2 Nisan 2015 Perşembe

2011 Seçim Sonuçlarının Analizi, ( HATALARI TEKRARLAMAMAK İÇİN )





2011 Seçim Sonuçlarının Analizi ( HATALARI TEKRARLAMAMAK İÇİN )


Gökçe Fırat



I- AKP’NİN ZAFERİ, CHP’NİN HEZİMETİ
AKP’nin Büyük Zaferi
Türkiye bir seçimi daha demokrasinin ve halk iradesinin değil diktanın, paranın, emperyalizmin, bölücülüğün, gericiliğin galibiyetiyle karşıladı.
Öncelikle tespit edilmesi gereken AKP’nin artık Türkiye’nin mutlak çoğunluğunu ele geçirdiği, halkın büyük çoğunluğunu AKP’li bir yaşama ikna ettiği, yavaş yavaş toplumu dönüştürdüğünü görmektir.
Gerçekten de AKP, daha önceki hiçbir işbirlikçi iktidarın yapamadığını yaparak, tüm muhalefetin birleşiminden bile daha büyük bir parti konumuna gelmiş, bu gücü korumuş ve hep arttırmayı bilmiştir.
Hiçbir şekilde lafı dolandırmayalım, mazeret bulmaya çalışmayalım, bu AKP açısından büyük bir zaferdir.
AKP Ulusalcılıkla Kazandı
Ancak burada AKP’nin nasıl olup da bu kadar büyük bir kitleye ulaşabildiğini ve onların oylarını almayı başarabildiğini anlamak zorundayız.
AKP’nin 2002 yılındaki oy oranı %47’ydi. Kürt Açılımı’nın başladığı, şehit cenazelerinin geldiği, AKP’nin Kürtçülüğe ağırlık verdiği bir dönemde 2009 yılında yerel seçimler yapıldı. Ve bu yerel seçimlerde AKP, büyük bir oy kaybıyla, oylarının tam %9’unu yitirerek %38’e düştü.
Yine bu yerel seçimlerde gerek Baykal’ın CHP’si gerekse Bahçeli’nin MHP’si oylarını arttırmayı başardılar ve pek çok belediyeyi AKP’nin elinden aldılar.
Fakat 2009’dan sonra siyaset kulvar değiştirmeye başladı.
AKP, çok akıllı bir taktikle Kürtçü görünümünü gizlemeye, milliyetçi mesajlar vermeye, Avrupa’ya ve Amerika’ya kafa tutmaya, bayrak, millet, şehit mesajları vermeye başladı.
Ve bu yönelim değişikliği ile birlikte görülmektedir ki AKP %38’e kadar düşen oylarını %50’ye çıkartmayı başarmıştır.
Demek ki milliyetçilik AKP’yi de etkilemiş, yükselen ulusalcı dalgaya direnmek yerine o dalgayı arkasına almayı seçmiştir!
Bu Fethullahçıların müthiş takıyyesidir. Onlar hiçbir zaman yükselen bir dalgayla boğuşmayı seçmezler, onlar hep düzene uyum sağlar ve faydalanmaya çalışırlar. Nitekim bundan 5 sene önce Fethullah Gülen “Ulusalcı dalgayı aşacağız” demecini vermişken, 2009 yerel seçimlerinde bu dalganın altında kalacaklarını görmüş ve rota değiştirmiştir.
Kılıçdaroğlu’nun Büyük Yenilgisi
AKP’liler ve Fethullahçılar bu kadar akıllıca taktik değiştirirken muhalefet ne yapmıştır?
En büyük operasyon CHP’de gerçekleşmiş, CHP’nin ulusalcı lideri Baykal tasfiye edilmiştir. Oysa 2009 yerel seçimlerinde Baykal liderliğindeki CHP kısmi de olsa bir başarı gösterebilmişti. 2007’de %21 olan oy oranı 2009 yılında İl Genel Meclisi’nde %23’e, Belediye Başkanlıklarında ise %25’e çıkmıştı. Kısacası Deniz Baykal CHP’yi %25’lere taşımıştı.
Ancak Kılıçdaroğlu’nun başa getirilmesi ile birlikte CHP neredeyse PKK’nın arka bahçesi haline gelmiştir. CHP içindeki ulusalcıları tasfiye etmiş, tümüyle Kürtçü mesajlar vermeye başlamıştır. Ve tüm basının desteğine rağmen 2009’da %25’te olan CHP oyu ancak %1 artışla %26’ya çıkmıştır.
Kılıçdaroğlu ve onun yandaşlarının yaptığı uyanıklıkla CHP’nin oyu %5 artmamıştır. Eğer Kılıçdaroğlu ve tayfası 2009 yılına dönüp o günkü seçimden sonra verdikleri mesajlara bakacak olurlarsa, o gün CHP’nin oyuna %21’den %25’e taşıdıklarını açıkladıklarını göreceklerdir.
O zaman soralım 2009’da %25 olan oranı 2011’de %26’ya çıkartmak mıdır başarı?
CHP Lideri Kendine Oy Verenleri Enayi Yerine Koyuyor
CHP lideri ve tayfası en başta kendi tabanlarını enayi yerine koymaktadır.
Bir siyasi parti bir seçimde başarısız olabilir, bu gayet doğaldır. Ancak başarısız olan, seçimi kaybeden bir partinin, sanki büyük bir zafer kazanmış gibi açıklama yapması, halkı enayi yerine koymaktır.
Kılıçdaroğlu büyük bir yüzsüzlükle 12 Eylül sonrası CHP’nin oylarının en yüksek seviyeye ulaştığını söylemektedir ki bu büyük bir yalandır, CHP yasaklı iken onun yerine kurulan SHP %35’leri bulmuştu. Gerek SHP gerekse DSP iktidar olmayı başarmıştı.
Türkiye’nin ana muhalefeti ve tek merkez sol partisi kalan CHP’nin bugünkü durumu ise bir başarı değil büyük bir hayal kırıklığıdır.
Kılıçdaroğlu milletvekili sayısını arttıran tek parti biziz açıklaması ile ancak kendisini tatmin edebilir. Ama bu açıklama ile tarihe, Tayyip Erdoğan 3. defa iktidara gelirken masturbasyon yapan tek parti lideri olarak geçecektir.
Kürtçü CHP’ye Kürtler Oy Vermedi
CHP’nin Kürtçülüğü CHP’ye oy kazandırmış mıdır bir de ona bakalım.
CHP liderini Hakkari’de coşkuyla karşılayan o kitleyi hatırlıyoruz. Sonuç ne olmuştur peki?
CHP tüm Güneydoğu’da oylarını düşürmüştür!
Evet Kürtçülük yapan CHP’ye Kürtler oy vermemiştir!
Hakkari’de CHP oyları %3.5’ten %0.9’a, Şırnak’ta %6.7’den %2.4’e, Bitlis’te %8.6’dan %1.7’ye, Mardin’de %6.9’dan %3.6’ya, Diyarbakır’da %2’den %1.9’a, Van’da %4’ten %3.6’ya düşmüştür!
Kürtçü CHP tüm Güneydoğu’da oylarını düşürmüştür!
CHP Belediyeyi Aldığı İlleri Kaybetti
CHP’nin başarısızlığı bununla da kalmamış, 2009 yılında elde ettiği belediyelerdeki illeri de AKP’ye kaybetmiştir.
Antalya, Artvin, Çanakkale, Giresun, Mersin, Sinop ve Zonguldak’ta, yani tam 7 ilde 2009’da 1. parti olan CHP kaybetmiştir.
İzmir gibi bir ilde bile AKP oylarını arttırırken CHP 2009 seçimlerine göre oylarını %10 azaltmıştır!
Kısacası CHP ulusalcılıkla aldığı illeri de kaybetmiştir.
Kimliksiz CHP’ye Halktan Oy Yok
O halde CHP artık ne ulusalcılardan, ne Kürtlerden oy alamamakta, arada derede kalmış bir parti görünümü çizmektedir.
DSP’nin silindiği, Demokrat Parti’nin yok olduğu, aynı kulvarda hiçbir rakibinin olmadığı, diğer muhalefet partisi MHP’nin %3 oy kaybettiği bir ortamda bile, kimliksiz, kişiliksiz bir CHP oy alamamaktadır.
Oysa Baykal’ın CHP’si olsa idi, bu seçimlerde ulusalcı bir kimlikle en az %30 oyu alırdı. Kılıçdaroğlu’nu başa getiren güçler, hem CHP’ye kimlik erezyonu dayatmış hem de onun iktidarsızlığa mahkum bir parti haline gelmesine yol açmışlardır.
Şu anda ulusalcılar açısından, CHP’den kopmak, ulusalcı kimliğe sarılmak bir numaralı görev ve gerekliliktir.
II- SEÇİMİN İKİNCİ MAĞLUBU MHP
MHP’nin Gerileyişi
Bu seçimlerin CHP’den sonra ikinci kaybedeni MHP olmuştur.
MHP’nin 2007 yılında oy oranı 14.3’tü ve bu oranı 2009 yerel seçimlerinde %16.1’e kadar yükseltmişti. MHP, pek çok belediyeyi de alarak, hem sağdan gelen hem de soldan gelen ulusalcı seçmenin yöneldiği bir parti konumuna gelmişti.
CHP’nin tümüyle Kürtçülüğe sarıldığı bir dönemde MHP gerçekten Türk milliyetçiliği ile oy alabilir ve ulusalcı tepkiyi örgütleyebilirdi.
Ancak görüyoruz ki MHP bu seçimde oy oranını 2009’a göre %3 gerileterek %13’e düşürmüştür ki bu 2007 seviyesinin bile altındadır.
Kaldı ki PKK’nın bu kadar güçlendiği ve toplumu rahatsız ettiği bir dönemde MHP, PKK karşıtlığına soyunmamış, bin yılık kardeşlik ile Kürtlerle ittifaka yönelmiştir. MHP, Türk milliyetçiliği yerine ekonomik muhalefeti seçmiş ve AKP’yi yoksulluk edebiyatı ile vurabileceği yanılgısına düşmüştür.
MHP Parti Olma Barajını Geçemedi
MHP şu anda barajı geçebilmiş olmayı bile bir başarı olarak göstermek istemektedir ama kendisine yönelen büyük komplo karşısında teslim olarak zaten en başta kaybetmiştir. Partinin 10 Genel Başkan Yardımcısının 9’unu bir kaset şantajı çetesine teslim ederek, parti ruhunu, dayanışmayı, birlikteliği korumayı başaramamış ve şantajcıların yönlendirdiği bir parti haline gelmiştir.
Şimdi bu partide kim görev üstlenebilir?
Hangi parti yöneticisi kendisini adadığı partinin kendisini bir gün sonra kapı önüne koymayacağını düşünebilir?
MHP, seçim barajını geçmiş ama partililik barajına takılıp kalmıştır. Daha fazla bölünmenin; parçalanmanın, komplonun, şantajın gündeme geleceği bir döneme girilmiştir ve MHP’yi buraya süren güçler MHP’yi un ufak edeceklerdir.
MHP Belediyeleri Kazandığı İlleri Kaybetti
MHP 2009 yerel seçimlerinde Adana, Balıkesir, Bartın, Gümüşhane, Isparta, Karabük, Kastamonu, Manisa, Osmaniye ve Uşak’ta, yani tam 10 ilde 1. parti olmuş ve AKP’yi geçerek belediyeleri kazanmıştı.
2011 seçimlerinde ise bu 10 ilin tümünde birden kaybetmiş ve tüm bu illerde AKP 1. parti olmuştur.
Sadece basit bir kayıp da değildir bu illerdeki.
Örneğin Balıkesir’de MHP’nin oyları %41’den %14’e, Manisa’da %39’dan %17’ye, Uşak’ta %40’tan %16’ya gerilemiştir. Bu sonuçlar ulusalcılığın yükseldiği Batı illerinde MHP’nin hem AKP’ye hem de CHP’ye oy kaybettiğini göstermektedir.
Kaldı ki bu illerde ve diğer illerde de görülmektedir ki CHP seçmeninin MHP’ye yönelmesi gibi bir durum gerçekleşmemiştir. Ulusalcı tabir edilen illerde MHP güç yitirmiştir.
Kürtlerden MHP’ye Oy Yok
MHP’nin Kürt politikasında da sınıfta kaldığı görülmüştür. Tıpkı CHP gibi Kürtlere mesaj verme kaygısına düşen MHP de Kürtlerden oy alamamıştır.
MHP oyları 2007’den 2011’e Diyarbakır’da %2.5’ten %0.8’e, Mardin’de %1.3’ten %0.6’ya, Şırnak’ta %2.9’dan %1.1’e, Hakkari’de %1.8’den %1’e, Van’da %3.2’den %3’e düşmüştür.
Görülmektedir ki Kürtler MHP gibi düşünmemekte, Türklerle bin yıllık kardeş olduklarına inanmamakta ve Türk partisi gördükleri MHP’ye oy vermemektedirler.
MHP Dağılacak
2011 seçim dönemi MHP için bir kabus olmuştur. Seçim sonunda barajı geçmiş olmayı bu nedenle büyük sevinçle karşılamışlardır. Ama MHP’yi daha korkunç kabuslar beklemektedir.
Parti içine atılan kaset bombası ile birlikte, gelen başarısızlıklarla, tabanının sesini dinlemeyerek hatta onu kısmaya çalışarak MHP kendi kendini bitirmeye ilerlemektedir.
2015 yılının seçimlerinde MHP’nin de tıpkı, DYP, DP, ANAP gibi tasfiye olan ve tarihe karışan partilerden biri haline geldiği görülecektir…
III- KÜRT İSTİLASININ SONUÇLARI
%10 baraj BDP’ye yarıyor
2011 seçimlerinin sonuçları 2002’den bu yana parlamentoda temsil edilen PKK’nın bu defa daha da güçlü bir şekilde temsil olanağına kavuştuğunu gösteriyor.
2009 yılında 20 milletvekili bularak Meclis grubu kuran PKK’nın ‘yasal’ partisi BDP bu defa 36 milletvekili elde etti.
2007 seçimlerine kıyasla oylarını sadece %1.5 arttırmasına karşılık milletvekili sayısını %80 arttırmış oldu.
2011 seçim sonuçları BDP’nin %10’luk seçim barajının mağduru değil tersine bunun faydalananı olduğunu göstermektedir.
Güneydoğu’da Durum
PKK açısından Güneydoğu’da ciddi bir hakimiyetin oluştuğu görülmektedir. 2007 genel seçimleri ve 2009 yerel seçimlerinde oluşan hakimiyet artarak devam etmektedir. 2009 seçimlerinde toplamda 2.264.000 olan BDP oyu bu seçimlerde 2.825.000’e ulaşmıştır.
2009 yılında BDP’nin 1. parti olduğu il sayısı 8’di. Bu sayı bu seçimde 7’ye düşmüştür. BDP belediyeyi aldığı Tunceli’de birinciliği CHP’ye, Iğdır’da ise MHP’ye kaptırmıştır. Muş’ta ise AKP’nin yerine bu defa BDP 1. parti olmuştur.
Şanlıurfa, Elazığ, Adıyaman, Malatya, Bitlis, Siirt, Ağrı, Bingöl gibi komşu illerde ise BDP hâlâ üstünlük kuramamış durumdadır.
2009 seçimlerine kıyasladığımızda BDP’nin oyları hâlâ 2009 seviyesindedir ve pek bir artış sağlayamamıştır. Anlaşıldığı kadarıyla BDP’nin bu bölgedeki oy oranı bir doygunluk seviyesine ulaşmıştır.
AKP açısından baktığımızda ise ilk defa açıkça PKK karşıtı bir söylemle Güneydoğu’da kendi tabanını korumayı başarmıştır.
Devlet Olanağı İle Büyüyen Terör Örgütü
Güneydoğu açısından bakıldığında 2004 yılında belediyelerin PKK tarafından kazanılmış olmasının yarattığı sonuçları yaşamaktayız. Eğer 2004 yılında bu belediyeleri PKK değil de AKP almış olsaydı şu anda farklı bir Güneydoğu olacaktı karşımızda.
Belediyeler KCK davasında da görüldüğü gibi PKK’nın şehir örgütlenmesine dönüşmüş, terörü hem finanse etmiş hem desteklemiş, teröristler için hem bir sığınma yeri hem bir güvenlik kalkanı olmuştur. Üstelik “yerel iktidar’ algısı bölgedeki insanları PKK’ya daha bağlı yapmıştır. Çünkü PKK’ya bir güç sağlamıştır.
2007 seçimlerinde mecliste kurulan grup ile birlikte PKK’nın gücü daha da artmış ve kendi tabanına güven aşılamıştır.
Hele hele Habur’dan teröristlerin girişi ile birlikte PKK’nın artık “eş devlet” olduğu algısı yaratılmıştır.
Tüm bunlarla birlikte devletin Apo ile görüşmesi, terör eylemlerinin suç olmaktan çıkartılması ve terörle mücadele eden Ordu mensuplarının hapse atılması, PKK tabanında “bu iş olacak” umudunu arttırmıştır.
PKK, devletin ve iktidarın ona sunduğu bu sonsuz olanaklar sayesinde büyümüştür. Ama şu da görülmelidir ki teröre tanınan tüm bu olanaklara rağmen yine de Güneydoğu çapında bile çoğunluk elde edememiştir.
Kürt İstilasının Sonuçları
Seçimlerde dikkati çeken bir diğer nokta ise BDP’nin ilk defa Güneydoğu dışından bu kadar milletvekili çıkartmış olmasıdır.
İstanbul’da 3, Mersin’de 1, Adana’da 1 milletvekili çıkartmışlardır. Bu bölgelerin hepsinde BDP’nin oy oranı ve sayısı artmıştır. Bu duruma İzmir gibi oyların artığı ama hâlâ milletvekili çıkartmaya yetmediği bir şehrimizi de dahil edebiliriz.
Bu tablodan çıkan, özellikle büyük şehirleri hedef alan Kürt istilasının artık sonuç alacak aşamaya gelmiş olmasıdır.
Bir sonraki seçim döneminde Kürtlerin kıyı şeridine göç ettirilmesi politikası sürerse İzmir’de de PKK milletvekili çıkartacak nüfusa erişecektir.
Kaldı ki pek çok kıyı şeridi şehri de şimdiden bu tehdit alanına girmiş bulunmaktadır.
IV- İKİ PARTİLİ SİSTEME DOĞRU
Küçük Partiler Daha Da Küçülüyor
2011 seçim sonuçlarını genel bir analize tabi tuttuğumuzda çok çarpıcı bazı sonuçlara ulaşırız.
AKP, CHP, MHP ve BDP’yi ilk dört parti olarak ele aldığımızda bu partilerin dışında kalan tüm partilerin Türkiye’deki tüm oylarının toplamının %5’e bile erişmediğini görüyoruz. Oysa bu oran 2007 seçimlerinde %13, 2002 seçimlerinde ise %37’ydi. 2009 yerel seçimlerinde ise %16’ydı.
Görülmektedir ki seçmen oyları büyük partilerde toplanmakta küçük partiler ise ya daha da küçülmekte ya da hepten yok olmaktadır.
Çok seslilik propagandasının bu kadar yapıldığı bir dönem aslında aynı zamanda tek sesli bir Türkiye’ye gidildiği bir dönem olmuştur. Seçmen güçlü görülen partilere yönlendirilmiş, çok sesliliğin imkanları ortadan kaldırılmıştır.
Bunun ötesinde ana muhalefetin oyları son 9 senedir hemen hemen aynı oranlarda seyretmektedir. MHP ise güçlenen değil zayıflayan bir partidir.
Böyle bir tablo çok açık bir şekilde Amerikan tarzı iki partili sisteme gidişin habercisidir. Türkiye’ye biçilen rol bundan sonraki dönem için MHP’nin tabanının AKP ve CHP arasında bölüneceği, iki büyük parti olarak AKP ve CHP’nin kalacağı bir parlamenter düzendir.
Ulusalcı Dalga Dindi
Bir diğer sonuç ise çok daha önemli sonuçlara gebedir. Türkiye özellikle 2005’ten bu yana ulusalcı bir dalgaya tanık olmuştur. Ulusalcı dalga ile birlikte siyaset sahnesinin dengesini değiştirebilecek bir dinamik devreye girmiştir.
Ancak özellikle Ergenekon süreci ile birlikte bu dinamiğin önlenmesi için büyük bir savaş açılmıştır. Ve son 5 yıllık Ergenekon süreci sonrası görülmektedir ki ulusalcı dalga dinmiştir. Bu secim sonuçlarında ulusalcı diyebileceğimiz Ulusal Parti’nin bağımsız adayları, HEPAR, DSP ve Cumhuriyet Güç Birliği adaylarının toplamı ancak %1’i bulmaktadır.
Buradan çıkacak sonucu korkmadan dillendirmeliyiz. Ulusalcı taban küçük gördüğü ulusalcı parti ya da adaylara yönelmekten çekinmiştir. Oylar bölünmesin propagandasının bunda payı elbette büyüktür. Ama bir taraftan da ulusalcı dinamik taban erimekte ve diğer partilere karışmaktadır.
Bunun dışında Ergenekon süreci ile birlikte yükselen bir korkunun olduğunu da görmeliyiz. Bu korku da insanları ulusalcı küçük partilerde örgütlenmekten alıkoymaktadır.
Ve daha da önemlisi, AKP’nin ulusalcı dalgaya karşı Kürtçü bir politika izlediği dönemin koşulları artık yoktur. AKP’nin ulusalcı mesajları, ulusalcı hassasiyetleri köreltmiş, tepkiyi dindirmiş hatta belli ölçülerde AKP’ye bile yönelim sağlamıştır. En azından AKP, kendi tabanındaki Kürtçülük rahatsızlığını ortadan kaldırabilmiştir.
Böylesi bir toplumsal koşullar altında, ulusalcılığın bu seçimlerde büyük bir başarı kazanma şansı da kalmamıştı.
Ulusalcılığı Tek Çatıda Birleştirmek
Peki tüm bu etkenleri alt alta sıraladığımızda ne sonuca varmalıyız?
Birinci sonuç, AKP iktidarının bir süre daha gücünü koruyacağını görmeliyiz.
İkinci sonuç, ulusalcı örgütlenme çabalarının bir süre daha düşük seviyede destek bulacağını bilmeliyiz.
Üçüncü sonuç, ulusalcı taleplerin bir partiye toplanmasının mutlaka ama mutlaka sağlanması gerekmektedir. CHP ve MHP’den bağımsız güçlü bir ulusalcı parti oluşturulmadan, ulusalcı oylar hep sağa sola kaçacaktır.
Bu nedenle önümüzdeki dönem tüm ulusalcı güçlerin bir araya gelmesi için çalışmak son derece önem kazanmıştır.
Şu anda en düşük seviyesinde bile %1 olan ulusalcı taban tek bir çatı altında toplandığı zaman psikolojik eşik aşılacak ve ulusalcı büyüme evresine girilebilecektir.
Doğu Perinçek’in İpiyle Seçime Girenler
Ulusalcı kesim açısından bu seçimlerde denenen bazı parti ve adayları da incelememize katalım.
Öncelikle Cumhuriyet Güçbirliği adayları tam anlamıyla bir fiyasko yaşamışlardır.
İzmir’de Doğu Perinçek, kendi yardımcısından az oy almıştır!
İşçi Partisi’nin tüm imkanlarını seferber etmesine karşın görülmüştür ki Doğu Perinçek isminin olduğu yere halk oy vermemektedir. Eminiz ki bu durumu İşçi Partisi’nin tabanı da çok net görmektedir.
Ama çok daha önemlisi Doğu Perinçek’in bazı değerli komutanlarımızı da bu seçimlere sokarak kendi emellerine alet etmesidir.
İlk aşamada Doğu Perinçek Ordu ile temasa geçmiş ve tüm temasa geçtiklerini tutuklatmıştır.
Şimdi ise tutuklattığı komutanları seçime sokarak, yenilen, halk tarafından istenmeyen askerler konumuna düşürmüştür.
Benzer bir durum Tuncay Özkan için de geçerlidir. Ergenekon’da gazeteci kimliği ile yargılanırken siyasetçi olarak seçme girmiş ve kazanamamıştır.
Ergenekon sanıkları için daha kötü bir dönem başlayacaktır. Çünkü artık mazlum değil halk tarafından istenmeyen insanlar konumuna düşürüleceklerdir.
Bu da Doğu Perinçek’in bu insanlara yaptığı en büyük kötülüktür.
HEPAR ve DSP
HEPAR ve DSP açısından ise bir özeleştiri yapmanın zamanıdır.
Ulusal Parti tarafından bu partilere ve başka bazı partilere bir Muhalif Cephe çağrısı yapılmıştı. Çünkü Ulusal Parti sürecin ulusalcı güçler açısından daha kötüye gideceğini öngörmüştü.
Ancak bu partiler bizleri dinlemeyerek, dahası kendi tabanlarını dinlemeyerek, tek başlarına seçime girdiler ve sonuç kendileri açısından ciddi bir bozgun oldu.
Oysa en azından HEPAR, DSP ve Ulusal Parti’nin yapacağı bir ittifakla bile %1 oy garantiydi. Kaldı ki birleşmenin yaratacağı akıl, para, propaganda imkanının bu seviyeyi çok daha yukarı çekeceği de ortadadır.
Ancak bu şans, bu partilerin liderliği tarafından değerlendirilmemiştir. Takdir bu partilere gönül verenlerindir. Elbette tüm ulusalcılar kendi akılları ve vicdanları ile değerlendirme yapacaklar ve nerede yanlış yapıldığını tespit edeceklerdir.
V- GÜÇLÜ ULUSAL PARTİ GÜÇLÜ TÜRKİYE
Ulusal Parti Başarılı mı?
Ulusal Parti’nin rolü burada devreye girmektedir. Ulusal Parti, ulusalcı tabanın tüm taleplerini eksiksiz bir şekilde programına almıştır. Bunun dışında ulusalcılığın uzun vadede erişeceği teoriyi şimdiden dillendirmektedir.
Amerika’nın iki partili sistemi bir noktada doğru bir tespittir ancak bölünme aşamasına getirilen Türkiye’de gerçek saflaşma başka olacaktır: Türkiye siyasal zemini bir tarafta Türklerin partisi diğer tarafta ise Kürtlerin partisi olarak ikiye bölünecektir.
Bu bölünmenin bir kutbu şimdiden oluşmuş ve PKK bu tabanı örgütlemiştir.
Ancak Türklerin partisi ortada hâlâ yoktur. Türklerin oyları pek çok partiye bölünmekte ve %6’lik bir Kürt oyuna boyun eğilmektedir. Şu anda Türkiye’de %6’lık bir Kürt partisi, %94’ü temsil eden diğer partilere kendi taleplerini dayatmaktadır. Çok açık bir şekilde azınlık diktasıdır kurulan.
Peki bu nereye kadar böyle devam edebilir?
2013 yılında Türkiye’de belediye seçimleri yapılacaktır. 2013 yılına kadar BDP, Kürt bölücülüğünün taleplerini Meclis’te çok daha aşırı bir biçimde dile getirecektir.
2013-2015 arası dönem Amerika’nın İran operasyonunun başlayacağı bir dönemdir.
Dolayısıyla hem Amerika’nın hem Türkiye’nin takviminin çakışacağı bir dönem yaklaşmaktadır.
Bu döneme kadar Türk seçmen de tıpkı Kürt seçmen gibi düşünmeye başlayacaktır. Kürtler nasıl ki ideolojik değil etnik bir tercih yapmayı öğrendilerse Türkler de aynı etnik tercihe yöneleceklerdir.
Kardeşlik masalları ile uyutulan Türk seçmen henüz bu tavır aşamasına ulaşamamıştır. Ulusal Parti’nin desteklediği ulusalcı adaylar, doğrudan Türklük vurgusu ile bir seçim kampanyası yürütmüşlerdir. Türkiye ilk defa bu sloganları duymuştur.
Sonuç sandığa yansımasa bile gördüğümüz Türk seçmenin bu sloganları ve talepleri onayladığı ve desteklediğidir.
Gerçekten de Türk-Kürt çelişmesinin belirginleştiği dört ilde de Türk seçmenin çok büyük bir sevgi ve saygısıyla karşılaşmış bulunuyoruz.
Program halk tarafından onaylanmıştır ancak bu programın uygulanması için henüz halk Ulusal Parti adaylarına oy verecek seviyede değildir.
Buradan bir sonuç çıkartmalıyız, demek ki AKP’nin vadesi henüz dolmadı ve bizim zamanımız henüz gelmedi.
Ulusal Parti’nin Desteklediği Adaylar Ne Kadar Oy Almıştır?
Resmi rakamlar henüz açıklanmamıştır ama partimiz İstanbul’da oylarımızın çalındığını tespit etmiş ve YSK’ya itirazını yapmıştır. İstanbul 3. bölgede, kendi adayımızın akrabalarının, parti yöneticilerinin oy kullandığı sandıklardaki oylarımız bile ya geçersiz sayılmış ya da diğer bağımsız adaya yazılmıştır.
Kaldı ki ilk gün açıklanan PKK adaylarının oyları ikinci gün birden artmış, her ilde 10 ile 20 bin oy arası bir oy PKK adayına eklenmiştir.
Partimizin sandık sonuçlarını değerlendirdiğinde aldığı oy Balıkesir’de 2.500, İzmir’de, 4.500, İstanbul’da, 6.000, Mersin’de 2.500 civarındadır.
Toplam 5.5 milyon seçmenden alabildiğimiz oy şimdilik 15.500 civarındadır ve bu da binde 3-4 seviyesindedir.
Bir bu kadar oyumuzun da sandıklarda sayılmadığını hesaba katarsak 30 bin civarı bir oyumuz var diyebiliriz.
Bu oylarımız oranında bir oyu tüm Türkiye’ye yayacak olursak Ulusal Parti’ye hali hazırda oy verecek bir 300 bin insan olduğunu görürüz.
Bu oy Ulusal Parti için yeterli değildir ve bir başarı olarak göremeyiz. En azından %1’leri geçmek, oylarımızı en az 2 kat arttırmak gerekmektedir.
Elbette seçimlere parti olarak girmemenin, bağımsız adaylara oy vermenin güçlüğünün, seçimlere ayrılan bütçenin ve imkanın olumsuzluklarını bir kenara bırakarak bu yorumu yapıyoruz.
Güçlü Ulusal Parti Güçlü Türkiye!
Ancak buradan çıkartacağımız sonuç da ortadadır, daha örgütlü, daha güçlü, maddi imkanları daha güçlü bir parti yaratmak zorundayız.
Bu amaçla parti bir güçlenme programı ortaya koyacak ve bunu uygulamaya başlayacaktır.
Güçlü Ulusal Parti Güçlü Türkiye gelecek dönemin ana sloganıdır.
Doğru programı bulan partimiz güçlenecek, koşullar olgunlaşacak, Türk milleti uyanmaya başlayacak ve partimiz ulusalcı tabanıyla buluşacaktır.
Gelecek Türklerindir.
Ve biliyoruz ki Türk’ün Partisi olmayı kendi kimliği olarak belirleyen tek parti de Ulusal Parti’dir!
O halde Türklerin kendi partisi ile seçime gireceği bir Türkiye’de sonuç bambaşka olacaktır!

http://www.turksolu.com.tr/ileri/49/firat249.htm

..

Ulusal Savaşım

Ulusal Savaşım,



Yekta Güngör Özden


Yeni yüzyıl, önceki yüzyıldan kalan ulusal ve uluslar arası sorunlarla birlikte kendi çağının sorunlarıyla boğuşmaktadır. İnsanlığın karşı karşıya olduğu güçlüklerin başında açlık, hastalık, savaş ve doğa yıkımları gelirken siyasal bağlamdaki olumsuzlarla haksızlıklar, inanç ve soy ayrılıklarından kaynaklanan karşıtlıklar, varlığını sürdürme çabaları hemen ikinci sırayı almakta, kimi zaman boyutu ve kapsamı nedeniyle öne çıkmaktadır. Geçen yüzyılın başlarındaki Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarını izleyen Birinci Dünya Savaşı daha çok milliyetçi akımların, emperyalist açılımların sonucu olarak yıkıma dönüşmüş, siyasal doyumsuzlukların sonucu sayılan İkinci Dünya Savaşı da bir tür kıyım niteliğiyle dünyayı sarsmıştır. 

   İnsan hakları ve demokrasi özleminin birleştirdiği güçlü devletlerin öncülüğünde kurulan Birleşmiş Milletler, soğuk savaşı önlemeye çalışmışsa da beklenen ortam sağlanamamış, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin dağılmasından sonra bağımsızlık uğraşları ağırlık kazanınca kutuplaşmanın sona erdiği sanılarak ekonomik atılımlara öncelik verilmiştir. Karmaşık siyasal oluşumların kendi amaçlarına uygun düzen oluşturma girişimleri, Avrupa Birliği'ne uzanan ortaklık ve uyum çalışmaları kimi sorunları çözümlemişse de kimi yeni sorunların doğmasına da kaynak olmuştur. Özellikle bölgecilik ve din bağı, birleştirici olduğu ölçüde ayrımcı da olmuştur. Avrupa Anayasası'nın hıristiyan dinine dayandırılması önerileri sonuca bağlanmış değildir. ABD'nin diktatörlük kıyımlarını ve kitle imha silâhlarını bahane ederek Irak'ı işgali, kuzeyde kürt devletini oluşturması, Türkiye'yi bölmeye çalışan terör örgütüne destek vermesi, İsrail yandaşlığıyla özürlü Filistin ikilemi, Büyük Ortadoğu Projesi dayatmaları, Afganistan uygulamaları, dost göründüğü ve stratejik ortak saydığı Türkiye'yi oyalaması yetmiyormuş gibi sözde ermeni soykırımı tasarılarını tehdit aracı gibi kullanması, çok kimsenin olasılık vermediği Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı kazanarak mucize yaratmış Türklerin, Atatürk ilkeleri temelinde gerçekleştirilmiş Türk Devrimi ile edindiği düzeyi yitirmeme özenini bir yaşam andı bilerek korumasının anlam ve önemini doğrulamaktadır. Bu anlayış bir yaşam ilkesi değeriyle sıcaklığını ödünsüz sürdürecektir. Bağımsız yaşamanın onur ve erdemini yansıtan soylu bir düşünce, güçlü bir duygu tümlüğünü anlatmaktadır.

Teokratik monarşinin bozukluklarını, kötülüklerini yüzyıllarca dayatmış, yabancılarla işbirliğini başarı saymış, yayılmacı ve sömürgeci dış güçlerin topraklarına yerleşmesine ses çıkarmamak bir yana bu durumu kurtuluş biçiminde önererek halkını aldatıp Ulusal Kurtuluş Savaşı'na karşı çıkmış hanedan-hilâfet karanlığını yaşamış bir ulusun haklarına sahip çıkarak bağımsızlığını, özgürlüğünü, ulusal egemenliğini kazanıp aydınlanma gönencine kavuşması örnek bir insanlık gerçeğidir. Bunu unutarak yitirme olasılıklarını gözardı etmek olanaksızdır. Batılıların silâhla alamadıklarını siyasal ve ekonomik baskılar ve oyunlarla alma çabalarının aracı durumuna düşen kimi sapkınlar türemiş, bilgiçlik taslayan, kitap okumaktan söz eden kimi karşıdevrimciler Atatürk'ü, ilkelerini, dönemini karalayan gerçekdışı anlatımlar, insanlık ve terbiye dışı yaklaşımlarla saldırılarını artırarak cumhuriyetle amaçlanan demokratik yapıyı yıkmaya uğraşmaktadır. Özellikle 1950 sonrasının çoğunluk diktası kalkışmalarının ürünleri ve ardılları, kendi kusurlarını, kötü siyasetçilerin kötü yönetimlerinin sonuçlarını Atatürk ilkelerine ve gerçek Atatürkçülere yükleyerek Türkiye Cumhuriyeti ile Atatürk'ün birbirinden ayrılması olanaksız ve düşünülemez özdeşleşmesini koparıp yıkmak istemektedir. Yurttaşlık bağı yerine din bağını öne geçiren şeriatçı-köktendinci-yeni ümmetçilerle din ekseninde Türk-İslâm senteziyle ırkçılığa kayan sözde milliyetçiler, tarihsel örnekleri, gerçekleri, Türk Ulusu'nun karakterini ve yapısını unutup kendi kıt akıllarının doğrultusunda sonuç almaya yeltenmektedir. Gerçek milliyetçiliği, çağdaş milliyetçiliği en uygun biçimde yansıtan Atatürk milliyetçiliğinin, soyunun özgün değerlerine, iyi geleneklerine, bağımsız yaşama ülküsüne sımsıkı bağlı kalarak dostluk, karşılıklı saygı ve güvenle barış içinde yaşama istenci olduğu, başka uluslara da böyle bakan bir anlayış olduğu bilinmelidir. Milliyetçilik tutuculuk, üstünlük, soyutlanma ve saldırganlık değildir. Bağımsızlık, özü ve temel öğesidir. Elbet, tam bağımsızlık!
Günümüzde büyük kesimiyle terör aygıtı durumuna gelmiş medya; kimi üniversitelerin koruyuculuğunu ve destekçiliğini yaptığı karşı devrimciler; siyasal iktidarın lâik cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığıyla yoğun kadrolaşması; Atatürk'ün "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir" sözündeki anlamın güzelliğini kavrayamamış kimi ayrılıkçı, bölücü, yıkıcılar; değişik alanlarda ve katlarda Atatürkçülükle, cumhuriyetçilikle, milliyetçilikle, yurtseverlikle, insanlıkla, dindarlıkla asla bağdaşmayan sakıncalı tutum ve davranışlar içindeki çıkarcılar, aymazlar, sapkınlar; bunlara dayanan, bunlardan yararlanan, bunları kullanan yabancılar, Kurtuluş ve Kuruluş yüceliğini karartan iç ve dış düşmanlardır. Amaçları Türkiye Cumhuriyeti'ni anayasal niteliklerinden yoksun kılıp uydu durumuna düşürmek, ulusal ilkelerin dışında ve onlara aldırmadan kendi inanç ve etnik güdüleriyle yaşamaktır. Bu yıkım oyununa tüm gücüyle karşı çıkarak ulusal varlığını özgün nitelikleriyle korumak, ulusal bağımsızlığını sonsuza değin sürdürmek, çağdaşlığın ve uygarlığın olanaklarıyla donanıp özgür, mutlu yaşamak ve yaşatmak kendini bu ulusun, bu toprakların insanı bilen, bu değerlere yaraşır olan herkesin borcu ve görevidir. Bu nedenle Ulusal Savaşım (Millî Mücadele) sürmektedir, sürmelidir, sürecektir. Bu soylu savaşımı gölgeleyen, hepsi en çağdaş Atatürk ilkelerinin dışına çıkarak, bu anlamlı ilkeleri yozlaştırarak sakıncalı amaçlar güden, Atatürk'ün gösterdiği yönden, çizdiği yoldan ayrılan karışık ve karanlık kişilerin uğraşı kargaşa ve bozgunculuktur. Sapmadır, sapkınlıktır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı başarıya ulaştıran ulusal savaşım, müdafaa-i hukuk ruhu ve kuva-yı milliye ateşiyle yoğrulmuş bir istençtir. Gününün tüm olumsuz koşullarına, ortamın elverişsizliğine, olanakların yoksunluğuna, yönetimin işbirlikçiliğine, idam fetvasının ihanetlere ve isyanlara karşın zaferle sonuçlanması, ölüm-kalım olgusunun "yoktan varetme"ye dönüşmesi insanlık için umut ışığı sayılmıştır. Tutsak uluslar için en belirgin örnek oluşturmuştur. Dincilerle sarmaş dolaş eski faşistlerle yeni liberal sözde demokratların kötülemeye çalıştığı dönem, altın kuşağın yarattığı en görkemli dönemdir. Kimilerinin açık karşıtlığını, kişisel kusurlarını, zamanın kaçınılması güç ekonomik buhranıyla savaş kıvılcımlarını, Osmanlı bağımlılarının engellemelerini, köktendincilerin karıştırıcılıklarını gözardı edip suçlamak tam bir bağnazlıktır. Serbest Fırka'nın kendini kapatmasını bile sapkınca yorumlar, gerçekdışı anlatımlarla "irtica" nedeninden soyutlamaya çalışanlar tarihi karartmaktadırlar. Bugünün olumsuzluklarını bırakıp kuruluş dönemini lekelemeye uğraşmak düşüklüğün ne ölçülere vardığını ortaya koymaktadır. Atatürk'ün Büyük Söylevi'ndeki gerçekleri tersine çevirmek, "resmî ideoloji" nitelemesiyle katılmadıkları doğallığı ve uygunluğu suçlamak, sözde demokrat ve sözde araştırmacının bilinen tutarsızlığıdır.
Siyasal amaçlı oyunlar, özellikle iktidarlar desteğindeki karşıtlıklar, kalkışmalar, tehlikenin gülünüp geçilmesine engeldir. Demokrat Parti Genel Başkanı Adnan Menderes de Vicdan ve Toplanma Hürriyetini Koruma Yayası (6187 no.lu) için yaptığı konuşmada "Bu memlekette elbette mürteci vardır. Halifeliği canlandırmak, saltanatı geri getirmek hülya ve tasavvurları hâlâ birtakım hayalperestlerin kafalarında kavak yelleri gibi esmektedir" diyerek yasalaşmayı sağlamış ama 29.11.1955 günlü Demokrat Parti TBMM Grubu toplantısında "Şahsım adına ve kendim için sizden itimat oyu istiyorum. Benim sizin karşınızda diktatör olmama ihtimal var mıdır? Siz grup olarak her şeye kadirsiniz. İsterseniz hilâfeti bile getirebilirsiniz!" sözleriyle kötü bir çığır açmıştır. Bugün, Genelkurmay Başkanı'nın Washington'daki Türklerle yaptığı görüşmede geçen ".rüyâlarını kâbusa çevirmek" sözü, önceki bölümleriyle önemsenmeli ama bunun silâhlı kuvvetlerimizin bir Atatürk Ocağı olarak yalnız başına değil ulusla bütünleşerek ulusal savaşım biçiminde gerçekleşebileceği unutulmamalıdır.
Ulusal savaşım, savaşla sınırlı değildir. Onu da içeren bir kapsamı vardır. Savaş sonrasının sorunlarının çözümünde de aynı istenç, yaratıcı gücün kaynağıdır. Ulusal Kurtuluş Savaşı'ndan sonra siyasal ve ekonomik savaşların süreceği sözüyle 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi'ndeki açıklamaları Atatürk'ün çağdaş gelişmeleri ulusal birlikle edinme özenini kanıtlamaktadır. Lozan Barış Antlaşması görüşmeleri de bir savaşımdır. Siyasal bağlamda bir kurtuluş savaşıdır. Cumhuriyetle birlikte başlayan aydınlanma ve uygarlık atılımları, birbirini izleyen devrimler, anlayıştan kurallara, ilkelerden kurumlara uzanan bir çağdaşlaşma savaşımıdır. Hukuksallık, ekonomik güç kazanma savaşımı günümüzde de sürmektedir. Lâik Atatürk Cumhuriyeti'ne yönelen karşıtlıkları önleyip giderecek bağımsızlık ve özgürlük savaşımı, gerçek demokrasi savaşımı iç ve dış dayatmalara karşı sürecektir. Bu savaşımların korumaya çalıştığı değerler ve ulusal yapımız, varlığımızın özeti ve simgesidir. Sonuç alacak güç, insanlık ve yurttaşlık yükümlülüklerinin bilincinde gerçek yurtseverlik, gerçek Atatürkçülük, gerçek milliyetçilik, gerçek demokratlık, gerçek hukuka bağlılık, gerçek saygı, sevgi ve güvenle, ödünsüz devrimcilikle yaşama geçer. Özveri, çalışkanlık, ahlâk, inanç, istek ve birliktelik savaşımın koşuludur. Dayanışmadan yoksun, birbirine karşı barış yerine kavgayı yeğleyen insanlarla savaşım da, savaş da yitirilir. Yıpratma ve yıkma çabaları bu nedenle birbirine eklenmektedir.
Avrupa Birliği'nin dayatmaları, ABD'nin baskıları, yeni projeleri, uygulamaları, oyalama-aldatma ve tüm askerî ve siyasal oyunları, dost bildiğimiz kimi ülkelerin tutumları, kimi komşularımızın yaklaşım bozuklukları, iktidarın amaçladığı düzen, eğitimden ekonomiye, özelleştirmeden petrole, kimlik tartışmalarından inanç sömürüsüne değin tüm olumsuzlukları, suskunluk, tepkisizlik, yazgıcılık, çıkarcılık, şakşakçılık. her şey gözetilmeli, Atatürk'ün kutsal armağanı ve emaneti Türkiye Cumhuriyeti her zaman, her koşulda, her durumda korunmalı, daha güçlü ve daha iyi kılınması için ulusal savaşım sürdürülmelidir. Sorumluluk onurdur. Tembellikle, çıkar gözeterek, kimi beklentiler ve partizanlıkla "adamlık" niteliklerini yitirenler hiçbir savaşım veremezler. Yürekleri yetmez, beyinleri çalışmaz. Türkiye sevgisi, ulus saygısı, ilkeli ve tutarlı davranma özeni, insanlık duyarlığı, kimlik ve kişilik anlayışımız ulusal savaşım ateşimizdir. İlerici ve demokrat görünmek özentisiyle, gösterilerle, büyüklenme ve yaranma çabalarıyla, aşağılık duygularıyla varlık nedenlerimize, yaşam felsefemize karşı çıkanlara örnek davranışlarla yanıt vermeliyiz. Tam bağımsızlığımızdan, özgürlüğümüzden, ulusal egemenlik ilkemizden ödün vermeden tüm değerlerimizi, kaynaklarımızı koruma çabamızı artırmalıyız. Atatürk'e yaraşır yurttaşlar olmak özenimizi ulusal bilincimizle güçlendirmeliyiz. Tüm kötülere, tüm kötülüklere, kaynaklarımızla varlıklarımızı satmaya kalkışanlara, satılmışlara, sapkınlara, soygunculara, yağmacılara, kaçakçılara, diktacılara, yalancılara, partizanlara, rüşvetçilere, soysuzlara, ahlâksızlara, ikiyüzlülere, Türk Devrimi düşmanlarına, düşünce, inanç, insan hakları ve demokrasi sömürücülerine, ayrılıkçılara, bölücü ve yıkıcılara, mandacılara, numaracılara, kışkırtıcı ve destekçilerine karşı ulusal savaşım. Yılmadan, yorulmadan, duraksamadan. 

Eşsiz önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ü örnek alarak.


..

Ulusal Sol, Altı Ok ve CHP





Ulusal Sol, Altı Ok ve CHP


Kaya Ataberk


Türkiye’nin Çözülüşü ve Ulusal Sol’a Yöneliş


Son yıllar Türkiye’nin siyasal ve toplumsal durumunun AKP iktidarıyla şekillendiği bir zaman dilimi olarak belirmektedir. Bu zaman dilimine kısaca bir göz attığımızda, Türk ulusal devletinin tüm kurumlarının Batıya teslim edildiği, uydulaşma ve sömürgeleşmeye direnemez duruma getirildiği, toplumun tüm kesimlerinde gericiliğin yükseldiği ve Sevr’in uzun yıllar sonra ilk kez Batı tarafından Türkiye’ye bu kadar net olarak dayatıldığı bir atmosferle karşı karşıya kalırız.
Emperyalizm ve işbirlikçisi gerici siyasal kuvvetler, gerçekten de Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar ülkenin kaderini etkileyecek duruma gelmiş ve inisiyatifi bu kadar açık bir şekilde ele geçirmiş bulunuyorlar.
Bir önceki iktidar döneminin ana partisi olan DSP’nin çökertildiği 3 Ağustos darbesi ve ertesinde başlayan Üçüncü Meşrutiyet olarak süreci daha önceki Meşrutiyet örneklerine benzer bir şekilde Batıya tamamen bağlı bir ekonomik ve siyasal yapıya, buna bağlı olarak da toplumsal çözülmeye ve özellikle de devletin uğradığı toprak kayıplarına işaret eder.
AKP iktidarıyla beraber daha da hız kazanan bu sürece karşı direniş Batıcı darbenin ilk başladığı andan itibaren Türk toplumunun ihtiyacı olarak belirmekteydi. Darbenin ancak bir darbeyle engelleneceği, özellikle Ordu’nun ve CHP’nin alacağı tavrın Batının hücumunun önüne set çekilmesinde kritik önemde olduğu açıkça ortaya çıkıyordu.
Ancak bunlar yapılamadı ve Türkiye, 2005 yılının Kıbrıs’tan, Kerkük’e kadar tüm milli davalarda kaybeden ve AKP’nin Ilımlı İslam politikasının kökleşerek toplumsal yapıyı gericileştirdiği Türkiye’ye dönüştü. Milli kuvvetler tüm inisiyatifi kaybetti ve gidişata dur diyen çıkamadı.
Yaşanan sürecin diğer bir boyutu da bu dönemin 1960’lardan sonra ilk kez bu kadar yoğun bir şekilde Kuvayı Milliye fikrinin tartışıldığı bir ortam oluşuydu. Kuvayı Milliye direnişinin toplumda bir alternatif olarak yeniden ortaya çıkması aslında yaşanan sürecin doğal olarak zıddıyla beraber doğuşunun ürünüydü. Bu ürünün gerçek önderi de ancak 1919’ların Kuvayı Milliyesi’ne benzer bir şekilde, Ulusal Sol bir programla ortaya çıkacak bir örgütlenme olabilirdi.
Örgütlenmeye çalışılan Fuller “Kuvayı Milliyeleri”ne, sahte ulusacı koalisyonlara rağmen Ulusal Sol akım, özellikle de TÜRKSOLU bünyesinde kendini yeniden tanımlama ve ayrı bir siyasi-ideolojik akım olarak ortaya koyma imkanı buldu. Ulusal Sol akım geçmişte olduğu gibi bugün de kökenlerini Mustafa Kemal Atatürk’e dayandırdı ve onun Altı Ok’unu kendi programının temelini oturttuğu sağlam zemin olarak seçti.
CHP: Nereden Nereye?
Türkiye ve Ulusal Sol hareket böyle bir süreci yaşarken, ciddi bir dezavantaj olarak CHP’nin içine girdiği yönelimi ortaya koymak gerekir. Atatürk’ün kurduğu parti olması ve O’nun Altı Ok’unu hâlâ ambleminde taşıması, Atatürkçü ve solcu bir çok kesimin CHP’den beklenti içinde olmasını da beraberinde getirmekteydi. Gerçekten de Ulusal Sol bir çıkış yapma beklentisi içindeyken CHP bu çıkışın önemli bir bileşeni olarak belirebilirdi.
Ancak, Üçüncü Meşrutiyet döneminin CHP üzerinde yaptığı etki yeniden Atatürk’e ve Altı Ok programına dönerek Ulusal Sol akımla paralelleşmek olmadı. Tam tersine Atatürk’ün ölümünden beri CHP yıllardır aşama aşama geldiği sağcı, liberal noktayı mantıksal sonuçlarına ulaştırdı. Kemalizme ihanet olarak ortaya çıkan bu Atatürk’ten ve Altı Ok’tan kopma çizgisi sonunda, Atatürk ve Kemalizm düşmanlığı haline getirildi.
Özellikle CHP’nin halkçı, devrimci, milliyetçi bir parti olmak yerine Kemal Derviş gibi 3 Ağustos darbesinin önemli isimlerinden birinin Genel Başkan Yardımcısı yapıldığı bir parti olmayı seçmesiyle başlayan son perde bugün CHP tarihinin de yeniden sorgulanmasını ve bu tarihin Ulusal Sol ile kesiştiği ve çoğu zaman da karşıt uçlarda karşılaştığı noktaları yeniden ele almayı, analiz etmeyi bir zorunluluk olarak Ulusal Solcuların önüne koymaktadır.
CHP’nin Sivas Kongresi’nde (CHP’nin ilk parti kongresi olarak da kabul edilir) Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında kurulduğu Türk Bağımsızlık Savaşı günlerinden, günümüz CHP’sinin antiemperyalizmin çok çok uzağında, liberal tezleri savunan, Batı güdümlü siyasetin bir parçası olan bir siyasal yapıya dönüşmesini anlamak politik ve teorik bir ihtiyaç durumundadır. Sonuçta Türkiye’nin bugün yaşadığı sürecin sorumlularıyla, CHP’de Kemalizme ihaneti başlatan ve bunu Kemalizm düşmanlığına vardıranlar aynı kesimlerdir.
CHP sorunu sadece bir siyasal partinin sorunu olarak algılanmamalıdır. CHP, Atatürk’ün kurduğu parti olmasıyla ve Türk ulus devletinin kuruluşunda oynadığı öncü rolle tarihsel-toplumsal tüm boyutlarda Türkiye için kritik önemdedir. Türkiye’de bağımsızlık ve devrim mücadelesine girişmek ve bir yol çizebilmek için Ulusal Sol bu tarihi doğru değerlendirmek durumundadır.
Atatürk ve Altı Ok
Türkiye’de Ulusal Sol akım Atatürk’le beraber doğmuştur ve akımın önderi Bağımsızlık Savaşı günlerinden beri Atatürk olmuştur. 1919’larda Türkiye’nin emperyalizmin fiili işgali altında olduğu günlerde Mustafa Kemal Atatürk, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatarak, hem bir milletin dirilişini başlatmıştı, hem de ezilen dünyada sömürgecilik karşıtı milliyetçi, solcu devrimlerin, Birinci Dünya Savaşı ertesinde gelen büyük dalgasının ilk örneğini vermişti.
Gerçekten de Türk milletinin Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verdiği mücadelenin benzerleri Üçüncü Dünya’nın tüm köşelerinde tekrarlanacak ve sömürgeciliğin tarih boyunca en çok hırpalandığı bir dönemin perdesi Atatürk tarafından açılmış olacaktı. “Şarktan doğacak olan güneş” kısa sürede kendini gösterecekti.
Atatürk’ün Ulusal Solu sadece Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan ibaret olan tek boyutlu bir yaklaşım değildi. Toplumu tüm boyutlarıyla dönüştürmeyi hedef alan, uydu yapının kırılması için bir program oluşturan bir çizgi vardı. Atatürk, Altı Ok programını ortaya koymasıyla bir bağımsızlık ve Türk çağdaşlaşması programını da gündeme almış oluyordu. Bu aynı zamanda bir ulus devlet projesiydi. Türk Ulusal Solunun ve anti emperyalizminin kurucusu olan Atatürk, Türk devletinin de kurucusu ve ulusun babası olmuştur.
Ulusal Sol’un bugün takip etmesi gereken program masaya yatırıldığı zaman aslında Altı Ok’la tanımlanan temel ilkelerin günümüzde de geçerliliğini koruduğunu görürüz. Altı Ok esas olarak Osmanlı toplumsal düzeninin tamamen uydulaşmış ve Türk Milleti açısından esaret zincirine dönüşmüş olan yapısına yapılan halkçı, devrimci, milliyetçi müdahale anlamına geliyordu.
Siyasal ve toplumsal yapı bu müdahale ilkelerine göre yeniden kurulmuştu ve ekonomik olarak taşıdığı devletçi yaklaşımla da dışa bağımlılığa, ülke içindeki sömürücülere karşı da bir mücadele başlatmıştı. Özü itibariyle tüm tutarlılığıyla milliyetçi ve sol olan Atatürkçü hareket bugün de Türk Ulusal Sol akımı için son derece ışık tutucu ve aydınlatıcıdır.
Ancak sol, özellikle de CHP yıllardır bu çizgiden uzaklaşmış, bu çizgiye karşı ihanet içerisinde olmuştur. Sonuç olarak da Atatürk’ün halkla birleşen CHP’sinden günümüzün ABD ile birleşen Batıcı, sağcı CHP’sine gelinmiştir. Türk çağdaşlaşması ve bağımsızlığının mücadelesini verirken Atatürk tafından kurulan CHP artık bağımsızlık kavramını tamamen gündeminin dışına almış durumdadır. Sağcılaşmış ve uydulaşmış siyasal yapı CHP’yi Atatürk’ün ölümünden sonra yaşanan süreçte tamamen içine almıştır.
Bugün solun yaşadığı krizin tek çıkış noktası Atatürk’le ve onun programı olan Altı Ok’la birleşebilmektir. Bunu başardığı sürece ulusla da bir araya gelebilecektir. Bunun dışındaki tüm seçenekler Batı yoludur. Ulusal Sol bu Batı yolunun yerine Altı Ok’u seçenlerin yolu olacaktır. CHP’nin yapacağı tercih ise Ulusal Sol’la tarihi boyunca ilerleyen ilişkisine göre olacaktır. Ya içine girdiği yolda savrulup bitecek ya da silkinerek kendine gelecektir.
CHP’nin Ulusal Sol’la Tarihsel İlişkisi
CHP için yapılacak herhangi bir tarihsel değerlendirmede göz önüne alınması gereken ilk şey CHP’nin Atatürk tarafından kurulmuş parti olduğudur. Gerçekten de CHP Atatürk tarafından bir siyasal mücadele aracı olarak tarih sahnesine çıkartılmış ve Altı Ok programı çerçevesinde örgütlenmiştir.
CHP’nin kuruluş aşamasında Atatürk bu süreci şöyle anlatmıştı: “Her yerde siyasi fırka teşkili hakkında da halk ile uzun hasbıhallerde de bulundum. 7 Kanunuevvel 1922 tarihinde Ankara matbuatı vasıtasıyla halkçılık esasına müstenit ve ‘Halk Fırkası’ namiyle siyasi bir fırka teşkil etmek niyetinde olduğumu beyan ederek bu fırkanın nasıl bir program takib etmesi lazım geleceği hakkında bilcümle vatanperveranın, erbabı ilmü fennin müzaheret ve müşareketine müracaat etmiştim.”
Atatürk, Türk toplumunu dönüştürmek için bir araç olarak siyasal bir parti kurmak ve bu partiyi özellikle de halkçlık ilkesine ve halka dayandırmak istemişti. Dolayısıyla partinin adını da “Halk Fırkası” olarak belirtmişti. Bu anlamıyla halkçılığın Altı Ok’un bir unsuru olarak daha parti kurulmadan nasıl belirdiğini ve Atatürk’ün programının unsurlarının nasıl ilk baştan beri belirlenmiş olduğunu görmüş olyoruz.
Tabi ki CHP’nin bu örgütlenişi de düz bir gelişim çizgisi izlemiş değildir. İlk baştan itibaren Atatürk CHP içinde de önemli bir mücadele vermiş, CHP’yi muhafazakâr-Batıcı bir çizgiye çekmeye çalışan geniş muhalefet kesimiyle Altı Ok’u savunmak için kavga vermek zorunda kalmıştır.
Atatürk’ün kurduğu ve Atatürk tarafından ambleminde ve programında Altı Ok’u taşıyan parti olarak örgütlenen CHP, Atatürk’ün ölümünden sonra aşama aşama Altı Ok’u terk edecektir. Bu terk ediş sırasında da her adımda Ulusal Sol’un fikirleriyle ve pratiğiyle karşı karşıya gelmiştir. Daha Atatürk sağken Ulusal Sol’un teorik kaynaklarını ortaya koyan Kadro’ya tavır alan Recep Peker’den, 60’larda devrimci subaylara, gençlere, Doğan Avcıoğlu-YÖN çizgisine ve Ulusal Sol’un tüm kesimlerine düşmanlık güden ve bunu açıkça ifade etmekten çekinmeyen Ecevit’e kadar bu gerçek değişmemiştir.
Aslında Recep Peker de, Ecevit de siyasal yaşamlarının belirli dönemleride kendilerini liberalizm karşıtı, halkçı ve devletçi olarak tanımlamışlardır ancak iş Altı Ok’u tüm boyutlarıyla savunan Ulusal Sol anlayışla yüzleşmeye geldiği zaman sağcı bir siyasetçinin tavrını almışlardır.
Peker Kadro’yu yabancı ideolojilerden etklenmekle suçlarken, Ecevit YÖN çizgisini darbecilikle, devrimci gençleri anarşizmle, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki devrimci subayları da damokrasi düşmanlığıyla suçlamaktan çekinmemişlerdir.
Oysa CHP’nin karşı karşıya geldiği tüm bu akımlar özünde Ulusal Sol anlayışın temeli olan Altı Ok programını savunmak dışında bir şey yapmamışlardır. CHP’nin Ulusal Sol’dan uzaklaşarak sağcılaşması devrimcileri Atatürk’e geri dönüş anlayışında birleştirmiştir.
Bu noktadan bakıldığında CHP-Ulusal Sol ilişkilerini bir program meselesi olarak anlamak ve CHP - Altı Ok ilişkilerine göre bir yargıya varmak bizim açımızdan daha açıklayıcıdır. Ulusal Sol’un programı Altı Ok’tur ve öz olarak Kadro’dan, YÖN’e ve günümüzün TÜRKSOLU hareketine kadar değişmemiştir. Tümü de Atatürkçülüğün ve Altı Ok’un kendi dönemlerinde savunucusu olmuşlar ve bu program çerçevesinde mücadele etmişlerdir.
CHP de Atatürk tarafından Altı Ok programına göre örgütlemek istenmiştir ama CHP Atatürk döneminde bile Altı Ok’u örgüt olarak savunan bir yapı olamamıştır. CHP’li siyasetçiler zaman zaman söylem düzeyinde Altı Ok’u savunsalar da kritik anların tümünde programın özne aykırı davranmışlardır. Altı Ok CHP’ye program olarak girmiştir ama uygulamada kendini bu programa yüzde yüz bağlı bir partililer kadrosu oluşamamıştır.
CHP’yi Değerlendirmenin Kıstası Altı Ok Olmalıdır
Altı Ok bir program olarak CHP’ye bir kerede kabul ettirilmiş de değildir. Atatürk’ün Nutuk’ta ve diğer konuşmalarında kendisinin de ifade ettiği gibi bir çok kereler bazı gerçekleri daha uygun anlarda açıklamak amacıyla saklamak zorunda kalmış, CHP’nin içinde de yer alan devrim karşıtlarıyla zaman zaman geri çekildiği, zaman zaman saldırdığı bir mücadele yürütmek zorunda kalmıştır. Altı Ok’un tümünün CHP’nin ilkeleri olması böyle bir mücadelenin sonucu olmuştur. Atatürk yapacakların aşama aşama programa geçirmek durumunda kalmıştır.
Altı Ok programı ve devrimler mücadelenin başından beri Atatürk tarafından tasarlanmış olmasına rağmen açıklamak ve gerçekleştirmek aşamalarla olmuştur.
Atatürk bu gerçeği Nutuk’ta belirtir, CHP’nin ilk programı açıklanırken bazı şeyler ertelenmek zorunda kalınmıştır: “Bu program, bugüne kadar icra ve intacettiğimiz esaslı bilcümle hususatı ihtiva ediyordu. Maahaza, programa ithal edilmemiş, mühim ve esaslı bazı meseleler de vardı. Mesela cumhuriyetin ilanı, hilafetin ilgası, Şeriye Vekaletinin lağvı, medreseler ve tekkelerin kaldırılması şapka iksası gibi... Bu meseleleri programa ithal ederek vaktinden evvel, cahil ve mürtecilerin, bütün milleti tesmime fırsat bulmalarını muvafık bulmadım. Çünkü bu mesailin, zamanı münaibinde hallolnabileceğinden ve milletin binnetice memnun olacağından emin idim.”
Cumhuriyet Halk Fırkası kurulurken “Cumhuriyet” kavramı partinin adına girmiş ama programa girememişti. CHP’nin 1923 Nizamnamesi okunduğu zaman aslında Cumhuriyetin tanımlandığı ama isim olarak anılmadığı görülür. Altı Ok’un tamamının ortaya konuluşu da benzer mücadelelerin sonucu olmuştur. Her ilkenin kabul ettirilişi bir muhalif kesimin tasfiyesini getirmiştir.
Atatürk’ün ardından gelen Kemalizme ihanet aşamalarında ise Altı Ok yavaş yavaş törpülenmiş ve sonunda da tasfiye edilmiştir. Altı Ok’a alınan tavır, CHP’nin hangi dönemde hangi konumda olduğunu da tanımlamaktadır. Bu açıdan Altı Ok CHP’yi değerlendirirken kullanacağımız temel kıstas olarak da anlam kazanmaktadır. Her dönem teker teker bu kıstasa vurulduğu zaman dönemin niteliği de ortaya çıkacaktır.
Emperyalızme Karşi Savaş Dönemı: Müdafaa-ı Hukuk Cemıyetı
CHP tarihini dönemlerine ayırdığımız zaman Sivas Kongresi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kuruluşundan, CHP’nin kuruluşuna kadar olan zamanı ilk dönem olarak almamız gerekir. Bu aslında ilk bakışta da hemen anlaşılabileceği gibi CHP’nin siyasi bir parti olarak ortaya çıkmasından, kendini net bir programla tanımlamasından önceki dönemdir.
Şartlar Türk vatanının emperyalist İtilaf Devletleri ve onların yandaşı Yunan Orduları tarafından işgal edildiği, Misak-ı Milli sınırları içerisinde Kürt ve Ermeni devletlerinin oluşturulmasına emperyalistler tarafından karar verildiği şartlardır. Osmanlı Devleti dağılmış, vatan parçalanmış ve Türk milleti henüz kendisini ve vatanı kurtaracak bir mücadeleye başlayamamıştır. Bu mücadelenin önderi Mustafa Kemal Atatürk olacaktır.
Atatürk temel ihtiyaç olarak vatan savunmasının verilmesine hizmet edecek olan bir örgütün kurulması için çalışmaktaydı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti bu ihtiyacı karşılayacak örgüt olarak kurulmuştur. Erzurum ve Sivas’ta toplanan kongrelerin ardından Cemiyet kurularak yurt çapında bir mücadelenin tetikleyicisi olmuştu. Cemiyet’in kurulması ve aracılığıyla Ankara’da TBMM toplanmış, direniş oluşturulmuştur.
Bu nedenlerle Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti siyasal bir parti gibi değil, silahlı mücadele veren bir hareket gibi örgütlenmek ve kendini bu anlamda sınırlamak durumunda kalmıştır. Ancak daha bu dönemde bile Atatürk’e karşı muhalefet kendini hissettirmeye başlamıştı. Atatürk’ün kafasındaki ulus devlet projesi ve siyasal program ilk baştan itibaren nettir. Kurtuluş Savaşı’na katılan, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne giren muhafazakâr kesimler de durumu sezmektedirler ve bir muhalefeti ilk baştan itibaren yürütmüşlerdir.
Cemiyet’in amaçları konusunda Atatürk daha sonradan şunları söyleyecektir: “... Nizamnamenin teşkilata ait sahifesinde görülüyor ki maksat Osmanlı vatanının tamamiyetini muallayı hilafet ve saltanatın ve istiklali millinin masuniyetini temin zımnında Kuvayı Milliye’yi hakim kılmaktır.”
Bunları söyledikten sonra devamında “(...) Bugün cihan milletleri yalnız bir hakimiyet tanırlar: Hakimiyeti milliye” demektedir.
Cumhuriyet fikri her zaman vardır ve aslında Atatürk’ün kafasında nettir. Bu netlik taktik olarak o dönem çok ön plana çıkarılmasa da Atatürk’ün niyetinin cumhuriyet kurmak olduğunu hisseden sağcı muhalifler onun önder olmasının ve zaman içinde planladığı programı uygulamasının önüne geçmeye çalışmışlardır.
Bu engelleme çabaları her dönemde Atatürk’ün karşısına çıkmıştır. Önce Kongre ve cemiyet başkanı, ardından milletvekili ve Başkomutan olması engellenmeye çalışılmıştır. Bu muhalefete karşı bir yapı oluşumak istemesinin de etkisiyle Atatürk Meclis içinde bir siyasal grup oluşturarak, onun başında mücadele etmenin önemini daha ilk başlarda anlamıştı ve Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu oluşturarak bir siyasi parti gibi davranma yoluna gitmişti: “Herşeyden evvel, memlekette, milletin mevcudiyet ve iradesini tebarüz ettirmek ve bunu sarsılmaz bir tarzda Meclis-i Milli’de temsil etmek lazımdır. Bu da, memlekette milli bir mefkure etrafında, kuvvetli bir teşkilat yapmak ve bu teşkilata müstenit, Mecliste bir grup bulundurmakla mümkündür.”
Atatürk siyasal bir örgütle verilecek mücadelenin gerekliliğini bu şekilde açıklamaktaydı. Ancak muhafazakâr-sağcı güçler hem TBMM’deki muhalif grup içinde hem de Müdafaa-i Hukuk Grubu içerisinde çalışarak engellemelerde bulunmaya devam etmişlerdir.
Atatürk ise kendisinin emirlerini uygulayacak ve Türk Devrimi’ni ilerletecek bir örgüt oluşturmak istemektedir. Bu örgüt de ancak Atatürk’ün önderliğini tamamen onaylayan bir siyasal parti olabilirdi. CHP kurulduktan sonra bir dereceye kadar Atatürk’ün devrimci önderliğinde ulus devlet kurucusu bir siyasal örgüt olacaktır ama ilk baştan beri içinde yer alan muhalif gericilerin frenleme çabaları da devam edecektir.
Atatürk Dönemi CHP ve Altı Ok’un Ortaya Çıkışı
1923 yılında artık Türkiye emperyalistlere karşı verdiği askeri mücadeleyi büyük oranda kazanmış bir durumdadır. Bu noktaya gelinmesi Atatürk’ün de başında bulunduğu örgütü bir savaş aracından, siyasal bir örgüte dönüştürme fikrini hayata geçirmesini sağlamıştır. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti isim değiştirerek Cumhuriyet Halk Fırkası’na dönüşmüştür. Atatürk başında bulunacağı bir siyasal parti oluştururken 1923-1938 arasında bu örgütün programlarını da kendisi inşa edecektir.
1923 yılı CHP Nizamnamesi temel bazı ilkeleri ortaya koyarak partiyi tanımlamıştı. Nizamname’ye göre: “Halk Fırkası, Cemiyetler Kanunu mucibince, teşekkül etmiş bir siyasi cemiyettir. Gayesi milli hakimiyetin halk tarafından ve halk için icrasına rehberlik etmek ve Türkiye’yi asri bir devlet haline yükseltmek ve Türkiye’de bütün kuvvetlerin fevkinde kanunun velayetini hakim kılmaktır.”
Bu ilk Nizamname’de bile halkçlık, milli egemenlik, çağdaşlık gibi bir çok temel kavramın çok net olmasa da yer aldığını görebiliriz. İlkeler ve program net olarak sadece Atatürk’ün bilincinde mevcuttur. Atatürk, en yakınında yer alan Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak gibi Kurtuluş Savaşı önderlerinin bile aslında bu programın neredeyse tamamının karşısında yer alacaklarını bilmektedir. Bu nedenle erken bir çıkış yaparak henüz belirli güçleri ve stratejik mevkileri ellerinde tutan bu muhafazakarlar karşısında zor durumda kalmak istememiştir.
Partinin ilkelerinin açıklıkla rotaya konulması zaman içinde gerçekleşecek mücadelelerin ve muhafazakarların tasfiyesi sonucunda gerçekleşebiecekti.
1925 yılında gericilik esas kalkışmasını Şeyh Sait isyanıyla gerçekleştirecek, Atatürk de isyanın bastırılmasının ardından Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkmasını sağlayarak gericiliğin tasfiyesi için en önemli adımları atacaktır. Terakiperver Cumhuriyet Fırkası gericiliğin örgütlenme aracına dönüşmesi dolayısıyla kapatılacak ve önemli bir tasfiye süreci yaşaacaktı.
Sonuç olarak özellikle Cumhuriyet’in ilanına ve hilafetin kaldırılmasına muhalif olan Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir ve Rauf Orbay gibi isimler etkisiz hale geldiler. Sağcılığın tasfiyesi Atatürk’ün 1927’de Nutuk’u okumasıyla da açıklanmış oluyordu. Nutuk, Bağımsızlık Savaşı’nı anlatan bir metin olmasının yanısıra Atatürk’ün sağcı, Batıcı muhalefetle olan mücadelesini de ayrıntılarıyla anlattığı ve bu kesimleri siyasal ve tarihsel olarak mahkum ettiği bir belgedir. Yine buna koşut olarak 1927 yılında Altı Ok’un bir kısmı da formüle edilmeye başlanmıştır.
1927 CHP Nizamnamesi’nde “umumi esaslar” başlığı aytıda program şöyle tanımlanır: “Cumhuriyet Halk Fıkası, Cemiyetler Kanununa tevfikan teşekkül etmiş cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi, siyasi bir cemiyettir ve merkezi Ankara’dadır. Fırka, Türk milleti mevkii itibar ve refaha mütemadiyen yükseltmekte olan ve her türlü istibdat ve tagallüp idaresi imkanını kapıyan yegane şekl-i devletin, hakmiyet-i milliyenin aksayı tekamülü olan (Cumhuriyet) olduğunu ve cumhuriyetin halen ve atiyen her türlü tehlike ve taaruzlardan masun bulundurulmasının en ali bir vazife-i milliye ve vataniye bulunduğunu en esaslı bir kanaat ve gaye-i siyasiye olarak kabul ve ilan eder.”
Artık Cumhuriyetçlik, Milliyetçilik ve Halkçılık üç ilke olarak belirginleşirken, Cumhuriyet rejimi, baskının ve sömürünün engelleyicisi olarak da tanımlanmıştır. Devletçilik okunun parti programına girişi de ancak 1930 yıında bu konu üzerinden ortaya çıkan Serbest Cumhuriyet Fırkası ayrışmasından ve bu partinin liberal- gerici programıyla beraber tasfiye edilmesinden sonra olmuştur.
Altı Ok’un tümünün parti programına girmesi ise ancak 1931’de gerçekleşmiştir: “Cumhuriyet Halk Fırkası A- Cumhuriyetçi, B- Milliyetçi, C- Halkçı, Ç- Devletçi, D- Layik, E- İnkılapçıdır” tanımlaması yapılarak Altı Ok bilinen sırasıyla sayılmıştır. Kısacası Altı Ok’un bir bütün olarak Parti programına alınması bile başlı başına bir mücadelenin sonucu olmuştur ve 1923-1931 yılları arasında aşamalarla gerçekleşmiştir.
CHP’nin kuruluşu itibariyle Atatürk hem parti hem de TBMM açısından kendi etrafında merkezileşen bir yapı kurmaya gayret etmiştir. 1. TBMM’de her türlü gericiliğin Meclis ve hatta Müdafaa-i Hukuk Grubu içinde engellemelere kalkışması bu çabada etkili olmuştur. Parti içindeki devrim karşıtlarıyla mücadele etmek zorunluluğu, Atatürk ölene kadar da hızı kesilmeden süren bir süreç olmuştur. Ancak Atatürk’ün ölümünün ardından bu güçler karşılarında kendileriyle uzlaşmaya çalışacak bir İsmet İnönü bulacaklardır. Atatürk yaşadıkça karşı devrimle uzlaşmak isteyenlerin önündeki engel olarak da var olmuştur.
Atatürk CHP’ye isim verirken bile aslında ideolojik bir mesaj vermekten geri kalmamıştı. Kurulan siyasal örgüt gelecekteki Altı Ok programının iki okunu isminde barındırıyordu. Parti halk egemenliğine dayanarak, halkla birleşerek, cumhuriyeti savunacak olan bir parti olacaktı. Burada muhafazakâr sağcılığa karşı verilecek olan mücadelenin tek yolunun solcu devrimcilik olduğu da bilinmektedir. Bu güçleri engellemek için parti yapısı da merkezi ve Atatürk’ün kendisine bağlı bir şekilde kurulmaya çalışılmıştır.
Atatürk’ün bu yapıyla uyguladığı program da uydu toplumsal yapıya yapılan halkçı devrimci müdahale olarak tanımlanmalıdır. CHP’nin Altı Ok programı da tam olarak bu müdahaleyi gerçekleştirmek ve toplumda devrimci dönüşümleri gerçekleştirmek anlamına gelecekti.
Uydu Yapıya Halkçı-Devrimci Müdahale
Osmanlı Devleti son iki yüzyılı boyunca çok yoğun bir şekilde sömürgeciliğin baskısı altında kalmıştı. Yaşanılan tüm toprak kayıplarının ve geri çekilmelerin yanısıra ve belki de daha da önemli olarak toplum yapısal olarak sakatlanmış durumdaydı. Gerçi Türk toplumu hiç bir zaman tam anlamıyla sömürge durumuna düşürülememişti ama bir yarı-sömürge yapılmış ve tamamen Batıya bağımlı bir ekonomik, siyasal, kültürel yapının esiri durumuna getirilmişti.
Ekonomi komprador kesimler tarafından yönlendiriliyordu ve bu kesimlerin çoğunu Türkiye’de yaşayan azınlıklar ve yabancılar oluşturuyordu. Siyasette de Batı tipi kurumların hakimiyetine ve bunlarla beraber ortaya çıkan gericiliğin yükselişine tanıklık ediliyordu. Dışa bağımlılık, halkın sömürülmesi ve gericilik içiçe geçmiş süreçler olarak Türk milletinin boğazına yapışmış durumdaydı.
Türk milletinin verdiği Bağımsızlık Savaşı bu bağımlılık yapısı dolayısıyla sadece kazanılan askeri bir zaferle ve bağımsızlığın ilan edilmesiyle sınırlı kalamazdı. Bağımsızlığın her alanda gerçekleşmesi ve tam bağımsızlığa dönüşmesi gerekiyordu.
Bu noktada Atatürk temel hedefini bu uydu yapının kırılması olarak ortaya koymuştu. Uydu yapının kırılması yerine bağımsız, çağdaş bir ulus devletin kurulması en temel sorun olarak ortaya çıkıyordu. Atatürk, Türk Devrimi’ni toplumu yeniden şekillendirme projesi olarak özetlemiştir. CHP’nin programları da bu dönüşümün sağlanması üzerinedir. Altı Ok programı bu ihtiyacın karşılanması amacıyla oluşturulmuş bir program olarak ortaya çıkmıştır.
Altı Ok programı yıllardır Türk halkını esir eden komprador ekonomi ve siyasete karşı devrimci bir mücadele anlamına gelmektedir. Ulusu sömürgecilik karşısında zayıf bırakan şeriat kurumlarına karşı laik, çağdaş bir müdahale demektir.
Bu program Atatürk tarafından tüm muhalefete ve engellemelere karşın başarıyla uygulanmıştır. Cumhuriyetçilik oku ile siyasal sistem kurulmuş, Laiklikle gericilik tasfiye edilmiştir. Çağdaş ulus devlet şekillendirilirken programın Halkçılık ve Devletçilik oklarının da aslında sömürüye ve dışa bağımlı ekonomiye müdahale ettiğini görüyoruz.
Halkçı-Devletçi Müdahale ve Sınıfsızlık Söylemi
Atatürk Halk Fırkası’nı kurduğu 1923 yılında kurulan partinin halkçılık ilkesini şöyle tanımlıyordu: “Bilhassa iktisat ve irfan mesaisinde çok büyük azim ve gayret lazımdır. Bu mesaiyi esaslı umdelere istinat ettirmek ve doğru istikametlerde mütevali kılabilmek için bütün milletin say ve gayretini ahenkdar ve müsmir kılmak maksadiyle Halk Fırkası namı altında bir teşekküli siyasiye lüzum olduğu kanaatindeyim. Bence bizim milletimiz yekdiğerinden çok farklı menafi takip edecek ve bu itibarla yekdiğeriyle mücadele halinde bulunagelen muhtelif sunufa malik değildir.”
Halkçılık ilkesi burada açık bir şekilde tanımlanmaktadır. Bizde sınıflar tam olarak oluşmadı, sınıf farklılıkları çok artmadı, biz de milletin emeğini savunmak amacıyla Halk Fırkası’nı oluşturuyoruz denmektedir.
Ancak sınıfların varlığı da bilimsel bir olgu olarak Atatürk’ün karşısındadır. 1929’da Eskişehir’de yaptığı bir konuşmada Türk milletine esas sahip çıkacak olanları belirtirken halk sınıflarına da özellikle işaret edecektir: “... Onu yolundan saptırmak isteyenler ezilmeye kahrolmaya mahkumdur. Bunda köylü, amele ve bilhassa kahraman Ordumuz candan beraberdir.”
Halkçılığın Atatürk’te özel mülkiyeti tamamen tasfiye edecek bir sosyalizm anlamına gelmediği açıktır. CHP’nin ortaya koyduğu ekonomik programı bir an önce kalkınma yaratmak ve Batıdan bağımsız milli ekonomi kurmak kaygısı ön plandaydı.
Ancak görüldüğü gibi bunları yaparken Atatürk’ün politikası “milli burjuva” yaratmak, halka karşı sermaye çevrelerini geliştirmek de olmamıştır. Devletçi-halkçı yapıda devlet yapabildiği herşeyi yapacaktır, özel sektörü denetleyecektir ancak özel sektörün yaptıklarını da ekonomik gelişme açısından kötü görmeyecektir. Bu durum burjuvazinin yeniden güçlenmesini bir süre sonra beraberinde getirecektir. Bu duruma özellikle Kadrocular dikkat çekecek ve özel mülkiyeti tamamen inisiyatifsiz bırakacak daha radikal bir program önereceklerdir ancak bu uygulanamayacaktır.
Bu duruma karşın halkçılık politikası halk sınıflarına dönük bir program olma özelliğini sürdürmüştür. CHP belgelerinde yapılanlandan söz edilirken kooperatifler, kurulan kamu teşekkülleri, yabancı sermayeden alınarak millileştirilenler en önemli bölümleri oluşturur. Sınıflaşmanın engellenmesi de bir hedef olarak konulmuştur.
CHP’nin Kadrocların devletçilik fikirlerini aşırı bulan ve yabancı ideolojilerden etkilenmekle suçlayan Genel Sekreteri Recep Peker bile Altı Ok’u tanımlarken halkçılığı “sınıflaşmanın insafsızlığına” karşı bir program olarak ortaya koymaktaydı. Bu insafsızlık doğal olarak halk sınıflarına karşı bir insafsızlıktır. Sınıflaşma her zaman ezen sınıfların çıkarına olmuştur.
Halkçı-devletçi program özel mülkiyeti engelleyememiştir ama kamusal bir ekonomik yapı kurulmasını da başarmıştır. Özellikle kendisini liberal ekonomiye karşı konumlandırarak ekonominin yeniden kompradorlaşmasını, Batıya bağlanmasını engellemiştir.
1935 programı açıklanırken liberalizmin ciddi bir eleştirisini yapılmıştır. Bu açıklamaya göre yaşananan sömürünün ve sınıf kavgalarının sorumlusu liberalizmdir. Bu durumun engellenmesinin yolu liberalizme izin verilmemesidir. Türkiye gelişirken buna engel olmak gerekecektir.
Atatürk dönemi CHP’sinin bu liberalizm karşıtı tavrı sermaye çevrelerini son derece rahatsız edecekti. CHP’ye karşı kurulacak ilk muhalefet partilerinin de esas özellikleri halkçı-devletçi yapıya karşı liberal sağcı olmaları da bu rahatsızlığın belirtsidir.
CHP’nin Solcu Halkçılığına Karşı Batıcı-Liberal Partiler: TCF ve SCF
Batıcı uydu yapıya müdahale eden ve bağımsız bir toplumsal-ekonomik düzen kurulmasını hedefleyen Altı Ok programına karşı muhalefet aslında yine CHP’nin içerisinden çıkacaktı. CHP içerisindeki Atatürk’e muhalif karşı devrimci ekip ilk olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurarak bir deneme gerçekleştirmişlerdi.
Rauf Bey (Orbay) tarafından oluşturulan TCF, liberal Batıcı bir program savunarak yola çıkmıştı. Ekonomik planda da iç ve dış ticaretten kayıtların kalkması, gümrük duvarlarının kaldrılması önerilirken, siyasal düzlemde de Prens Sabahattin’in ademi merkeziyetçiliği savunuluyordu. Atatürk bu girişimi Nutuk’ta karşı devrimin bir komplosu olarak tanımlar. Gerçekten de TCF’yi kuranlar liberal, Batıcı programıyla toplumsal bir taban yakalayamayacaklarının bilincinde oldukları için zemin bulma kaygısıyla gerici bir çıkış yapmışlardı ve “din elden gidiyor” propogandası başlatmışlardı.
Komplo sadece bundan da ibaret değildi. Doğu’da başlayan Kürtçü-şeriatçı Şeyh Sait İsyanı ve İzmir Suikasti de bu komplonun parçaları olarak ortaya çıkmıştır. Sonunda Takrir-i Sükun Kanunu çıkarılmıştır ve gerici-Batıcı-bölücü ittifak engellenmiştir.
Altı Ok programı da bu komplonun ardından daha da ayrıntılanmıştır. Devrimi koruma ve geliştirme refleksiyle bu gericilikle polemik içinde geliştirilmiştir.
Daha sonra 1930’da benzer bir deneme de Serbest Cumhuriyet Fırkası olarak ortaya çıkacaktır. Ancak bu girişim de başarısız olacak ve muhalifler geri adım atarak kendi partilerini kapatacaklardır. Atatürk’ün devrimci tavrı ve Altı Ok programına sonuna kadar sahip çıkması karşı devrimci ekibi engellemiştir. TCF’nin tasfiyesi daha çok saltanatçılığın, hilafetçiliğin tasfiyesi noktasında başarılı olurken, SCF’nin tasfiyesi liberalizme karşı halkçılığın ve devletçiğin yerinin sağlamlaştırılması anlamına gelmesyle de önemlidir ve devrimin önemli bir adımı olarak değerlendirilmelidir.
Atatürk’ün CHP’nin başında bulunduğu 1923-1938 ylıları arasında hem Türkiye ciddi devrimci atılımlar geçirmiş hem de CHP Atatürk’ün devrimci Altı Ok programını kabul etmiştir. Ancak, İnönü’nün uzlaşma döneminin sonunda CHP bu ilkelerden uzaklaşmya ve taviz vermeye başlayacak, sürecin sonunda ise Atatürk tarafından tasfiye edilen liberal, Batıcı, gerici ekip Demokrat Parti’yi kuracak ve iktidarı almayı başaracaktı.
Chp’nin “Tek Adam”ı Atatürk
Görüldüğü gibi Atatürk emperyalizmle, Batıyla, şeriatçılarla mücadele ederken aynı zamanda kendi partisi içinde yer alan muhafazakâr, devrimi durdurmak isteyen, hatta karşı devrimciliğe kadar giden kişilerle ve gruplarla da mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu kişilerin büyük çoğunluğu da aslında Atatürk’ün yakınında yer alan ya Bağımsızlık Savaşı’nda ya da sonrasında önemli görevlerde yer almış kişilerdir.
Atatürk CHP’yi devrimin örgütü yapmak istemiştir. Altı Ok’u gerçekten program olarak uygulayacak bir parti yapmaya çalışmıştır ama CHP Atatürk’e tamamen bağlı devrimci kadrolardan yoksun kalmıştır.
Şevket Süreyya’nın tanımlamasıyla Atatürk her zaman “tek adam” olarak kalmıştır. Atatürk de bu durumun farkındadır. Nutuk’ta “Milli mücadeleye beraber başlayan yolculardan bazıları, milli hayatın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekamülatında, kendi fikriyat ve ruhiyatının ihatası hududu bittikçe bana mukavemete ve muhalefete geçmişlerdir...” diyerek aslında tek adam oluşunu başka bir şekilde açıklamaktadır.
Bu durumu doğru bir şekilde ortaya koyabilmenin açıkladığı diğer bir nokta da Atatürk döneminde programatik olarak savunulan toprak devrimi gibi bazı uygulamaların neden gerçekleştirilemediğidir.
CHP’nin Atatürk döneminde bile tam anlamıyla ve tüm kadrolarıyla devrimin partisi olamaması yapılan devrimci atılımları kısıtlamıştır. Atatürk döneminin esas özelliği Atatürk’ün yalnız başına mücadele vermesinden kaynaklanan sınırlılığıyla CHP içindeki devrim karşıtı unsunların denge savaşı olmasıdır.
Gericilerin esas direnişi de halkçılık ve devletçilik gibi kritik kritik noktalarda gerçekleşmiştir. İlk başlarda saltanatı ve hilafeti bile savunan bu kesim Atatürk tarafından aşama aşama geriletilmiştir ve tasfiye edilmiştir. Bazı şeyler uygun zamanın gelmesi beklenerek ertelenmiş ama Atatürk’ün ölümü ve ardından İnönü’nün “normalleşme” ve uzlaşma politikaları sonucunda uygulanmaları mümkün olmamıştır.
İnönü Dönemi Ve “Normalleşme”
Atatürk’ün ulusal kurtuluşçuluğunun, katıksız devrimciliğinin karşısında İnönü’nün Batıcı uzlaşma çizgisi en baştan beri bilinen bir gerçektir. İsmet İnönü daha Kurtuluş Savaşı başlarken bile son derece tereddütlü davranmış ve Amerikan mandasını savunan ekibin içinde yer almıştı. Atatürk yaşarken İnönü’nün çok fazla açıktan bir muhalefeti olmamıştır ama bir çok konuda Atatürk’le anlaşmazlığa düştüğü ve bu yüzden de Başbakanlık görevinden ayrılarak bir süre kenara çekildiği bilinmektedir.
Atatürk’ün ölümünün hemen ardından başlayan İnönü döneminin perdesi ise “normalleşme” söylemiyle açılacaktı. İnönü’ye göre Atatürk döneminin devrimciliği anormal, karşı devrimcilerle uzlaşmak, Batıyla masaya oturmak normaldi. İnönü ilk iş olarak Atatürk’e en yakın isimleri önemli görevlerden tasfiye ederek işe başlamıştır. Toplumsal uzlaşma ve kırgınlıkları giderme adı altında da Atatürk’e muhalefet eden karşı devrimcileri göreve getirmiştir.
Gericiliğe verilen bu taviz dış ilişkilerde de başka bir geri dönüşün yolunun açılmasıyla tamamlanmıştır. 1939 yılında Türkiye, daha sadece 15 yıl önce savaştığımız İngiltere ve Fransa’yla savunma anlaşması yapmıştır. Atatürk döneminin Balkan Paktı ve Sadabad Paktı’yla şekillenen Üçüncü Dünyacı dış politikası da terk edilmiş, Batı ittifakına dahil olunmuştur.
Bu gelişmelerin sonucu bölgede etkin ve lider bir ülke durumuna gelen Türkiye’nin, Almanya ve İngiltere arasında bocalayan, en sonunda da ABD’nin Truman Doktrini’ni kabul eden bir ülke haline gelmesidir. Batı ittifakına giren bir Türkiye tam bağımsızlıktan da ödün vermiş oluyordu.
Çok Partili Düzen, Batılılaşma, Gericileşme
Atatürk’ün kişiliğinde merkezini bulan Türk Devrimi Atatürk’ün ardından İnönü’nün kendini “Milli Şef” ilan ettirmesiyle çok farklı bir siyasal rejime de evrilmişti. Şevket Süreyya’nın anlatımına göre Atatürk’ün bile sahip olmadığı yetkiler İnönü tarafından kullanılmaktaydı. Kısacası İnönü, düzeni bir süre için istediği gibi şekillendirme şansına sahip olmuştu. 1938’den 1945’e kadar bu durum bu şekilde devam etmişti, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle beraber İnönü’nün durumu da ciddi şekilde sallanmaya başlamıştı. İnönü’nün kendini CHP içindeki sağcı-liberaller karşısında güçsüz hissetmeye başlaması onlara daha fazla taviz vermesine de neden olacaktı. Ancak gericiler artık İnönü’nün düşme yoluna girdiğini görüyorlardı.
Batı emperyalizmi de Türkiye’de bir rejim değişikliğini hedeflemekteydi. Batı bunu İnönü diktatörlüğüne karşı demokrasi söylemiyle yapıyordu. Ancak bunun anlamı biraz farklıydı. İnönü’nün Batıyla ve gericilikle uzlaşan çizgisi artık yeterli olmamaktaydı. Batının yetinmemesi CHP’nin bundan sonraki tüm dönemlerini belirleyen bir gerçeklik olmuştur. Batı bastırdıkça CHP sağcılaşacak ve gerileyecek, CHP’de tasfiye olan her ekibin ardından daha sağcı bir ekip ve çizgi gelecektir.
1940’lı yılların ortalarına yaklaşıldığında komprador kesimler ve toprak ağaları ise artık iktidarı kendi ellerinde görmek istedikleri bir düzeni hedeflemeye başlamışlardı. Bunun olması ise ancak İnönü’nün “Milli Şef” olmaktan vazgeçmesiyle mümkündü. Böylece Batı ve gerici-liberaller tarafından kastedilen demokrasinin, komprador siyasi düzen olduğu da ortaya çıkmış oluyordu.
İnönü’nün devrimi durduran ve Batıyla uzlaşan ama kendisinin ve ekibinin iktidarını da koruyan “Milli Şef” rejimi artık misyonunu tamamlamıştı. İnönü’nün çok partili düzenin önünü açması her şeyin Batı ve burjuvazi için belirleneceği yeni düzenini kuruluşunun da önünün açılması anlamına gelecekti.
CHP içerisinde yer alan ve İnönü tarafından uzlaşma adına önemli yerlere getirilen isimlerin kısa süre içinde Celal Bayar ve Adnan Menderes’in liderliğinde 7 Haziran 1945 tarihli “Dörtlü Takrir” adı verilen çıkışta bulundukları ve ardından da Demokrat Parti’yi kurdukları görülecekti.
DP, CHP içinde yer alan en liberal, gerici, Batıcı unsurların bir araya gelmesiyle kurulmuştu. Bu unsurlar toprak devrimi ve devletçi halkçı uygulamalar başta olmak üzere Atatürk döneminde gerçekleştirilen tüm devrimci dönüşümlere karşıydılar.
Atatürk’ün tasfiye ettiği TCF ve SCF gericilikleri DP ile siyaset sahnesine geri dönmüştü, hem de bu partilerden arta kalan kadroları da yeniden bünyesine katarak. Bu kesim CHP’yi ele geçirerek karşı devrimin partisi haline dönüştürmeye çalışmak yerine, CHP’nin Atatürk’ün izlerini taşıyan geçmişiyle tamamen farklı bir yapı kurarak mücadele etmeyi seçerek kendileri açısından daha kolay olanı seçmişlerdi.
DP’nin kurulduğu günlerde artık CHP de eski anlamını, Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirmiş, milleti ve vatanı kurtarmış örgüt olma inancını çoktan kaybetmişti. Halk ezilmektedir ve tepkilidir. Bu tepkiyi en iyi kullananlar da DP’de yerleşmiş olan gerçek sömürücü ekip olmuştur.
Chp Normalleşmedi, Sağcılaştı ve İktidarı Kaybetti
Kısacası İnönü’nün normalleşmesi hem CHP, hem de Türkiye açısından Batıya teslim olma ve sağcılaşma sürecinin tetikleyicisi olmuştur. DP’ye karşı CHP solcu-halkçı bir politika yürütmek yerine DP’yi komünistlikle suçlayarak “biz aslında DP’den daha sağcıyız” demeyi tercih etmişti. DP’nin de aynı şekilde karşılık vermesi üzerine karşılıklı komünistlik suçlamaları iki partiyi sağcılaşma yarışına sokacaktı. CHP bu durumla beraber Laiklik okunu bir kenara bırakır ve tavizler verir. Reşat Şemsettin Sirer gibi bir gerici Milli Eğitim Bakanı yapılır, Başbakanlık önce Recep Peker’e ardından da Şemsettin Günaltay’a teslim edilir.
Recep Peker’in başbakanlığı döneminde laiklik konusunda belli hassasiyetlerin korunmasına rağmen Devletçilik ve Halkçılık ciddi zarar görür. Peker, Atatürk döneminde Halkçılığı savunan bir parti genel sekreteri olarak karşımıza çıkarken İnönü’nün uzlaşma ve DP karşısında sağcılaşma döneminde farklı bir çizgiyle karşımıza çıkar. Liberalizm rüzgarı CHP tarafından estirilir ve Tekel’de ilk tasfiye yaşanır. Özel sektör genişler, Türk parasına ilk devalüasyon uygulanır. Bu durumu Peker “sistemi değiştirmeseydik dünya ticaret nizamı içinde ister istemez tecrit edilmiş olarak kalacaktık” diye açıklamıştır.
Gericiliğe ve liberalizme uygulanan “demokrasi” ise sola karşı kesinlikle uygulanmamıştır. Kurulan solcu partiler hemen kapatılmış, Niyazi Berkes, Behice Boran gibi aydınlar solcu oldukları gerekçesiyle üniversiteden uzaklaştırılmışlardır. Bu sağcılaşma yarışını en iyi şekilde Niyazi Berkes tanımlamıştır: Sağcı DP, CHP’yi daha da sağa kaydırmıştır.
1947 yılında yapılan CHP Kurultayı sağcılaşmanın programa yansıyan yönünü ortaya koymaktadır. Bu kurultayda yapılan konuşmalarda milliyetçilik komünizmle mücadele olarak tanımlanmış, devletçilik burjuvaziyi karar mekanizmalarına dahil edecek şekilde yozlaştırılmış ve laiklik ağır bir şekilde tahrif edilmişti.
Devletçilik konusunda 1947 Kurultayı’nda kabul edilen 10. madde CHP’nin aslında Batının ve sermayenin istekleri doğrultsunda şekillendiğini ortaya koyuyordu: “Milli ekonomiyi bünyesi içinde ve milletlerarası ekonomi şartları karşısında devamlı surette göz önünde tutup inceleyerek milli ekonomi teşebbüs ve faaliyetlerini plana bağlamak ve uygun göreceği tedbirlerle ve programlarla belli süreler için hükümümete teklifler yapmak uzmanlardan ve ilgililerden terekküp eden yetkili bir ekonomi genel meclisi kurulmasını gerekli buluruz.”
Meclisteki uzmanlarsa “...yetkili ve ameli iş adamlarından müteşekkl olacaktır.” Bu Ekonomi Meclisi’nin içine sermayedar kesimin temsilcilerinin de alınması ekonomiye bu kesimlerin müdahalesini mümkün kılmış ve devletçiliği zayıflatmıştır. Batıya ve sermayeye işbirliği mesajı verilmiştir.
Kurultay sırasında CHP milletvekilleri ve delegeleri okullara din dersleri konulması, imam-hatip okulları ve ilahiyat fakültesi açılması yönünde isteklerde bulunmuşlardır. Reşat Şemsettin Sirer’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde tüm bu istekler de yerine getirilmiştir. İnönü ve ekibi bir taraftan çağdaşlaşma anlayışını bir kenara bırakıp Batıcı-tanzimatçı bir çizgi izleyerek halktan koparken diğer taraftan da gericiliğin zeminini genişletecek adımları atmıştır. İnönü Batıcılığı, gericiliği geliştirmiştir.
Böylece başlayan sağcılık yarışı tüm siyaset sisteminin sağda konumlanmasına neden olmuştur. Yarıştan karlı çıkansa, gerici-liberal çizginin gerçek sahibi olan DP olmuştur ve sonunda CHP’den iktidarı almıştır. CHP ise Atatürkçü ve Altı Okçu çizginin çok uzağına savrularak büyük bir dağınıklık yaşamıştır.
27 Mayıs Düzene Müdahale Ediyor
Ordu içerisindeki Atatürkçü güçlerin, emir-komuta zincirini de bozarak yaptıkları müdahale DP’yi iktidardan indirdi. Ancak 27 Mayıs’ı yapan esas örgütlenmenin başında olan genç Atatürkçü subayların bir süre sonra inisiyatifi kaybetmesi generallerin iktidarı yeniden CHP ve İnönü’ye teslim etmesine neden olmuştur.
Böylece 27 Mayıs’la esas hedeflenen şey olan Atatürkçülüğe geri dönüş yerine yeniden İnönü uzlaşmasına dönüş gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak bunun artık olanağı da kalmamıştır. DP’den arta kalanlar kısa süre içinde AP’yi örgütleyerek iktidarı geri alacaklardır. CHP artık düzenin payandası yapılmıştır. Gerçek sahipleri liberal-gerici-Batıcı çizgi olacaktır.
Gidişatı farkeden Ordu’nun Atatürkçü kesimleri bu sefer İnönücülüğe karşı girişimde bulundular. Temel tezleri 27 Mayıs’ın yarı yolda bırakıldığı ve gerçek Atatürkçülüğe dönüşün sağlanamadığıdır. 27 Mayıs’ı yapan genç ihtilalciler, DP gericiliğine karşı oldukları kadar İsmet İnönü tarafından Atatürkülükten uzaklaştırılan CHP’ye de karşıydılar.
22 Şubat ve 21 Mayıs’ta Talat Aydemir önderliğinde askeri müdahale denemelerine girişen bu hareket başarılı olamayacak ve Aydemir ve Fethi Gürcan’ın idam edilmesiyle sonuçlanacaktı. İhtilalci subayların idam edilmesinde İnönü idamı destekleyen bir çizgi izlemişti. Bu gelişmeler Atatürkçü devrimci güçlerle CHP’nin tamamen karşıt kamplarda yer almasına neden olacaktır. CHP’de ise ihtilalcilere düşmanlık artarak yer edinecektir.
Ancak 27 Mayıs ve ardından gelen 1961 Anayasası’nın yarattığı ortam Türkiye’de solun gelişmesinin önünü açmıştı. Toplumsal mücadelelerin yükselmesi TİP, Dev-Genç gibi örgütlerin kurularak solda bir mücadeleye girişmeleri CHP’de de yankısını bulacaktı. Ancak bu sola açılma isteği Bülent Ecevit’le beraber “redd-i miras” ve “ortanın solu” söylemleriyle yozlaştırılacaktı.
Ecevit Kemalizmin Mirasını Reddediyor
Dünyada ve Türkiye’de sol hareketin yükselmesi CHP açısından da yeni bir döneme girilmesinin başlangıcını oluşturacaktı. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar kendisini ve partisini “Kuvayı Milliyeci sosyalist” olarak tanımlıyordu. Dev-Gençliler “İkinci Kurtuluş Savaşı”nı başlattıklarını açıklıyorlardı. Toplumda Ulusal Sol’un, Atatürkçülüğün en çok yükseleceği bir dönem açılmış oluyordu.
Özellikle seçimlerde TİP’in 15 milletvekiliyle Meclis’e girmesi ve devrimci gençlik hareketinin Atatürkçü, Ulusal Solcu bir çıkış yapması İsmet İnönü’yü CHP’nin “ortanın solu”nda olduğunu açıklamak zorunda bırakmıştı.
CHP eski konumunda kalırsa toplumsal hareketin karşısında tutunamayacağını anlamıştı. İnönü, artık kendisini siyasi yelpazenin sol kanadına yerleştirmek istiyordu. Ancak “ortanın solu” kavramının esas mimarı ve bu dönemin gerçek temsilcisi Bülent Ecevit olacaktı.
Ecevit, tezini ortaya koyarken CHP’nin önceki tüm dönemlerde başarısız olduğunu iddia edecekti ve bunu CHP’nin tek parti olmasına ve içinde tüm unsurları barındırmasına bağlayacaktı. Artık CHP bu unsurlardan temizlendiği için geçmişte yapmadığı solculuğu yapacak “ortanın solu”nda politikalar izleyerek başarılı olacaktı.
Ancak Ecevit’in temel tezi Kemalizm üzerineydi. Atatürk’ün toplumsal yapıyı değiştirecek adımları atamadığı, ülkenin içinde bulunduğu durumdan DP kadar, tek parti döneminin CHP’sinin de suçu olduğu ısrarla vurgulanıyordu. Bu noktada Ecevit CHP’nin “redd-i miras”ta bulunması gerektiğini savunuyordu.
Bu noktada Ecevit, kendi solculuğunun Altı Ok’u aştığını iddia ediyordu. Ancak ortaya koyabildiği şey sınırları pek de belli olmayan, Atatürk’e ve Altı Ok’a dayanmayan, hatta onları reddeden ucube bir sol anlayış oluyordu.
CHP’nin İnönü devrinde yaşadığı uzlaşma ve sağcılaşma, toplumsal konjonktürün değişmesiyle bu sefer solculaşarak aşılmak isteniyordu. Ancak bu solculaşma da Atatürk’ten, Ulusal Sol’dan ve Altı Ok’tan uzaklaşmak anlamına geliyordu.
Oysa tarihin gerçek zeminine baktığımız zaman bu topraklarda solun başarılı olduğu ve toplum içerisinde kök saldığı dönemin Atatürk dönemi olduğunu görürüz. CHP, Atatürk’e dönerek sola ve halka açılma şansına sahip olabilirdi ancak yapılan tam tersi oldu ve Altı Ok’tan, Atatürk’ten uzaklaşarak solculaşmak denendi. Bu çizginin en sonunda geleceği yer, Altı Ok’a karşı çıkan düşman ama kardeş ideolojiler olan Marksizm ve liberalizmin kesişim noktası olan sosyal demokrasi olacaktı. Ancak Ecevit şimdilik çizgisini “ortanın solu” olarak tanımlamaktaydı.
“Ortanın Solu”yla Sola Açılma Çabası
“Ortanın Solu”nun bu sola açılma çabası ne kadar ucube bir şekilde de gerçekleşse yine de aslında Türk toplumunun sola ihtiyacının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. İnönü döneminde, DP’yle yapılan sağcılık yarışı ilk olarak komünizm karşıtlığı olarak ortaya çıkmasına rağmen yarışın kızışmasıyla toplumun kendini solda tanımlayan tüm kesimleri ağır bir baskı altında kalmıştı.
1960 Anayasası’nın yarattığı ortamın da etkisiyle solun yeniden hayat bulmaya başladığı böyle bir dönemde sol kavramını bu şekilde de olsa rahatça savunulabilmesi yine de faydalı olmuştur. Böylece sol az da olsa genişleyebileceği, toplumsal zeminini yaygınlaştırabileceği bir ortama kavuşmuş da oluyordu. Ancak “ortanın solu” tezinin bu sonucunun tam zıddı bir sonucu vardı. Gerçekte de bu tezin sahiplerinin gerçek amacı buydu.
“Ortanın Solu” Düzenin Sigortası Oldu
“Ortanın solu”nu ortaya atan Bülent Ecevit, Türkiye’deki sömürü mekanizmalarını, bozuk düzeni ayrıntılarıyla anlattığı “Bu düzen değişmeli” kitabında özellikle bir vurguyu sıklıkla yapar. CHP ve “ortanın solu” bu düzene karşıdır, sömürüye karşıdır ve bu düzenin değiştirilmesi için çalışmaktadır. Ancak CHP herşeyi demokrasi çerçevesinde gerçekleştirecektir.
Bu söylem o kadar sık tekrarlanır ki Ecevit’in bozuk düzene mi yoksa onu devrimle yıkmak isteyen devrimci gençlere ve ihtilalci subaylara mı daha çok düşman olduğu sorusu okuyucunun aklına gelmekte gecikmez. Ecevit’e göre “CHP, sol darbe de olsa karşıdır. CHP demokrasiyi temel ilke alır.”.
Bu söylemin de yardımıyla Ulusal Sol’un Cumhuriyetçiliğinin yerine “demokrasi”, devrimciliğinin yerine de devrimcilere düşmanlık geçirilmiş oluyordu.
Ecevit’in önerdiği sol program da belli sınırlara sahiptir. Toprak reformunu savunur ama amacın mülkiyetin kaldırılması değil sınırlanması olduğunu belirtir. Ekonominin diğer alanlarında da özel mülkiyete dokunmadan bir halk sektörü oluşturmanın ve özel mülkiyeti bu yolla geliştirmenin yollarını arar.
Bu sınırların nasıl çizildiği de gene Ecevit tarafından açıklıkla belirtilir. Ortanın solu politikası daha soldaki akımları engellemenin tek yoludur. Ecevit’in ifadesiyle “CHP’nin daha solundakiler kazanırsa demokrasi kalmaz, sadece devlet kalır”.
Bu ifadelerin açıklıkla ortaya koyduğu tek gerçeklik “ortanın solu”nun üzerindeki sözde devrimci yaldızların dökülmesidir. Aksine “Ortanın solu”nun amaçladığı tek şey toplumsal muhalefetin ve ezilen güçlerin devrimci, sosyalist bir yönelime girmemesidir. Bu güçlerin frenlenmesi için CHP’ye bu misyon Ecevit tarafından kazandırılmıştır. Bu frenlemeden kazanç sağlayacak kesimlerin de komprador düzenin sahipleri olduğu ortadadır.
Sola kayıyor gibi görünen Ecevit CHP’si gerçekte solun önündeki en ciddi seddi oluşturmakta ve komprador düzeni halka ve devrimcilere karşı koruyacak bir rolü üstlenmektedir.
“Ortanın Solu”ndan Sosyal Demokrasiye
12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından diğer partilerle beraber CHP de kapatılacak ve Ecevit’in “ortanın solu” çizgisi de siyaset sahnesinden çekilmek durumunda kalacaktı. Daha sonra kurulan SODEP, SHP gibi partiler ise yine farklı bir dönemin ortaya çıkışını göstermiştir.

Ecevit’in Atatürksüz ve Altı Ok’suz solculuğu bu dönemde tamamen Batının liberal programlı sosyal demokratlığına dönüştü. Sosyal demokrasinin Atatürk’le, CHP’yle ve Altı Ok programıyla hiçbir ilgisi kalmamıştı. Sosyalist Enternasyonal üyesi bu sol anlayış yüzde yüz Batıcı ve Türkiye ile hiçbir ilgisi olmayan bir noktaya savrulmuştur. Ulusal Sol zemininden o kadar uzaklaşılmıştır ki PKK’nın siyasi kanadı olarak tanınan ve bu yüzden kapatılan Halkın Emek Partisi, SHP listelerinden TBMM’ye sokulmuştur. Halkçılık ve devletçilik açısından da artık tamamen liberal bir program uygulamaya geçirilmiştir. Daha sonra tekrar CHP isminin alınmasının ardından Deniz Baykal dönemi açılmıştır.
CHP, 1970’li yıllar boyunca oynadığı toplumsal uyanışı engelleme ve solu frenleme misyonundan artık solla hiç bir ilgisi kalmayan bir sol liberalizm türüne evrilmiştir. Ecevit ise kurduğu DSP ile siyaset sahnesine yeniden çıkmıştır. Ulusal Solculuğunu ilan etmesi ise, Türk siyasi hayatında sık sık görüldüğü şekilde partisinin ABD müdahalesi ile bölündüğü 3 Ağustos darbesi sürecinde Amerikan karşıtı olmaya başlamasıyla aynı döneme denk gelecektir. Kaybeden siyasetçilerin Amerikan karşıtlığı ise ne inandırıcı olabilmektedir ne de kaybetmelerini engelleyebilmektedir.
Kemalizme İhanet’ten AntiKemalizme Geçiş
Atatürk sonrası CHP tarihinin kısaca Atatürkçülükten ve Altı Ok’tan uzaklaşma tarihi olarak özetlenebeceğini belirtmiştik. Bu süreç içinde yaşanan aşamalar CHP’yi sağcılaştırmış ve liberalleştirmiştir. Ulusal Sol anlayışın Türkiye ‘deki çıkış noktası olan Altı Ok’un zaman içinde terk edildiği bu süreç, CHP’nin ulusal zeminin tamamen dşına çıkarak kendisini enternasyonal sosyal demokrasinin bir parçası olarak tanımlamasına neden olmuş, Avrupa solunun Türkiye’deki komprador bir uzantısı olma konumuna kadar sürüklenmeye neden olmuştur.
Bu konum CHP’nin savunduğu tüm politikalar açısından da Batıcı-liberal güdüme açılmasıyla sonuçlanmıştır. Ekonomi politikaları açısından CHP’nin sağcı bir partiden herhangi bir farkı yoktur. Özelleştirmeler, IMF politikaları son dönem CHP’si tarafından açk bir şekilde desteklenmiştir. Bu destek, Kemal Derviş’in CHP’ye katılmasyla son noktasına ulaşmıştır.
Kemal Derviş, CHP’ye girişi sonrasında CHP’nin liberalleşmesini açıkça savunan tezler üreterek sesini duyurmuştur. Sosyal demokrasi kavramı esas olarak sağcılaşmış ve tümden aristokratlaşmş Batı işçi sınıfının ideolojisidir.
CHP’nin kendini sosyal demokrat olarak tanımlamısı Batı sömürgeciliğinin sol kanadıyla kurduğu ideolojik bağı tanımlar. Ancak gelinen son noktada bu konum da yeterli olmamıştır ve “CHP’nin piyasaya sahip çıkması gerekir” söylemiyle Batı solunun yeni sağcılaşma evresi de CHP’ye yansıtılmıştır.
Bu yeni sağcılaşma aşaması Kemal Derviş tarafından sosyal-liberal sentez olarak tanımlanmıştır. Derviş bu kavramı bir yedinci ok olarak CHP’ye almak gerektiğini bile ifade etmiştir. CHP’nin kendisini Atatürk’e değil Batı soluna, Marks’a dayandırması gerektiği üzerine söylemler de bu dönemle beraber gündeme getirilmeye başlanmıştır.

Girilen bu son dönemi tanımlamak gerekirse artık bu Atatürk’ten uzaklaşma ya da Kemalizme ihanet olarak değil tamamen Atatürk karşıtlığı ve Kemalizm düşmanlığı olarak tanımlanabilir. CHP, Baykal dönemiyle beraber liberalizme kapılarını sonuna kadar açmış, Atatürkçülüğe, Altı Ok’a, Ulusal Sol’a ters istikamette hız kazanmıştır. Bu CHP’yi sadece daha da sağ bir noktaya sürüklemekle kalmayacaktır. Artık CHP şekil değiştirmiştir ve girdiği yolun sonu ancak AKP’nin “sol” bir vesiyonu ve alternatifi olmaktan ötesi değildir.
Ulaşılan noktada CHP’nin içerden bir dönüşüm geçirerek düzene alternatif oluşturacak Atatürkçü, Altı Ok’u savunan bir çizgiye ulaşması da mümkün görünmemektedir. CHP’nin Ulusal Sol akımla yüzleşmesi gerekecektir. Ulusal Sol, Atatürk karşıtı bir CHP’yle uzlaşmayacaktır. Komprador düzene alternatif olmayan bir CHP düzenin içinde bir unsur olmuştur, çöken bir yapının hiç bir unsurunun da çöküşün dışında kalmayacağı kesindir. CHP silkinerek Altı Ok’a, Atatürk’e dayanan özüne dönmezse uydu yapıyla beraber yıkıma gidecektir.
* Marmara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencisi




..