21 Nisan 2015 Salı

EMANETE HIYANET ETMEYİN!..




EMANETE HIYANET ETMEYİN!..




          

Mustafa Nevruz SINACI



 Önce “EMANET”in ne demek olduğunu ve ne anlama geldiğini çok iyi bilmek gerek.
            Çünkü emanet’in önem, anlam ve değerini idrak edemeyenler (ya da, ne demek olduğunu, ne ifade ettiğini bilmeyenler), çok kolaylıkla bedhah (gizli düşman) olabilir. Menfur ve melânet hainler tarafından sağlanacak, çok basit çıkarlar (makam-mevki) v.s. menfaatler karşılığında, paralize işbirlikçilere dönüşüp, gaflet, dalâlet ve ihanet ehlinin kirli emellerine alet olabilirler.  



            TÜRK VATANDAŞI’NIN EMANETİ






















Mustafa Kemal ATA-TÜRK açısından baktığımız taktirde: Mutlak fazilet, hak, adalet, özgürlük/güvenlik, demokrasi, lâiklik, ebed-müddet devlet ve tam bağımsızlık anlamına gelen Cumhuriyet; Milli birlik/bütünlük, keder, kıvanç ve kaderde beraberlik.; Sarsılmaz, bölünmez, parçalanmaz Devlet/Bayrak/Toprak;  Milli, ilmi, maddi-manevi, sanat ve kültür değerlerimiz; Haksızlık, yolsuzluk, sömürü ve zulme karşı direnç, daimi zindelik ve icabında milli refleks.; Dönme, devşirme, hain, vatanı bölmeye çalışan zalim ve Milli birliğimizi bozmaya kalkışan fesat odakları ile nifak tohumlarına karşı hassasiyet; Milli irade simsarı din ve dil tüccarlarına, Türkiye’yi yok etmeye adanmış etki ajanı ihanet şebekeleri ile menfur teröristlere yârdım ve yataklık edenlere karşı hadlerini bildirmek; Adaleti ahlâkı ve hukuku hâkim, siyaseti kaliteli, nezih ve temiz tutmak Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına emanettir.
Günümüzde, emaneti yegâne koruma, millet ve devleti kollama aracı olan ve “Namus, Şeref” anlamını haiz Oy’larımızı, bu ideal, ilke ve değerlere uygun adaylara, Milli Refleks ve partilere kullanmaya özen göstermeliyiz. Bu basiret (öngörü), feraset beka ve idrakten (bilinç) aciz, beyinleri dumura uğramış zavallı, cahil ve menfaatperest güruh, Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti için en büyük tehlikedir. Çünkü:        
Türk milleti, tarih, kültür ve medeniyetinin varisi; Türkiye Cumhuriyetine yurttaşlık bağı ile bağlı her vatandaş “emaneti korumakla” görevli, yaşatılmasına memur ve mükelleftir.  Vakti zamanı gelince şimşek olup düşmanın başına çökmek, hançer olup yüreğini deşmek ve her ne pahasına olursa olsun “devleti ve milleti” korumak emanettir. Büyük Türk milleti asla imansız, vatansız ve topraksız olmaz, olamaz!. Türk milletinden hırsız, anarşist-terörist, arsız, yolsuz, namussuz, din tüccarı, mason-misyoner ve siyaset simsarı çıkmaz.    


EMANET, ADALET, DALÂLET VE MİLLİ MUHAFAZA






Gelenek ve gerçek bağlamında Milli emanetler ve manevi mukaddeslerin muhafaza ve payidarı; “İnsan hakları, adalet, demokrasi, eşitlik ve hukukun vazgeçilmez unsuru” kitle partilerine ait bir görevdir. Başta kadim “medeni siyaset” olmak üzere, Şûra geleneği ve Milli Meclis terekkübünde (oluşum ve içeriğinde) mutlaka milletin hür iradesinin temsili şart olup; Türk demokrasisinde vasıta, vesayet, cunta/sulta, güdüm ve tasallut yoktur. Şu hale nazaran:  

Önemlidir!.
Lütfen hafızanıza not edin.

Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcılığı (YCBS), Siyasi Partiler Bürosu kayıtlarına göre 2015 yılı Mart ayı itibarıyla Türkiye’de 97 faal siyasi (!) parti var. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) bunlardan 31’inin 7 Haziran 2015 Pazar günü ifa, icra edilecek “25. dönem parlamenter belirleme” sürecine katılma hak ve niteliklerine sahip bulunduğunu bildirdi. Seçim işleri kurumunun 07 Nisan 2015 tarih ve 630 sayılı kararı uyarı, sadece 20 partinin bu hakkı kullanabildiği ve seçimlere katılabildiği görüldü!..

            Üstelik her ne kadar başkaca seçenekleri olsa bile “İnsan hakları, adalet, saydamlık, eşitlik ve hukuk” ilkeleri gereği, yargı gözetiminde, resmi ve yasal “ÖN SEÇİM” yapmaları ve parti adaylarını, hiç ağızlarından düşürmedikleri “DEMOKRASİ, EŞİTLİK VE HUKUK” hükümleri doğrultusunda uygulamaları (geleneksel olarak) beklenirken; CHP’nin % 85’lik.; Fakat sonradan görüldüğü ve anlaşıldığı üzere göstermelik ön seçiminden başka hiçbir parti eşitlik, etik ve hukuk ilkelerine riayet etmedi. Bu büyük bir ayıp, yüz karası. Hattâ utançtır!..
          

  BU BİR İNSANLIK SUÇUDUR!..






            Kayıt ve söylem bazında (güya), Türkiye Cumhuriyeti, Demokratik ve lâik bir hukuk devletidir. Mademki öyledir, o halde insan hakları, ‘olmazsa olmaz eşitlik ilkesi’ adalet-hukuk ve demokrasi gereği bütün adayları bizzat ve doğrudan “2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu” gereği parti üyeleri ve/veya delegeler belirlemeliydi. Olmadı. Şu hale nazaran: 20 parti ve bu kombinasyon (organizasyon) içinde bir takım kirli ittifaklarca halkın önüne sürülerek, usulen yapılacak bir seçimle millete dayatılan parlâmenter adayları meşru, hukuki ve etik değildir.
            Çünkü bu listeler parti üyeleri ve halkın hür iradesine değil; Kendini millet adına ve millete rağmen karar vermeye ehil, vekil, vasi ve yetkili gören bir takım kifayetsiz muhteris, hırs ve ihtirası yeteneğine galip gelmiş güdümlü unsurlarca atanan aktör, figüran, kukla, uşak, oyuncu ve palyaçolardan millete vekil olmaz. Kaldı ki, hukuken asil’in (müvekkilin) vekili şahsen, asaleten ve doğrudan ataması (tevkil etmesi) şarttır. Bu işlem Noter huzurunda yapılır. Dolayısıyla Millet tarafından vekil tayin ve tensip edilecek bütün “aday”ların, doğrudan millet tarafından, seçim kanunlarının öngördüğü usul ve esaslar çerçevesinde ve Hâkim teminatı çerçevesinde belirlenmesi şarttır. Lâkin böyle olmadı.
Öyleyse önerilen adaylar yok hükmünde ve öngörülen seçim meşruiyetten yoksundur.  
            İkincisi: Mezkür 20 partiden 13’ü tam liste vererek 85 seçim çevresinde; Diğerleri ise sırasıyla: 75., 73., 56., 58., 56., 55 ve sonuncusu da 43 seçim bölgesinde aday gösterebildiler. Ayrıca Türkiye genelinde 166 kişi bağımsız milletvekili adayı oldu. (ysk.14.04.2015/630)








            DAHASI VAR!...



            Bahse konu adayların belirlenmesinden tutun; Bir takım seçime girme hakkı olan veya bu hakka sahip bulunmayan sözde partiler ve bunların sahipleri arasında cereyan eden iğrenç pazarlıklar ve aşağılık ilişkilere ne demeli? Hepimizin ve herkesin gözü önünde cereyan eden yasalara aykırı “ittifak, iltihak, emanet, hıyanet ve ortak liste” pazarlıkları ne kadar iğrenç, insanlık dışı ve utanç verici idi!.. Sonuçta, kanunlarda açıkça yer alan “ittifak, dolaylı, hileli iştirak ve aleni ittifak” yasağı, adeta bir “meydan okuma” tarzında delinerek bir takım kirli /şaibeli ilişkiler oluşturuldu...
Bunun neresi seçim, hukuk, ahlâk, adalet, eşitlik ve demokrasi Allah aşkına!..
            DUYGUSAL SÖMÜRÜ VE DİN TÜCCARLIĞI

            Millet adına devleti yönetmeye talip olanların din, iman, cemaat, tarikat, etnik kök, ana dil, ırk ve mezhep ayrımcılığı yapması; Büyük bir felâket, art niyet, tuzak, kumpas ve nitelikli sahtekârlık alâmetidir. Bu gibi eylem ve söylemler ya güdüm, emanet, vesayet, dikta-cunta ya da mütegallibe emrinde siyasi manipülâsyon işaretidir. Dolayısıyla namuslu, dürüst, demokrat ve mütevazı olmayan; Aşırı iddialı, vurucu-kırıcı, hırs ve ihtiraslı gruplar kesinlikle milli/ilmi,  iyi niyetli ve “hizmet üretme yönünden” samimi değildirler.       
            OYSA: Özüne inildiği, orijinal ve objektif kaynaklar bulunduğunda görülen odur ki; İstisnasız bütün vahiyler (ilâhi sayfa, buyruk ve kitaplar) adalet, ahlâk ve hukuk’u düzenlemiş ve fakat insanların idaresine dair açık, net ve biçimsel (doktriner) hükümler getirmemiştir.

























İsra Suresi 16. Ayet de, her şeye egemen RAB (mealen) “Biz, bir memleketi (zulüm, isyan, azgınlık ve taşkınlıklarından dolayı) helâk etmek istediğimiz zaman, onun (yolsuzluk, haram ve hırsızlık ürünü refahtan şımarmış (kendini yeterli görüp Allah’a ihtiyaç duymayan) elebaşı’larına (idareci, siyasetçi ve önderlerine) emrederiz, onlar da fâsıklığa saparlar/dinî, ahlâki/insani kuralları çiğnerler. Artık o (ülke)nin üzerine azap sözü hak olur. Derken biz de onu yerle bir ederiz. [bk. 6/123; 11/116-117; 23/63-64; 34/33-35]


Hırs, heves ve ihtirası yeteneğinden büyük, şaşkın primitif (manyak) türler, kifayetsiz muhterisler ile dinden, imandan bihaber, insani yöndense mutasyona uğramış siyasi mevtalar, örtülü velâyet ve vesayet sahibi mütegallibe tarafından İslâm ülkelerine idareci sıfatıyla tayin ve tertip ediliyor. İşte bu kabul edilemez hakikat yüzünden Müslüman Devletler; En küçük bir insani, ilmî, vicdani, akli ve mantıki değeri haiz olmayan, tefessüh etmiş vahşi batı önünde malul ve mazlum pozisyonunda durmaktalar. Daha açık bir anlatımla: 
            Şu anda, başta ülkemiz olmak üzere, bütün İslâm coğrafyasında bu neviden bir güruh idareye egemen olmakta. Dolayısıyla Müslümanların öz vatanları yaşam alanlarında hâkim olan anarşi, terör, tedhiş, hırsızlık, yolsuzluk, savaş, cinayet, fesat, ifrat ve tefrikanın sebebi: “Emanet’in ehline verilmemiş olmasıdır.” Peki, “emanet” nedir? Bu anlamda Emanet Devlet, devlet hâkimiyet, hükümranlık, hürriyet ve hikmet olup; İnsanların adalet, hukuk, hakkaniyet, barış, zenginlik ve esenlik içinde yaşamalarını teminle memur ve mükellef olan bir halk’a ve Hak’a hizmet kurumudur. Hüküm ve hikmet adına icra-i faaliyet gösteren hükümet, idaresine memur ve idamesinden (sürdürülebilir sistemler teşkil etmekten) mesul olduğu toplum adına; Tam bir dürüstlük, saydamlık, adalet ve eşitlikle faaliyet göstermeye mecburdur.
            İslâmî referans ve kaynaklı Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâiklik, hakkıyla ve lâyıkıyla (namuslu, dürüst ve demokratça) uygulandığı takdirde, bu neticeye doğal olarak ve mutlaka varılır. Aksi takdirde ülke bunalım, buhran, kaos/kriz, anarşi ve başıbozukluktan kurtulamaz.
            Milletin ve ülkenin durumu iki temel göstergenin beklenir sonucudur. Buna göre: Eğer bir devlette huzur, adalet, hukuk ve istikrar yoksa: Ya top yekûn insanlar bozulmuş, insani ve ilmî değerler tefessüh etmiş ya da yönetimi ele geçiren ‘mütegallibe’ başta Cumhuriyet olmak üzere, demokrasi ve lâikliği askıya almış demektir. Böyle bir durumda halk kendi yöneticileri “seçmiyor, seçemiyor ve/veya seçtirilmiyor” demektir!...                
            İşte bu nedenle: Önümüzdeki seçimler çok önemlidir. Tarihi fırsattır. Çünkü insanlar seçimde, partileri değil, kendi geleceklerini seçer/belirler. Kişi sevdiği/seçtiği ile beraberdir. Herkesin istikbali, istiklâl (özgürlük, mutluluk, zenginlik) ve güvencesi, oy verip desteklediği zihniyetlerle belirlenecektir. Daha açık bir anlatımla: geleceğimiz, kendi elimiz ve kararımızla şekillenecektir. Kullanacağımız Oy’la sadece kendimiz ve yakın çevremizin değil, 80 milyonu mücavir milletimizin, hatta bütün İslâm âlemi, Türk dünyası ve insanlık camiasında mezalime maruz, ezilen, üzülen ve sömürülen milyarlarca masumun/mazlumun kaderini etkileyebilecek bir tasarrufta bulunduğumuzun, farkında/idrakinde olmalıyız.









Dahası; Oy verdiğimiz parti/kişilerin bütün iyilik, kötülük ve bunların yan etkilerine ortak olunmaktadır. Unutmayın, bu seçimler, birkaç parti arasında değil, iki zihniyet arasında yapılacaktır. Sonunda, 1-Ya, İYİLER, namuslu-dürüst ve demokrat olanlar; 2- Ya da kötüler, hırsız, yolsuz, dönme-devşirme, din tüccarı, misyon taciri ve işbirlikçiler kazanacaktır.
            Bakınız!.. Hüküm ve hikmet’in hakiki sahibi ne diyor ve bize ne öneriyor?..
İsra Suresi 80. Âyet: “De ki: ‘Yâ Rabbi! (bir amaçla gireceğim yere) beni doğruluk (ve hoşnutluk) üzere dâhil et. (Çıkacağım yerden de) beni doğruluk (ve hoşnutluk) çıkışıyla çıkar. Bana tarafından yardım edici bir kuvvet (iktidar) ver.” Yani: “Halkı idare etmeye talip olanlar, eğer iyi niyetli, Rab’in emirlerine sadık ve samimi müminler iseler, bu takdirde, seçilmek için asla hırs ve ihtiras göstermez; Tam bir iyilik, ilim, insanlık ve doğrulukla/dürüstlükle hareket ederler” anlamınadır. Bunun işareti, aynı surenin (İsra) 81.Âyet’inde şöyle açıklanır. “De ki: “Hak geldi, batıl zail (yok) oldu.” Çünkü batıl, daima yok olmaya mahkûmdur. [bk. 34/49]
            - Bütünüyle yalan, iftira ve furyadan ibaret sözde Ermeni soykırımını tanıma gafletine düşen veya bilinçle Türk ve İslâm düşmanlığına, haçlı hainliğine soyunan AP parlamentosuna tabi, domuzların emir erliği, emanetçilik, hıyanetçilik ve köpekliğini yapan;
            - Bir yandan taşnak ve pontusçular, diğer taraftan asala artıklarına şirin/hoş görünmeye çalışan dönme-devşirme, etki ajanı; Bir taşla birden fazla kuş vurmaya, halk’a rağmen (sözde) halk için, suya sabuna dokunmadan siyaset simsarlığı hevesli kriptolar;
            - Yahut dünyanın en büyük mafyası (harici bedhah) BABALIK tarafından maniple; Sevk ve idare edilen emperyalist unsurların uşaklığını yapan dâhili bedhahlar; 
            - Veya “Türksüz yeni Türkiye sözleşmesi” icat eden gaflet ve dalâlet ehline;
            Memleketi, milleti, idare ve iradeyi kaptırma riski hâsıl olur.

NETİCE OLARAK

Kendi ellerimiz, akıl, ilim, idrak, istek/rıza ve irademizle; Bize, “gelecek nesiller adına emanet” olan OY hakkımızı lehine kullandığımız parti, kişi veya grup; Hükümeti ele aldığında adalet (eşit işe eşit ücret, seyyanen zam) Herkes için hak, gecikmeyen adalet.; Yönetimde saydamlık, dürüstlük, bütün vatandaşlar için eşit hak, mutlak güvenlik ve istikrar getirirse ne mutlu. Aksi taktirde, emanete hıyanet/vatana ve millete ihanet edilmiştir!.
OY Emanettir OYUN’a Gelmeyin;
        Ve de, Emanete Hıyanet Etmeyin!..

http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr/2015/04/emanete-hiyanet-etmeyin.html


..

17 Nisan 2015 Cuma

ÜÇ SİLAHŞÖRLER




                            ÜÇ SİLAHŞÖRLER 


SERDAR ANT

Hergün televizyonlarda seçim hırsıyla saygıyı,hitap etme şeklini unuturcasına ,birbirlerine karşı savaş ilan etmiş olan siyasi liderlerin,seçim korkularını dinliyoruz ;ama CUMHURİYET GAZETESİ'NİN yapmış olduğu habere baktığımızda, aslında bu hezeyanların gösteriş abideliğinden başka bişey olmadığını bakın SERDAR ANT ne de güzel kaleme almış...

ÜÇ SİLAHŞÖRLER

Erdoğan avaz avaz bağırıyor:
«Valimi yedirmem…»

Baykal yanıtlıyor:
«Ben vali değil, hoşmerim yerim…»

Erdoğan'ın karşılığı:
«Fazla yeme de şekerin çıkmasın…»

Baykal altta kalır mı hiç:
«Herhalde sen çok yemişsin ki, tansiyonun yükselmiş…»

Bahçeli ikisine birden çatıyor:
«Hacivat-Karagöz kavgası bu…»

İşte Türkiye'nin önde gelen siyasetçileri, devlet adamlarımız bunlar! Magandası, namerdi, alçağı ve daha böyle bir sürü abuk sabuk şey de bu dalaşmanın tuzu biberi… İlkokul çocuklarının birbiriyle didişmesi bile daha seviyeli değil mi? Devlet Bahçeli, avaz avaz bağırmayı nutuk atmak sanıyor, Baykal-Erdoğan ikilisi «yedin-yemedin» tartışması yapmayı siyaset!

İyi de bizim kaderimiz mi bu «liderler» ?

Evet, halkımızın eğitim ortalaması ilkokul 4. ya da 5. sınıf seviyesinde belki, ama benim ilkokul 3. sınıfa giden yeğenim bile daha ağırbaşlı, daha terbiyeli, daha duyarlı!

Ne var ki manzara bu işte... İnsanın içi acıyor, içi...

Oysa içimizi acıtan bir başka gerçek daha var! Öyle bir gerçek ki, bu karşılıklı atışmaların yapaylığını, miting meydanlarında birbirine atıp tutanların koşullar gerektirdiğinde nasıl anlaşabildiklerini de gösteriyor!

Aşağıdaki haberin Cumhuriyet'te yayınlanmasının üzerinden yaklaşık iki hafta geçti. Ama haberin güncelliği geçmedi! Çünkü AKP, CHP ve MHP'nin sürdürdüğü yaygaranın ne kadar yapay olduğunun somut bir örneği bu haber… Cumhuriyet haberi, «Meclis ittifakıyla talan…» başlığı altında vermiş. Yalan değil, gerçekten de bir talan var ortada! Şöyle diyor Türkiye'nin en ciddi gazetesi Cumhuriyet'teki haber:
«Seçim öncesi turizmcilere şirin görünme yarışına giren AKP ve CHP'li vekiller, kamu arazilerini işgal etmeyi Türk Ceza Yasası suçu olmaktan çıkaran düzenlemeyi TBMM'den geçirdi. MHP'nin de çekingen muhalefet ettiği yasa ile Boğaz'da kamu arazilerini işgal edenler ve 2B alanlarını işgal edenler haklarındaki davalardan kurtulacak» (Cumhuriyet, 27.2.2009)

Şimdi söyleyin bakalım, ne farkı var bu üçünün?

Biz, örneğin İstanbul'da AKP'ye karşı CHP adayını desteklediğimizde aslında yurtsever bir tutum mu almış olacağız? Söz konusu olan kamu arazilerinin talanı olunca, ne fark var aralarında? Tıpkı milli varlıkların talanı demek olan «özelleştirme» konusunda aralarında hiçbir fark olmadığı gibi…

Sen ister vali, ister hoşmerim ye… Ama sonuçta «kazığı yiyen» hep millet!

Meclisteki partiler değil bunlar, «Üç Silahşörler» !

Athos, Porthos, Aramis…
Kabul edilen yasa mis…
AKP, CHP, MHP…
Meydanlarda yalan üstüne yalan…
Mecliste elbirliğiyle talan…

Ne idi Üç Silahşörler'in o ünlü sloganı:

«Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için…»

Peki, bizim «Üç Silahşörler» in sloganı ne olsun:

Söz konusu olan talansa, farklılıklarımız yalan…

SERDAR ANT
http://acpuk.blogcu.com/uc-silahsorler-serdar-ant/5112692



“TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİNLER”!




“TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİNLER”!

Serdar Ant

Son yıllarda sanal dünyada güncel siyasal konularla ilgili yayın yapan bir internet sitesinde yaklaşık bir hafta önce yayınlanan bir yazıda şunlar söyleniyordu:

“Türk Milleti için tek yol Müdafaa-i Hukuk, tek umut ise 'Kuvva-yı Milliye'dir. Siyasi partiler ile 'Ulusal Kurtuluş' mücadelesi verilmeyeceğini Türk Milleti anlamalıdır. Siyasi partilerin seçim çıkarları, siyasetçilerin şahsi menfaatleri ile tevhid olup, ulusal onurun ve bağımsızlığın önüne geçebilir. En temiz ve sağlam örgütlenme partiler üssü bir oluşumla sağlanabilir ancak; partilerin doktrinleri ve ideolojileri insanları gruplaştırıp ayrıştırabilir. Yüreği Vatan ve Millet sevdasıyla çarpan iki insan, farklı ideolojilerin ve partilerin peşine düşerek yolları ayrılabilir. Bu ayrılığın yaşanmaması için partiler üssü bir oluşum şarttır.”

Bu görüşlerin günümüz Türkiye koşullarında, ülke sorunları için ne derece bir çözüm olacağı tartışmaya açıktır ve ayrı bir yazının konusudur. “Kuvayı Milliye”nedir, ne değildir, 1920’lerin “Müdafaa-i Hukuk” örgütlenmelerinden farkı nedir, günümüzde “partiler üstü örgütlenme” nasıl yaşama geçer, böyle bir girişimin de en sonunda bir partiye dönüşmesi kaçınılmaz değil midir gibi soruları, şimdilik bir yana bırakalım. Benim bu yazı çerçevesinde asıl değinmek istediğim, yazının son cümlesi ve bu cümleyle yapılan çağrıdır:

"Namlu Düşmanın şakağında, vurmayı - ölmeyi emir beklemeyen, tetiğe basacak Hasan Tahsinleri bekliyor..."

Birilerinin “tetiğe basması” için davet çıkaran bir mücadelenin ne tür bir “mücadele”(!) olacağı ortadadır aslında. Böyle bir anlayışın, doğal olarak yasal ve demokratik tüm siyasal mücadele yollarını daha en baştan dışlayacağı ve kötüleyeceği de açıktır. Madem sorunlar tetiğe basmakla çözülecektir, o zaman birilerine çağrı yapmaya ne gerek var? Bu tür bir kışkırtıcılığa soyunanlar, kimi hedef alarak, hangi tetiğe basacaklarsa, buyursunlar bassınlar o zaman… Ama daha ilginç olan ise, böyle bir çağrının kendisini Hasan Tahsin gibi tarihsel bir figürle meşru kılmak istemesidir.

Hasan Tahsin, bizim milli tarihimizde kutsallaştırılmış bir simgedir, kimilerine göre “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım”dır.  1919 Mayıs’ında İzmir’e çıkan işgalci Yunan kuvvetlerine karşı ilk kurşunu sıkan ve bunun üzerine şehit edilen bir kahramandır. Ne var ki Hasan Tahsin’in 15 Mayıs 1919’da gösterdiği bu yiğit duruş, onun öyküsünün sadece son cümlesidir. Hasan Tahsin’i böyle bir çıkış yapmaya mecbur bırakan hatalarla dolu bir “önceki dönem” vardır ki işte burası çoğu kişi tarafından bilinmez, bilenler de görmezden gelmeyi yeğler.

Gerçek adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin hakkında herhangi bir başvuru kaynağında genelde şu tanımın yapıldığını görürsünüz:

“15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'e çıkan Yunan askerine ilk kurşunu sıkarak Türk direnişini başlatan ulusal sembol kişi, yazar ve gazeteci...”

15 Mayıs, Hasan Tahsin’in yaşamının son günüdür. O gün Yunan askerleri tarafından açılan ateş sonucu şehit edilmiş ve tarihe de yaşamının bu son günü yaptıklarıyla geçmiştir. Oysa Hasan Tahsin 1888 doğumludur, yani Atatürk ile aynı dönemin insanıdır. 15 Mayıs 1919 günü şehit edildiğinde 31 yaşında olan Hasan Tahsin’in yaşamının önceki yıllarında yaptıkları onun hiç de Mustafa Kemal’in benimsediği çizgide bir insan olmadığını göstermektedir.

Ama günümüzde kendini “Kemalist-Atatürkçü” olarak tanımlayan birçok kişi, Hasan Tahsin’i bir simge haline getirmekte ve resmi tarih de onu yaşamının bu son günü yaptıklarıyla gelecek kuşaklara tanıtmaktadır. “Kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” gibi yakıştırmalar ise Hasan Tahsin efsanesinin zorlamasıyla yapılan haddini aşan nitelemelerdir. Çünkü Kuvayı Milliye adı altında değerlendirebileceğimiz yerel, silahlı direniş hareketleri, Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atmasından daha önce başlamıştır.  

Mustafa Kemal’in Nutuk’ta “Memleket dâhilinde ve İstanbul’da milli varlığa düşman teşekküller” başlığı adı altında saydığı cemiyetler arasında Sulh ve Selamet Cemiyeti de vardır. (Nutuk, C-1, TTK Yay. Ankara, 1989, s.8)

İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlere güvenme görüşünü savunan biridir ve “Ali Kemal ve Satvet Lütfi gibi İngiliz yanlısı işbirlikçilerin ön ayak olduğu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’ni İzmir’de kurmuştur” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24) 

Ayrıca Nutuk’ta ne “mal” olduğu ortaya konulan Sait Molla’nın da bu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin İdare Meclisi üyesi olduğunu ekleyelim. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, Mütareke Dönemi, Hürriyet Yay. s. 141)

Hasan Tahsin’in İzmir’de çıkarmakta olduğu Hukuk-ı Beşer gazetesinin 1 Aralık 1918 tarihli sayısında Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin programı yayınlanmıştır. Hatta gazetenin adı da 4 Ocak’tan itibaren Sulh ve Selamet olarak değiştirilmiştir. Ertesi gün gazetede yapılan bir açıklamada “Hukuk-ı Beşer’in Prens Sabahattin Bey’e mensup Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin bir yayın organı olduğu ancak doğrudan doğruya Cemiyet’in adını alması gerektiği ve bu nedenle dünden beri Sulh ve Selamet adıyla yayınlandığı” ifade edilmiştir.

Prens Sabahattin’in kim olduğu ve siyasi geçmişi göz önüne alınır ve Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin Mütareke döneminde nasıl bir rol oynadığı hatırlanırsa, Mondros Mütarekesinin hemen ardından ve İzmir’in işgalinden kısa bir süre önce Hasan Tahsin’in nasıl bir politik tutum içinde olduğu daha iyi anlaşılır.  

Bugün millete “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olarak sunulan Hasan Tahsin, 15 Mayıs 1919’da Yunan işgali başlayana kadar tam tersi bir tutum içinde olmuştur. En azından 1919 yılının bahar aylarına kadar durum böyledir. Hasan Tahsin gazetesinde “Bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak gerekir. Ancak bu sayede Anadolu’yu elimizde tutma olanağı vardır” görüşünü savunmuştur. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24)

Hasan Tahsin’e göre İngiltere, Fransa ve Amerika insanlığı ve eşitliği savunan güçlerdir! (Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 139-140)

Hasan Tahsin, en sonunda yanlış bir yolda olduğunu fark edip 15 Mayıs 1919’da Yunan işgalcilerine karşı ilk kurşunu sıkarak belki kahramanca bir duruş sergilemiştir, ama bu tavrı Mondros Mütarekesi sonrasındaki o karanlık dönemdeki hatalı duruşunu yok edemez. İşgalden kısa bir süre öncesine kadar halkı direnişe değil, boyun eğmeye ve beklemeye teşvik eden bir tavır içindedir Hasan Tahsin… En azından başyazarlığını yaptığı gazete, bu amacı güdenlerin sesidir.

Kaldı ki 15 Mayıs’ta atılan o ilk kurşunun da “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olduğu iddiası gerçeklerle ilgisi olmayan bir yakıştırmadır. Bu konudaki diğer bütün iddialar bir yana, Yunanlıların İzmir’i işgale başladığı 15 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Bandırma vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkmıştı bile… Ve Anadolu’ya da Hasan Tahsin’in attığı ilk kurşunun yönlendirmesiyle gitmiyordu. Hasan Tahsin’in İzmir’de “bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak” gerektiğini savunduğu günlerde, Mustafa Kemal İstanbul’da, birkaç ay sonra başlatacağı Anadolu İhtilali’nin planlarını yapmaktaydı.

Kısacası Mustafa Kemal gibi ulusal demokratik devrimcilerle, Hasan Tahsin gibi romantik hayalperestlerin çizgisi bir değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır!

Silahlı mücadeleyi kutsayan, yasadışı yollar ve şiddeti çareymiş gibi gösteren maceracı hareketler bugün Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmaz. Kabzasını kimin tuttuğu belli olmayan bir silahın tetiğine asılarak hiçbir sorun çözülemez. Bu tür kışkırtıcı çağrılar, vatansever bir söylemle meşru kılınmaya çalışılsa bile, bir kaos ve anarşi ortamının yaratılmasına hizmet eder, o kadar… Böyle bir ortamın ise her zaman emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine yaradığını biliyoruz. Türkiye, 1971 ve 1980 darbesine giden süreçte bu kışkırtıcı oyunu iki kere izledi. İster sağcı olsun ister solcu olsun, bu ülkenin yurtsever ve tertemiz evlatları, büyük satrancın bir piyonu gibi kullanıldı, birbirini kırdı. En sonunda o namlunun kime çevrildiğini ve kimleri vurduğunu ise yaşayarak gördük.

Aynı oyun, şimdi bir kere daha mı sahneye konulmaya çalışılıyor?

8.5.2013  

“Keşke Annen Babana o gece, Olmaz başım ağrıyor diyeydi”




“Keşke Annen Babana o gece, Olmaz başım ağrıyor diyeydi”


 Gürbüz Evren,

“Keşke annen babana o gece, olmaz başım ağrıyor diyeydi”
Her seçimin ardından CHP’nin aldığı sonuçlar üzerinden değerlendirme yapmak, akıl vermek, yol göstermek, kavga, Kurultay, Genel Başkan değişikliği beklemek, AKP medyasının köşe yazarlarında gelenek oldu. İşi gücü bırakmış, “Kılıçdaroğlu gitmeli, bu yenilginin ardından o koltukta oturamaz” türünden yazılar döktürüyorlar.

Neymiş efendim, ülke demokrasisi için güçlü bir muhalefet istiyorlarmış. Sen seçimden önce CHP’yi yerden yere vur. Sonuçlar alınınca da, “Akil adam ve Madam” moduna geç. En büyük rakipleri CHP’nin iyiliğini ve seçim kazanmasını isteyecekler, biz de bunu yutacağız.

AKP iktidara gelmeden önce yazmaya başladığım uyarıları, önerileri, çalışma modellerini, aradan geçen 11 yılda hiç bıkmadan devam ettirdim. Daha çok CHP’li okudukça, bunları birbirlerine söyledikçe, kulaktan kulağa yayıldıkça, bir şeyler değişecek diye düşünüyorum.
Olması gereken şudur; Seçimlerin hemen ertesi günü, parti örgütleri toplanır, sonuçları değerlendirir. Eksikler, hatalar masaya yatırılır. Bir sonra ki seçimin stratejisi üzerinde konuşulmaya ve hazırlıklara başlanır. Kısacası, “Gerçek seçim çalışmaları, seçimlerin hemen ertesi günü başlar” ilkesi hayata geçirilir. Parti örgütleri, çaresizliğin, eşi ile tartışmamak için evde durmayan emeklilerin çay içip sohbet ettiği, parti içi dedikoduların yapıldığı ya da seçimlere kadar kapısı kilitli kalan yerler olmaktan çıkarılmalıdır. Örgütler, Parti üyelerinin evine gidip, çay, kahve içip kek yiyip, çekilen fotoğrafları facebook’ta “Çalışmalarımız, ev ziyaretlerimiz tüm hızıyla sürüyor” cümlesi ile paylaşıp, çalışıyormuş gibi gözükmekten kurtulmalıdır. Gençler de sadece bayrak, afiş asan, miting meydanı süsleyen, etkinliklerde oraya buraya koşturulan kitle olarak görülmekten vazgeçmelidir.
Aman yanlış anlaşılmasın. CHP’nin tüm örgütleri böyle demiyorum. Genelde hâkim olan anlayışı sergiliyorum. Yoksa tanıdığım, ziyaret ettiğim birçok parti örgütü var ki, sınırlı olanaklarla, büyük özveri ile her dönem yürekten çalışıyorlar.
CHP örgütleri parti içinde iktidar olmakla yetinenler ile değil, Türkiye’de iktidarı hedefleyen kadrolarla yola devam etmelidir. CHP, tıpkı kurucusu Mustafa Kemal Atatürk gibi Halkın yanına gitmelidir. Ama ne yazık ki halk sadece partinin ismindedir. Halkın büyük bir kesimi Siyasal İslam’ın hâkimiyet alanında kalmıştır. CHP işte bunun için ısrarla halka gitmelidir. Kılıçdaroğlu’nun insanüstü bir gayret ile halka gitmesi yetmez.
Hep yazıyorum, yine hatırlatacağım. Mustafa kemal, cahilliğin, din simsarlığının, işbirlikçiliğin, umutsuzluğun, yokluğun hâkim olduğu dönemde halka gitti. Yılmış, bıkmış, bunalmış, çaresiz ve kaderine razı olmuş halkın yanına Samsun’dan başlayarak her yerde gitti. Ben Çanakkale kahramanıyım, paşayım, şuyum, buyum demeden gitti. Ben söyleyeyim, emredeyim siz yapın demedi. Hep halkın arasında oldu. O Halka, Halk da Mustafa Kemal’e inandı. İşte bunun içindir ki Partinin adını Cumhuriyet Halk Partisi koydu.
Seçimden 1 gün önce gelen bazı mesajlar halkın yanına gitme konusunu bana bir kez daha düşündürdü. “Sevgili CHP üyesi arkadaşım, 30 Mart seçimleri hayati önem taşımaktadır. Sandığa git ve oyunu kullan” şeklindeki mesajları gönderenleri tanımıyorum. Görsem onlara şunu söylerdim, “Eğer CHP’ye üye isem, zaten oy kullanma sorumluluğum vardır. Adı üstünde üyeyim kardeşim üye. Zamanını ve paranı zaten oy verecek üyelere harcamak yerine, AKP’nin hâkimiyetindeki alanlara gidip, 1-2 kişiyi ikna et.” Ama biliyorum ki, bunu diyeceğim kişilerden, yaptığı işin önemini anlatan uzun nutuklar dinlerdim.
Bu seçimlerde de, tıpkı daha öncekilerde olduğu gibi hile, şaibe, usulsüzlükler yaşandı. Bunlar bilinmedik şeyler değil. Ancak bu kez durum çok farklı. CHP’nin onbinlerce oyu hiç edilmek isteniyor. Ama burada bir sorunu da dile getirmekte fayda var. Ankara’da bizzat gidip gördüğüm birçok sandıkta, sayımların yapıldığı ve tutanakların imzalandığı saatlerde CHP yetkilisi yoktu.
Bunu niye anlatıyorum, çünkü birileri “Üye arkadaşım git oyunu kullan” diye mesaj atıyor, ama diğer taraftan oylara sahip çıkılmasında eksiklikler yaşanıyor. Oysa yıllar önce halkın yanına gidecek, AKP’ye bölgeleri dar edecek çalışmayı başlatmış olsaydık, bugün başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok yerde en az 4-5 puan önde seçimleri kazanır, oyların peşine düşmek zorunda kalmazdık.
AKP’nin 22 Mart’taki Ankara mitinginin ardından 24 Mart’ta Keçiören’deki mitingini de izledim. Alandakilerin düşüncelerini öğrenmeye çalışırken, 70 yaşlarında bir teyzenin söylene söylene, kalabalığı arasında geçmeye çalıştığını gördüm. Yanından geçtiği insanlar sinirlenmiş bir halde teyzenin arkasından bakıyordu. Ne söylüyor diye sorduklarımdan, kadın bunamış yanıtını aldım. Alanın dışına çıkıp, bir sokağa sapan yaşlı kadına yetişip, “Teyzeciğim. Ne söylediğini merak ettim” dedim. “Sen de onlardan mısın” diye sorunca, yemin billah ettim. Tamam, sana inandım dercesine yüzüme baktı. Ardından, aklıma her geldiğinde gülmekten katıldığım şu sözleri söyledi; “40 senedir burada otururum. Bu adamı sevmediğimi her yerde söylerim. Miting alanından geçerken kendimi tutamadım, ‘keşke annen babana o gece, olmaz başım ağrıyor diyeydi de, sen olmayaydın’ diye söyleniyordum.”



http://www.cemresetay.com/2014/04/keske-annen-babana-o-gece-olmaz-basm.html


.

16 Nisan 2015 Perşembe

APO'YU TÜRKİYE'YE PAKETLEMELERİNİN NEDENİ ŞİMDİ ANLAŞILDI MI ?




APO'YU TÜRKİYE'YE PAKETLEMELERİNİN NEDENİ ŞİMDİ ANLAŞILDI MI ? 


Terör örgütü lideri Abdullah Öcalan, CIA / MOSSAD tarafından düzenlenen bir operasyonla yakalanıp TÜRKİYE'ye teslim edildikten sonra o dönemin Başbakanı Bülent ECEVİT


Şöyle diyordu : 
- Apo'yu neden verdiler, hâlâ anlayamadım. 
Gerçek sebebi, aslında kimse anlayamamıştı.

Televizyon ekranlarına çıkan 'uzmanlığı' kendinden menkul bazı kişiler, Sam Amca'nın bu teslimat ile 'stratejik ortaklığın' gereğini yerine getirdiğini, iyilik yaptığını ifade etmişlerdi. Aradan, tam 8 yıl geçtikten sonra,'gerçek niyet' yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.

Apo'nun teslimatı, aslında Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ileriye yönelik olarak uygulamaya sokulan planın bir parçasıydı. 

İslam dünyasına karşı başlattıkları yeni Haçlı seferi için, bölgede 'müttefik' olarak Kürtler'i seçen AMERİKA ve 'stratejik ortağı' İSRAİL, bölücü örgütün başındaki kişiye pek fazla güvenmiyorlardı . 
Apo'yu paketleyip TÜRKİYE'ye teslim ederek,Celal Talabani'yi de IRAK'a Cumhurbaşkanı yaparak,Mesut Barzani'nin önünü açtılar. 
PKK'yı da 'dolaylı' yoldan ona bağladılar. 
Terör örgütünün başı artık İmralı'da yatan Apo değil,Irak'ın kuzeyinde 'bağımsızlık' ilan etmek için gün sayan Barzani'dir. 
Peki, AMERİKA ve İSRAİL,neden Barzani ailesi üzerine oynuyor ? 
Çünkü, Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu'nun borçlarını ödeme karşılığında Abdülhamit'ten FİLİSTİN topraklarını istediği dönemde, Kürtçülük fitilini ilk ateşleyen,RUSYA'dan yardım alıp, Ermeni çeteler ile birlikte hareket eden Barzani ailesidir. 
Aslen 'Yahudi' olan Barzani ailesi,'İslam'ı kullanarak bölgede nüfuz sağlamaya çalışıyor. 

IRAK'ın kuzeyinde temelleri atılan fiili oluşum,gerçekte bir 'Yahudi-Kürt' devletidir. 
Kim ne derse dersin, Barzani artık kapısında kuyruk salladığı AMERİKA ve İSRAİL'den aldığı güç sayesinde TÜRKİYE, İRAN ve SURİYE'de bölücü emellerini 'din maskeli 'siyaset' aracılığı ile gerçekleştirmeye çalışan ırkçıların da 'doğrudan işaret aldıkları' bir lider konumuna gelmiştir.

Bu yüzden, bulduğu her fırsatta bölgedeki 50 milyon Kürt'ün varlığından söz edip, TÜRKİYE'deki seçimlere doğrudan müdahale de bulunabiliyor. 
Bu yüzden, TÜRKİYE'ye sürekli meydan okuyup,"Eğer Kerkük'e müdahale ederseniz, biz de DİYARBAKIR'a müdahale ederiz" diye efelenebiliyor. 
Bu yüzden, "Kürtler haklarına kavuşmalıdır. ANKARA,eğer Kürt sorununa çözüm bulmak istiyorsa,benimle masaya oturmalı" çağrısında bulunabiliyor. 
Olup bitenleri hâlâ anlamamakta ısrar eden bazı gafiller ise sürekli şu tezi işleyip duruyorlar :
- Amerika, bir gün nasıl olsa oradan gidecek. 
Hayır, AMERİKA, küresel hakimiyetini devam ettirmek istiyorsa eğer, oradan asla gitmeyecek. 

Bir süre sonra 'terör örgütünü' ve 'TÜRKİYE tehdidini'bahane edip Irak'taki birliklerini kuzeye kaydıracak,orayı operasyonlarında kullanacağı bir 'tabii üs' haline getirecek. 
KERKUK'ü 'düzmece' bir referandum ile kuzeydeki fiili oluşuma bağladıktan sonra, kukla 'Yahudi-Kürt Devleti'nin bağımsızlık ilan etmesi için düğmeye basacak. 
Zaten şimdiden bir 'ekonomik çekim merkezi' haline gelen kukla devlet, Kerkük petrollerinden aldığı pay sayesinde kısa zamanda güçlenecek. Sözde 'anayasasında' yazıldığı gibi, bölgede 'yayılmacı' bir politika izleyerek,TÜRKİYE, İRAN VE SURİYE'de yaşayan Kürtleri toplu isyan için harekete geçirecek. 
'Özerkliğe' kavuşan parçalar, kukla devlet ile birleştirilerek 'Birleşik Kürdistan' kurulacak.Nihayet Nil ve Fırat arasında kalan bölge,'Büyük İsrail' ile birleştirilecek. 
22 ülkenin sınırlarını değiştirmeyi amaçlayan Büyük Ortadoğu Projesi'nin temel hedefi budur.
Bu planı görmemek için kör olmak gerekir. 
Mesele 'Güneydoğu' meselesi değildir. 
Türk milleti, Anadolu'da kalmak istiyorsa eğer,er geç ama bir gün mutlaka Amerika ve İsrail ile nihai hesaplaşmaya girmek zorundadır. 
Barzani, Talabani sadece piyondur. 


Feyzi Yurdagul

http://www.keremdoksat.com/index.php/entry/altin-hesabi-ulkenin-vucudunu-satmaktir

..

Beşinci Kol



Beşinci Kol 





Beşinci Kol / Serdar ANT



Sal Tem 26, 2011 23:51
Beşinci Kol

Bugün İşçi Partisi Genel Başkan Vekili olarak görev yapan Mehmet Bedri Gültekin, 1990’lı yıllarda İşçi Partisi Genel Başkan yardımcısıydı. Mehmet Bedri Gültekin, 18 Haziran 1994 tarihinde, Ankara’da, İşçi Partisi Genel Merkezi’nde bir konferans verdi. Bu konferansta yapılmış konuşmanın metni, İşçi Partisi’nin yayın organı Teori dergisinin Ağustos 1994 tarihli 56. sayısında“Ulusal İnkârcılık Üzerine” başlığıyla yayınlandı.




Gültekin, bu konferansta “Siirt’teki bir Kürt açısından kimdir Mustafa Kemal? Ulusal katliam, Kürtlere katliam yapmış bir insandır. Bu da doğrudur” diyor, “Kürtlerin önemli bir kısmı açısından Şeyh Sait değer verilen bir yere oturtuluyorsa, bizim buna karşı saygılı bir tavır içinde olmamız gereklidir” şeklinde konuşuyordu.

Mehmet Bedri Gültekin, bugüne kadar bu sözlerinden ötürü ne en ufak bir özeleştiri yaptı ne de çıkıp Türk milletinden özür diledi. Buna rağmen, Mehmet Bedri Gültekin’in bu küstah sözlerini eleştirdiğim için kimileri beni İşçi Partisi ve Aydınlık düşmanlığı yapmakla, kin gütmekle suçladılar. “Canım şimdi sırası mı eski defterleri açmanın” diyerek sitem edenler de oldu, aşağılık iftira ve yalanlarla karalayarak susturmaya çalışanlar da…

Peki, amacım gerçekten kin gütmek, birilerine düşmanlık beslemek mi? 1994 yılında ifade edilmiş kimi düşünceleri, 17 yıl sonra neden gündeme getiriyorum? Son seçimde yüzde 0,19 oranında oy alabilmiş, artık kendi tabanında bile inandırıcılığı kalmamış, tükenmiş bir partinin yöneticilerinin uzun yıllar önce söylediklerinin bugün ne anlamı var?
Yukarıdaki soruları doğru bir şekilde yanıtlayıp eski defterleri açma nedeninin anlaşılabilmesi için Mehmet Bedri Gültekin’in 1994 yılındaki o konferansta söylediği bazı başka şeyleri de anımsamak gerekir. Şöyle konuşuyordu İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı:
    “…Biz her iki milletin de ulusal değerlerine saygılıyız. Her iki milletin de ulusal marşını söyleyebilmeliyiz. Bunu aslında 89-90-91’de koşulların elverişli olduğu dönemlerde Güneydoğu’da Sosyalist Parti’nin mitinglerinde ve toplantılarında yapıyorduk. Bir milletin ulusal değerlerine sahip çıkmak, diğerlerini görmezlikten gelmek veya reddetmek, düşmanlık konusu yapmak bizim tutumumuz olamaz. Her iki milletin ulusal değerlerini, ulusal şahsiyetlerini, ulusal sembollerini savunmak durumundayız.

    …Türklerin ulusal değerleri Bayrak, Mustafa Kemal, Marş; bütün bunlar Kürtler için ne ifade ediyor? Bir Türk gibi Türklerin ulusal değerlerini savunmalarını bekleyemeyiz Kürtlerden, beklemek de gerekmiyor, ayrıca doğru da değil. …Biz Kürtlerin ulusal değerlerine saygıyı Türklerin içinde propaganda ederiz, Türklerin ulusal değerlerine saygıyı da Kürtlerin içerisinde propaganda ederiz.
Görüldüğü gibi Gültekin’in iki millet derken kastettiği Kürtler ve Türklerdir! Gültekin, “her iki milletin de ulusal marşını söyleyebilmek” gerektiğini düşünmekte ve “bunu 89-90-91’de koşulların elverişli olduğu dönemlerde Güneydoğu’da Sosyalist Parti’nin mitinglerinde ve toplantılarında” yaptıklarını söylemektedir!

Peki, koşullar elverişli olmadığında ne yapılmaktadır acaba?

Kürtlerin marşını (artık o neyse!) söylemek için koşullar elverişli değilse, o zaman da Türk bayrağı dalgalandırılır herhalde! Örneğin o konferansta konuşan parti yöneticilerinden Ali Kalan, bu konuda söyledikleriyle İşçi Partisi’nin ikiyüzlü tavrını ortaya koymaktan çekinmemiştir:
    “Hedefimiz burjuva ulusal bayrağı ilelebet dalgalandırmak değil, emeğin enternasyonalist bayrağını ülkenin milli bayrağı haline getirmektir. Ama pilavı pişirmek için suyu, yağı, bulguru bir araya getirmek lazım. ‘Pilav yapacağım, pilav yapacağım’ diye bağırarak bu malzemeleri bir araya getiremezsin. Onun için sen sınıf bayrağını istediğin kadar salla dur. Kürt Kürt’ün bayrağının peşine takılmış, Türk’ün emekçileri de Türk’ün bayrağının peşine takılmış gidiyorlarsa sen ancak uzaktan gazel okuyan bir konuma gelirsin. Hedef sınıf bayrağı altında bu halkı toparlamaktır. Biz ne Türk bayrağını ne de Kürt bayrağını bu bizim siyasi bayrağımız diye dalgalandırmıyoruz.
Mehmet Bedri Gültekin “Biz Kürtlerin ulusal değerlerine saygıyı Türklerin içinde propaganda ederiz, Türklerin ulusal değerlerine saygıyı da Kürtlerin içerisinde propaganda ederiz” diyor, ama bu, “ulusal değer” şeklinde tanımlanan kişi ve simgelere gerçek bir saygı olmasa gerek… Çünkü Mehmet Bedri Gültekin, Kürtlerin “ulusal değeri” olarak tanımladığı Şeyh Sait için saygı gösterilmesi gerektiğini öğütlerken, Türklerin ulusal değeri olan Mustafa Kemal için “Kürtlere katliam yapmış biridir, Bu da doğrudur” demekten kaçınmıyor.

Bugün Türkler için “ulusal değer” olarak tanımlanacak kişi ve kavramların neler olduğu bellidir. Gültekin de bunları saymış zaten: “Türklerin ulusal değerleri Bayrak, Mustafa Kemal, Marş…” 

Peki, Kürtlerin ulusal değerleri nelerdir ya da kimlerdir acaba? Kürt bayrağı, Kürt marşı ve Öcalan mı? İşte orası özenle gözlerden saklanıyor!

Bu “ulusal değerlere saygı” lafı, günümüzde topluma bir “kardeşlik” edebiyatı paketiyle sunuluyor.

Örneğin 24 Temmuz tarihli Aydınlık gazetesinin sürmanşeti dikkat çekici:
    “Kardeşlik şimdi lazım”
Aydınlık’a göre “yıllardır İstanbul Zeytinburnu’nda bir arada yaşayan Türk ve Kürt yurttaşlar, 5 gündür sergilenen kışkırtmalarla karşı karşıya getiriliyor. Aydınlık olarak kardeşleri birbirine kırdırma oyununa karşı herkesi birliğe davet ediyoruz.”

Aydınlık’ın bu çağrısına hangi sağduyulu vatandaş “hayır” diyebilir ki? Ama insan, haberin hemen altında, PKK’nın ikinci adamı Murat Karayılan’ın resminin yanında yer alan “Kürtler öz savunma sistemini kursun” sözlerini okuyunca, “Aydınlık’ın sürmanşetindeki “Kürt yurttaşlar” ile Karayılan’ın çağrı yaptığı “Kürtler”farklı mı sanki?” diye düşünmeden edemiyor. Çünkü devletin de milletin de sorunlu olduğu kesim, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı, milletimizin bir parçası olan "Kürtler" değil, Karayılan’ın çağrı yaptığı ve onun çağrısına uyan "Kürtler"… Son seçimlerde, Zeytinburnu'nun da içinde bulunduğu seçim bölgesinde PKK’nın desteklediği adaya oy veren yaklaşık 120 bin Kürt var! Bunlar için acaba hangisi önceliklidir: PKK mı, Kürt olmak mı?

Ya da şöyle soralım: PKK destekçisi ve taraftarı bu “Kürtler” mi bizim kardeşimiz?

Kuşkusuz kardeşlik karşı çıkılacak, eleştirilecek, yadsınacak bir kavram değil. Ne var ki kavramı söylem düzeyinde bırakıp içine doldurmadığımızda pek bir anlamı da olmuyor. Örneğin Mehmet Ali Ağca da bir Türk değil mi? Peki salt Türk olduğu için kutsayacak mıyız Ağca’yı?

Ne Öcalan ne de Ağca… İkisi de benim kardeşim değil!

Aydınlık’a göre kardeşlik kavramının taraflarından biri olan “Kürtler” kimlerdir acaba? PKK’ya karşı çıkan, lanetleyen Kürtler olmasa gerek, zira ne kimsenin onlarla bir sorunu var ne de onların kimseyle… Onlar zaten milletimizin ayrılmaz bir parçası, tasada ve kıvançta, iyi günde de kötü güde de can yoldaşımız…

Ama bugün PKK’ya destek veren, onun amaçlarını benimseyen ve hedeflerine varması için eylemli olarak onu destekleyen Kürtleri de kardeşimiz olarak bağrımıza basabilir miyiz? Bugün PKK= Kürtler diyebilir miyiz gerçekten? PKK ve yasal uzantıları, Türkiye’deki bütün Kürtlerin gerçek temsilcisi mi?

Ya da bir adım daha öteye gidip daha farklı bir perspektiften soralım: Varsayalım ki Türkiye’deki bütün Kürtler, PKK’nın taleplerine sahip çıkarsa, onun amaçlarını benimserse, o zaman PKK’nın varmak istediği hedef meşruiyet kazanacak ve bizler de kardeşlik adına suskun mu kalacağız?

Örneğin 2011 seçimlerinde PKK destekli adayların Hakkâri’de aldıkları oy oranı yüzde 80, Batman’da yüzde 52, Diyarbakır’da yüzde 61, Mardin’de yüzde 61, Şırnak’ta yüzde 73… Bu adaylara oy verenlerin ezici çoğunluğu, hatta hepsi Kürt… 

Peki, bu durumda ne yapacağız? Yıllardan beri emperyalizme maşalık eden, bu yolda Türkiye’yi kana bulayan PKK’yı da “kardeş” ilan ederek bağrımıza mı basacağız? O “Kürt yurttaşlar” soyutlaması içine, terör örgütü PKK’nın adaylarını destekleyenler de girecek mi? Sınırı neye göre çizeceğiz?
Resim
Örneğin Aydınlık gazetesinin 26 Temmuz tarihli sayısının başlığında BDP’nin Zeytinburnu ilçe başkan Nezir Erdemci’nin sözleri var:
    “İstanbul’dan başka gidecek yerim yok”
“Aydınlık, Zeytinburnu’nda yaşanan gelişmeleri yakından takip etti ve kardeşlik çağrılarında bulundu. Çağrımıza ilk ses veren BDP ilçe başkanı Erdemci oldu” deniliyor haberde…

Ne yalan söylemeli BDP Zeytinburnu İlçe Başkanı’nın ağzından bal damlıyor! “Türk, Kürt, Arnavut fark etmez. Bizim çocuklarımız aynı atölyelerde yan yana çalışıyor. Bu çocukları düşünmeliyiz. Bunlar birbirini vurursa ne olacak? Böyle olur mu ya! Bir arada yaşamaya mecburuz” şeklinde konuşan BDP’li ilçe başkanına yıllardan beri kan döken, Türk, Kürt demeden can alan terör örgütü PKK hakkında ne düşündüğünü sorsak, ne yanıt verir acaba?

Tabii Aydınlık muhabiri bu soruyu sormamış!

PKK’nın şehirlerdeki “Askerlik Şubesi” gibi çalışan BDP örgütlerinden hiçbir kimsenin ya da herhangi bir Genel Merkez yöneticisinin, bugüne kadar PKK terörünü kınamadığı, hatta kınamak ne kelime en ufak bir eleştiri bile yapmadığı, hatta alkışlayıp bir tehdit unsuru olarak savunduğu ortadayken, bugün bir BDP yöneticisinin gerçeği yansıtmadığı gün gibi ortada olan sözlerini kardeşlik ambalajıyla paketleyip manşetlerden sunmak acaba hangi amaca hizmet etmektir?

Ne ilginçtir ki BDP Zeytinburnu İlçe Başkanı Nezir Demirci, 2000’e Doğru dergisinin çıktığı dönemde ilgiyle okunduğunu ve tüm devrimcileri ve sosyalistleri birleştirip önünü açtığını da söylüyor! 2000’e Doğru’nun 1990’lı yıllardaki PKK yanlısı, ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğine destek veren yayını anımsanırsa, BDP Zeytinburnu İlçe Başkanı’nın Aydınlık tarafından manşetlere taşınan sözde “kardeşlik” çağrılarının samimiyet derecesi de anlaşılabilir.

Ne var ki Aydınlık’ta bu söyleşinin yer aldığı sayfadaki bir başka haberin başlığı da şöyle:
    “Şehitlerimizi uğurladık”
Haberi, bir şehit cenazesinde tabuta kapanmış feryat figan eden bir anayla bir babanın resmi “süslüyor”! Hemen altında da elinde babasının fotoğrafını tutan 6-7 yaşlarında bir kız çocuğu resmi…

Aydınlık bu işte!

Bir taraftan şehit haberleri yap, diğer taraftan da o askerleri katleden alçakları açıkça destekleyen bir partinin yöneticisinin yalanlarını manşetlere taşı, PKK’lı katilleri “Kürtler” adı altında meşru göstermeye çalış, bunun için de “kardeşlik” lafını ağzına sakız et…

Buna kardeşliği savunmak değil “beşinci kol” çalışması denir!

O şehit tabutlarına kapanan, elinden acı ile feryat etmekten, beddualar savurmaktan başka bir şey gelmeyen çaresiz anaların, babaların yanına gidin ve bu“kardeşlik” laflarını onlara da söyleyin, bakalım ne yanıt alacaksınız?

Her türlü kışkırtmaya, yasaları hiçe sayan her türlü girişime, etnik çatışma yaratmayı amaçlayan her türlü kalleşçe girişime HAYIR! 

Ama “kardeşlik” gibi kavramların çekiciliğinden yararlanarak katili, kurban ile aynı kefeye koyarak aklamaya da HAYIR! 

Serdar ANT26 Temmuz 2011
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
http://www.guncelmeydan.com/pano/besinci-kol-serdar-ant-t28994.html
..