanın ilk kelimesinin ‘isyan’ ile başladığını, İslam’a girmenin ilk adımının mevcut zulüm sistemlerine ve ‘otoritelerine’ ‘La / Hayır’ demek olduğunu, bütün peygamberlerin kendi dönemlerindeki zalim otoritelere başkaldırarak ve isyan ederek tevhidi mücadeleyi başlattıklarını bilmiyormuş gibi konuşuyor.

Gülen, zalim otoriteye başkaldırıya karşı çıkmakla kalmıyor; daha sonra Mavi Marmara’da katledilenlerin şehit bile olamayacağını, zira ‘Şehit olmaya gidiyoruz’ dediklerini, bu nedenle bile bile ölüme gittiklerini söylemekte de bir beis görmüyor. Cüneyt Özdemir’den dinliyoruz:

“Sohbetimiz sırasında konu İsrail ve Mavi Marmara gemisine geliyor. Fethullah Gülen Mavi Marmara’da pek çok gönüllünün sürekli tekrar ettiği ‘şehit olmaya gidiyoruz’ retoriğine şiddetle karşı çıkıyor. Böylesine bir şeyin şehitlik bile kabul edilemeyeceğini söylüyor.” (http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/)

Aslında bu sözlere denecek çok şey var. Fakat biz yine bu makalede izlediğimiz yöntemimizi takip etmeye devam edelim ve burada serdedilen görüşlerin vicdandan, insaftan ve adaletten uzak olduğunu; buna karşılık pragmatizm, zillet, teslimiyet, ilkesizlik, kişiliksizlik ve kimliksizlik koktuğunu Gülen’in yine kendisine başvurarak yazımıza son verelim. Bizce iki apayrı kişi(lik)le karşı karşıyayız. Aksi halde vicdan, adalet ve insaf sahibi hiç kimse hem Mavi Marmara ile ilgili yukarıdaki sözlerin hem de aşağıya alıntıladığımız sözlerin sahibinin aynı kişi olabileceğine inanamaz:

“ Şehid Olamama Burukluğu ''

Alparslan, Malazgirt’te üzerine giydiği beyaz urbasıyla ordusunun karşısında îrâd ettiği hutbesinde, cübbesinin kendisine kefen olmasını niyaz ediyordu. Sanki o, harp meydanına muzaffer olmaktan daha çok şehid olmak için gelmiş bulunuyordu. Ve bunu, giydiği kefeniyle de bizzat gösteriyordu. Onun için de, kendi ordusunun birkaç misli düşmanla tereddütsüz yaka-paça olabiliyordu.. ve oldu da.. Oldu ama, günün sonunda içi biraz buruktu. Zira şehid olmak istemiş, fakat olamamıştı… Sonrası malum… ” (Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla II, Perspektife Giren Şahıslar)

“ Dünyanın neresinde olursa olsun ortada bir zulüm varsa, mümin o zulmü ortadan kaldırmak zorundadır. Çünkü mümin yeryüzünün muvazene unsurudur. Bunun için de, önce çevresinden işe başlamalı ve gücü nispetinde bu daireyi genişletmenin çarelerini araştırmalıdır. Bu mevzuda himmet öyle âli tutulmalıdır ki, perspektife bütün cihan alınmalı ve sistem de ona göre akort edilmelidir.” (Fethullah Gülen, İla-yı Kelimetullah)

Kimileri, özellikle Gülen hareketi mensupları şunu diyecektir. “Canım Fethullah Gülen, takiyye yapıyor. Bunu bilmeyecek ne var?” Böyle diyenlere Fethullah Gülen’in, ‘Bana takiyye isnadında bulunmak, küfür isnadında bulunmakla eşdeğerdir.’ mealindeki sözünü hatırlatırız.

“Takiyye meselesine gelince takiyye meselesi Farslıların icat ettikleri Alevilik içinde bir prensiptir… Hele Sünnilerde takiyye mevzubahis hiç değildir. Bana takiyye isnadı, nifak isnadı, küfür isnadı gibi bir şey gelir.” (Reha Muhtar’la, Ateş Hattı, TRT 1, 03.07.1995)

Fakat yine de “Zaten takiyye dediğin böyle olur!” diyenlere de diyecek bir şey bulamıyorum. Sadece şunu diyebilirim: Böyle bir mantığın, böyle bir düşüncenin ne dinde ne insanlıkta ne de vicdanda yeri vardır. Bu düşünce olsa olsa bir bedende iki ayrı insan tipi, yani dini tabirle ikiyüzlü insan yetiştirir. İçeride başka, dışarıda başka; eski dönemde başka, yeni dönemde başka; topluma dönük yüzü başka, kendi yapısına dönük yüzü başka; toplumun geneline dönük yaptıkları medya faaliyeti ve programlar (Türkçe olimpiyatları gibi) başka, kendi aralarında yaptıkları programlar başka; başka, başka, başka ve en nihayetinde bambaşka…

( DOĞAN ÖZLÜK / PLATFORM HABER )

Konuya getirilen eleştirileri de göz önünde bulundurarak Gazateciler ve Yazarlar Vakfının yaptığı açıklamayı bir hak gereği olarak yayınlıyoruz

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'ndan açıklama: Sayın Gülen'in darbeyi desteklediği iddiası çok açık bir çarpıtmadır

Toplumsal hayatımızın aktif bir üyesi olan Sayın Gülen’in darbeler öncesinde, sürecinde ve sonrasında bazı tavır ve değerlendirmeleri olmuştur. Ancak, bunların bir kaçı seçmece usullerle alınıp, resmin tamamı verilmeden, Gülen, darbelere destek vermiş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Ne Sayın Gülen ne de Hizmet, yaptıklarının mükemmel olduğu iddiasında değildir. Yıkıcı olmayan ve niyet okumayan sorgulamaya ve eleştiriye açıktır. Sayın Gülen ve Hizmet’in darbelerle ilgili tutumlarının sorgulanmasına kimsenin itirazı olamaz. Ancak bu sorgulamalar insaf sınırlarının dışına çıkmayan, maddi hatalar içermeyen objektif ve yapıcı eleştiriler olmalıdır.

Hizmet ve Sayın Gülen’i rasyonel ve bilimsel açıdan anlamanın en önemli ve yetkin araçlarından birisi kendisinin yazı, konuşma ve aksiyonunu bütüncül bakış açısı ile derinlikli bir analize tabi tutmaktır. Bunun dışındaki hüküm çıkarma çabaları eksik ve yetersiz kalacak hatta seçmecilik ve indirgemecilikle malul olacaktır. İşin doğrusu, Hizmet ve Gülen, geniş kesimler ve kamuoyu itibarı ile, en az 20 yıldır Türk kamusal hayatının görünen yüzünde olagelmişlerdir. Olumlu ya da olumsuz hem Türkiye’de hem de yurtdışında haklarında binlerce köşe yazısı ve haber, yüzlerce akademik tebliğ ve makale ve onlarca akademik kitap hazırlanmıştır. İtibarlı ve objektif pek çok akademik yayının işaret ettiği üzere, Hizmet’in ve Gülen’in hem söylemleri hem de pratiği ya direkt ya da dolaylı olarak demokrasi, sivil toplum, insan hakları ve barış inşası yönünde olmuştur. 

Daha önceki açıklamamızda da ifade edildiği üzere, Hizmet’in demokrasi ile insan hak ve özgürlükleri talebi hiçbir zaman toplumun genel anlayış ve beklentilerinin gerisinde olmamıştır. Hizmet bu hedefler ve idealler doğrultusunda ‘çatışmaksızın’ faaliyet göstermeye gayret etmiştir. Dindarlara devlet gücünü de kullanarak yapılan pek çok eziyete karşılık, Hizmete gönül verenler çatışma yerine aktif sabrı tercih etmişler, çatışmaksızın, hak belledikleri yolda çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Hizmet’in temel prensiplerinden biri olan “müspet hareket” tam da bu tavra karşılık gelmektedir. Hizmet üzerine yapılmış bir kısım akademik çalışmalar, bu hareket tarzını çatışmacı olmayan (non-confrontational) ya da katılımcı direnç (participant resistance) olarak adlandırmaktadırlar.

Hizmet’in faaliyetlerinin yoğunlaştığı alanların her birinin barışın inşasına, sivil toplumun gelişmesine, bireylerin ve özellikle de kadınların güçlenmesine ve de demokratikleşmeye orta ve uzun vadede katkı yaptığı ve yapmakta olduğu pek çok akademik çalışmaya konu olmuştur. Hizmet’in din adına siyasete müdahaleye, dinin siyasete araç yapılması ve bir ideoloji haline getirilmesine karşı olduğu da çok açık bilinen bir husustur. Her ne amaçla olursa olsun Hizmet’in herhangi bir darbeye sıcak bakmayacağı çok açıktır. Özellikle din adına devletin yapacağı baskının insanları riya, gösteriş ve münafıklığa iteceği de Hizmet’in temel sosyo-politik anlayışlarından birisidir.

İslami geleneğin yüzyıllardır benimsediği bir prensip olan “en kötü devlet, devletsizlikten, kaos ve anarşiden iyidir” anlayışı, asla demokrasiyi arka plana atan ve devleti ve yaptığı her şeyi kutsayan bir anlayış olarak anlaşılmamalıdır. Mevcut düzen içerisinde hukukun üstünlüğüne, evrensel hukuka ve insan haklarına uygun olmasalar da yasaların bağlayıcılığına saygı gösterme ve çatışmaya girmeme, ancak bunları katılımcı bir dirençle demokratik yollarla evrensel standartlara yakınlaştırmaya çalışma Hizmet’in temel hareket tarzıdır.

1971 darbesinde haksız yere tutuklanan, 1980 darbesinde 6 yıl bir suçlu gibi kovalanan, 28 Şubat post modern darbesinin ardından da 13 yıldır memleketinden uzak yaşamaya mecbur bırakılan Sayın Gülen’in darbelere sıcak baktığı hatta desteklediği iddiası çok açık bir çarpıtmadır. Beraatla sonuçlanmış olsa da, Gülen’in daha 2008’e kadar hakkında açılmış bulunan temelsiz ve haksız bir dava ile darbeciler tarafından hedef alındığı da unutulmamalıdır. Ayrıca, 28 Şubat’ın gerçek mağduriyetinin siyasal değil toplumsal alanda yaşandığı açıktır. Toplumun pek çok kesimi ile birlikte toplumsal alanın önemli bir yerini tutan Hizmet’in de bu mağduriyetten payını aldığı bilinmektedir. Tüm bunlara rağmen müspet hareketi elden bırakmayan Hizmet, mağduriyet söylemini tercih etmemiştir.

Darbelerle ilgili konuşmaları ele alınırken, her şeyden önce Sayın Gülen’in genel tarz ve üslubu dikkatle analiz edilmelidir. Demokrasiyi destekleyen ve öne çıkaran kısımlar göz ardı edilip, bağlamından koparılmış ya da asıl maksadı geniş resim içerisinde ancak anlaşılabilecek cümleleri peş peşe sıralamak Sayın Gülen’i ve Hizmet’i anlamamıza yardımcı olmaz, hatta tam aksi bir sonuç verir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Sayın Gülen’i okurken onun müspet hareket, çatışmasızlık, aktif sabır, sosyal gelişme, muhatabı rencide ve tahrik etmeme anlayışı dikkate alınmalıdır. 

Sayın Gülen’de karamsarlıktan çok iyimserlik vardır. Şartların en ağır olduğu zamanlarda bile sevenlerine ümit aşılamaya çalışır ve hadiselerin olumlu taraflarını nazara verir. Adil olma adına, hoşuna gitmeyen birisinden sadır olan olumlu bir şeyi de görmezden gelmez. Ümitvarlığın bir yansıması olarak durum tespiti yaparken iyiye ve ideale işaret eder. 

Bu hemen hemen her konuda böyle olduğu gibi askerler ve askeriye için de böyledir. Aralarında olan vicdanlı ve demokrat kişiler hatırına darbe dönemlerinde bile hiçbir kuruma düşmanca yaklaşmamış ve toptancı bir şekilde yıkıcı eleştirilerde bulunmamıştır. Bu tavrı darbeleri desteklediği anlamına gelmez. Sayın Gülen, ülkenin daha kötü bir duruma düşmemesi ve tüm toplumun faydası adına tansiyon düşürücü bir tavır alır. Fayda getirmeyecek ve hatta kötü niyetlilere bahane olacak çatışmacı bir tavra girmez.

Öte yandan, iyimserliği asla bir Polyannacılık değildir. Dolayısı ile iyimser olmakla birlikte meydana gelebilecek kötü ihtimallere tarihin dersi ve sosyo-politik realitelerin ışığı ile bakar. 28 Şubat darbesinin liderlerinden bir komutanın hatıratında da geçen ve toplumun en hafif direncini bile fiili darbeye bahane yapmaya hazır olunduğunu gösteren “sokaktan gelen irtica bir halk hareketine dönüşme eğilimine girerse, müdahale son çare olacak” sözü bu açıdan çok manidardır. “Demokrat” denilerek, darbecilerce istihfaf edilen bir generalin Genelkurmay Başkanlığına gelmiş olması, tüm subaylara ve askeriyeye kırıcı bir tavır almanın ne kadar yanlış olabileceğini göstermektedir. Aynı şekilde, Ergenekon davalarının da demokrasi yanlısı subay çoğunluğu olmasa açılamayacağı ve devam edemeyeceği barizdir. Mahkemelerce gerçekliği kabul edilen, bir amiralin günlüklerinde geçen, kıtalardaki subayların çoğunluğunun darbeye karşı olduğu gerçeği de Sayın Gülen’in tavrının doğruluğunu göstermiştir.

Aslında Gülen, 1993’ten beri gelmekte olan darbe sürecini görmüş ve buna elinden geldiğince dikkat çekmeye çalışmıştır. 28 Şubat’a yaklaşılırken, Sayın Gülen’in “Gölcük’te hareketlenmeler var” duyumunu ilettiği Devletin zirvesindekiler kendisine “varsa elinizde bunun belgesini verin” demişler, aslında ayyuka çıkan bu demokrasi karşıtı hareketlenmeleri mercek altına almaktansa Demokrat Parti döneminin meşhur Samet Kuşçu olayını hatırlatırcasına olayı ifşa edenleri risk altına atmayı tercih eder görünmüşlerdir. Aynı şekilde, Sayın Gülen’in bir başka ikazına cevaben bir devlet büyüğü "Hocam, dengeli olalım biraz" demiştir.

Sayın Gülen, daha 28 Şubat darbesinin sıcak günleri başlamadan bir grup gazeteciye Ekim 1995’te endişelerini “askeriyede bir grup muhtıra hazırlığı içinde” sözleri ile ifade etmiştir. Bu tarihte söz konusu endişeleri dikkate alacak ne güçlü bir siyasi yapı ne de bunlarla mücadele edecek duyarlı bir medya vardı. Ne yazık ki, birkaç zayıf istisna hariç Gülen’in bu açıklaması destek görmemiştir. Hatta önemli bir partinin grup başkanvekili açıklamayı “Şanssız bir açıklama, amaçlı bir yorum […] Hiçbir hazırlık yok. Fethullah Gülen'in şahsi görüşüdür. Askerlerimiz de milletimizin bir parçasıdır” diyerek karşıt tavır sergilemiştir. O dönemde bir deniz subayı tarafından bütün siyasilere gönderilen ve Sayın Gülen’in de bir kamuoyu oluşturma çabasıyla seslendirdiği endişelerinin önemi, pek çok darbe girişiminin ortaya çıktığı Ergenekon sonrası süreçte ancak anlaşılabilmiştir. 

Hizmet’in ve Sayın Gülen’in 28 Şubat darbe sürecindeki tavrı, ülkenin o zamanki şartları tüm detayları ile göz önüne alınmadan anlaşılamaz. 1997’de sivil siyaset kendisine karşı yapılan psikolojik harbi ilk başlarda hafife almış, daha sonra da engelleyebilecek iradeyi gösterememiştir. Bir kısım iktidar mensupları da niyetlerinde samimi de olsalar yapılan propagandaları doğrulayıcı tavırlar almışlar ve darbeye destek veren medya bunları alabildiğine büyütmüştür. Silahsız kuvvetler olarak adlandırılan bazı etkin ve güçlü “sivil” toplum kuruluşları ve sendikalar demokrasi karşıtı ve darbe yanlısı bir tavır almışlardır. Bazı komutanlar açık açık silahlı müdahale tehditlerine başlamışlardır. Cumhurbaşkanının duruşu belli olmuş, Sincan’da tanklar yürümüş, İçişleri Bakanına “yağlı kazığa oturturuz” tehdidi yapılmış, büyük gazetelerin manşetlerini darbeci komutanlar belirler olmuştur. Bu hengâmede Sayın Gülen’in duruşu ülkenin daha az zararla bu süreci atlatmasını amaçlamıştır.

Bugünden geçmişe bakıp, “asker darbe yapamayacaktı zaten, neden meydan okumadınız?” diye sormanın hiçbir rasyonel dayanağı yoktur. 28 Şubat 1997'deki MGK kararları uygulanmıyor diye bazı askerlerin 11-16 Haziran 1997 tarihleri arasında darbe yapacağı bilgisini ABD de ciddiye almış ve dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, 14 Haziran 1997’de Milliyet gazetesine yaptığı açıklamada “Anayasal düzenin dışına çıkılmaması gerektiğini Ankara’ya bildirdik” ifadelerini kullanmıştır. Bu açıklamayı manşetten duyuran Milliyet gazetesinin o günkü yayın yönetmeni Sayın Derya Sazak bir komutanın arayıp “Oraya da iki general mi gönderelim?” dediğini açıklamıştır. 

Sayın Gülen, çokça eleştirilen Refah-yol hükümetini çekilmeye davet ettiği 16 Nisan 1997’deki Kanal D’de ki röportajında bile o zor zamanlarda söylenebileceği kadarı ile darbelerin ülkeye zarar verdiğini anlatmaya çalışmıştır. Üstelik bu, siyaset kurumunun dik duramayıp, Hizmet’in ve diğer dini hareketlerin eğitim kurumlarının kapatılmasını ya da devletleştirilmesini öngören 28 Şubat kararlarının imzalamasından bir buçuk ay sonradır. Daha öncesinde de çok sayıda subay/astsubay YAŞ kararları ile ordudan atılmış ve 12 Aralık 1996 tarihli Yeni Şafak “Bu imzayı atmayacaktın, Hocam! Ordu'da son yılların en büyük kıyımı Türkiye'yi ayağa kaldırdı!” manşeti ile çıkmıştır. Açıktır ki, burada Hizmet’in siyaset kurumunu yalnız bırakması gibi bir durum olmadığı gibi belki de ileride araştırmacılar tam tersi bir durumun söz konusu olduğunu dile getireceklerdir. Sayın Gülen’in 28 Şubat kararlarının imzalanmasından bir buçuk ay sonra hükümete “çekilin” çağrısı yapmasının değeri ancak AK Parti hükümetinin 27 Nisan 2007 muhtırasına meydan okuyup erken seçim kararı alması ve sonrasındaki gelişmelerle ancak anlaşılabilinecektir. 

Özetle, Sayın Gülen’in dahli olmadığı ve hiçbir ciddi etkisinin de bulunmadığı; tersine açık hedef olduğu darbe süreçlerindeki tavrı, ülkenin göreceği zararı en aza indirmek için müspet hareket ve aktif sabır anlayışı doğrultusunda itidal, temkin ve dikkat ile hareket etmek şeklinde anlaşılmalıdır.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı


http://www.anadoluplatformu.org/dosyalar/605


****