15 Şubat 2015 Pazar

TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ




TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ






TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ - 2002


Türk-İş Dergisi, Şubat-Mart 2002 

Yıldırım Koç 
Genel Başkan Danışmanı 


Önümüzdeki aylarda Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bazı önemli gelişmeler olacağa benzemektedir. 

TÜRK-İŞ, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinden yanadır. Ancak Avrupa Birliği, 1.1.1996 Tarihinde başlayan gümrük birliği ile en önemli talebini elde etmiş olduğundan, bu üyeliğin önüne birçok engel çıkarmaktadır. TÜRK-İŞ’in talebi, Avrupa Birliği’nin bu engelleri kaldırması ve Türkiye’nin onurlu bir biçimde üyeliğe geçişine olanak tanımasıdır. Bunu sağlamanın yolu ise Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda gücünün artırılmasından geçmektedir. 

Prof.Dr. Erol Manisalı’nın Harb Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı çok önemli bir konuşmanın ardından, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Tuncer Kılınç Paşa, Türkiye’nin AB dışındaki alternatifleri de düşünmesi gerektiğini belirtti ve Rusya ile İran’dan söz etti. Attila İlhan 23 Şubat 2002 günü TRT 2’deki programında bu görüşe destek verdi. Emekli General Çevik Bir, Şanghay Beşlisi’nden söz etti. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, “Tek seçenek AB değil” dedi 1. Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Avrupa Birliği’nin bazı yöneticilerinin Türkiye’de sömürge valisi gibi davranıp ders vermeye kalktıklarını belirterek, bu durumu eleştirdi 2. Diğer taraftan, Avrupa Komisyonu genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen, Atina’da yaptığı konuşmada, Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerinin 2002 yılı sonuna kadar tamamlanacağını belirtti; bu görüşmelerin Kıbrıs’ın bütünü adına yapıldığı iddiasını tekrarladı ve Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile ilişkilerini geliştirmesi durumunda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinin mümkün olmayacağını söyledi 3. Bu arada, Avrupa Parlamentosu, 28 Şubat 2002 tarihinde kabul ettiği iki kararla, Türkiye’ye yönelik olumsuz tavrını daha da pekiştirdi. Birinci karar, Türkiye’den sözde Ermeni soykırımı iddialarını kabul etmesini istiyordu. İkinci karar ise, Hadep’e destekti. 

Türkiye – AB ilişkilerinde giderek tırmanan bir gerginlik yaşanıyor. Bunun önemli nedenlerinden biri, Kıbrıs konusundaki gelişmelerdir. 

Avrupa Birliği uluslararası hukuku ve devletler hukukunu çiğneyerek, Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerine başladı. 1990 yılına kadar Kıbrıs konusunda mesafeli davranan Avrupa Birliği, bu yıllarda Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, Akdeniz’de ve ayrıca Kafkaslar-Orta Asya ve Orta Doğu’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olabilmek amacıyla, Kıbrıs adasını denetimi altına almaya yönelik bir strateji benimsedi. Bu strateji, Yunanistan’ın Enosis planlarıyla da örtüşünce, Avrupa Birliği’nin hukuk ihlalleri başladı. 

Türkiye, bu hukukdışı tutum ve davranışa gereken tepkiyi gösterdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlarının ortak deklarasyonlarında, TBMM’nin kararlarında ve MGK’nın açıklamalarında, Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs’la yakınlaştığı ölçüde Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’la yakınlaşacağı açıkça ve kararlılıkla ifade edildi. 

1 Radikal, 4.4.2002. 
2 Milliyet, 26.3.2002. 
3 Sabah, 23.3.2002. 


Avrupa Birliği, 14-15 Aralık 2001 tarihlerinde toplanan Laeken Zirvesinde, Güney Kıbrıs’la üyelik görüşmelerinin 2002 yılı sonuna kadar tamamlanacağını tekrar açıkladı. Avrupa Birliği, hukukdışı tutum ve davranışını sürdürerek, Güney Kıbrıs yönetiminin tüm Kıbrıs’ı (toprak ve nüfus anlamında) temsil ettiğini iddia etmeyi sürdürdü. 

Avrupa Birliği’nin Akdeniz bölgesi ile Kafkaslar – Orta Asya ve Orta Doğu politikasında önemli bir yeri olan Kıbrıs’ın geleceğinin Denktaş-Klerides görüşmeleri ile belirlenmesi mümkün gözükmemektedir. Nitekim, Avrupa Birliği’nden destek alan Kıbrıs Rum kesimi, sorunların çözümü için olumlu bir tavır takınmamıştır. 

Bu koşullarda, Avrupa Birliği 2002 yılı sonunda Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerini tamamlayarak 2003 yılının ilk aylarında üyeliği gerçekleştirince, Türkiye de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile benzer adımları atacaktır. Avrupa Birliği, bu noktadan itibaren, Türkiye’yi Avrupa Birliği topraklarını işgal etmekle suçlayacaktır. Bugünkü suçlama, “AB üyesi olmayan Kıbrıs’ı işgal” iken, yarın bu suçlama, “AB topraklarının işgali”ne dönüşecektir. Avrupa Birliği, Türkiye ile savaşa giremeyeceğine göre, bir taraftan Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs Türk 
Cumhuriyeti’nde para dağıtarak taraftar kazanmaya çalışacak, diğer taraftan yönetiminde söz sahibi olduğu IMF ve denetimi altında tuttuğu bankalar aracılığıyla bir ekonomik kriz çıkaracaktır. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik koşullar, böylesi bir krizin kolayca çıkarılmasına uygundur. Avrupa Birliği’nin hedefi, ekonomik olarak dizleri üzerine çökertilmiş bir Türkiye’den siyasi alanda kalıcı tavizler koparmaktır. 

Burada sorulması gereken soru, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerde, özellikle Avrupa Parlamentosu tarafından dile getirilen taleplerin ciddi olup olmadığıdır. 

TÜRK-İŞ’in 11 Aralık 2001 tarihinde Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’e sunduğu raporda ve Genel Başkan Bayram Meral’in 20 Aralık 2001 tarihli basın açıklamasında yer alan konuların son derece önemli olduğu her geçen gün ortaya çıkmaktadır. 

Bu talepleri gündeme getiren Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda karar verme yetkisi olan son derece önemli bir kuruldur. Bu nedenle, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye ilişkin kararları, üyelik görüşmelerine başlamanın önşartları arasındadır. Ancak, bu taleplerin yerine getirilmesi üyeliği güvence altına almamaktadır. Bu haksız talepler yerine getirilse bile, üyelik görüşmelerine Avrupa Birliği isterse başlanacaktır. Avrupa Birliği bu aşamada her an yeni koşul öne sürebilir. 

Avrupa Parlamentosu kararlarında en açık biçimiyle ifade edilen haksız talepler, üç-beş milletvekilinin rasgele istekleri değildir. Bunlar, Avrupa Birliği’nin bölgemize yönelik köklü politikalarının sonucudur. 

Avrupa Birliği, 1991 yılında Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, Akdeniz, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu’da hakimiyet kurma çabasına girdi. İsrail’in Filistin’e yönelik saldırısında Avrupa Birliği’nin Filistin yandaşı bir tutum sergilemesinin nedeni, Avrupa Birliği’nin insan haklarına duyduğu saygı değil, bölgedeki uzun vadeli çıkarlarıdır. 

Avrupa Birliği’nin 1991 sonrasında Türkiye’yi yakından ilgilendiren üç ayrı stratejisi vardır. 

Birinci hedef, Akdeniz’in çevresindeki ülkeleri Avrupa Birliği’ne bağlamak, buraları denetim altına almaktır. Bu konudaki politikaları 1992 yılında yeniden biçimlendirildi ve 1995 yılında “Barselona Süreci” adı altında uygulamaya kondu. Buna göre, 2010 yılına kadar güney ve doğu Akdeniz’deki 12 ülke kendi aralarında ve Avrupa Birliği ile birlikte bir serbest ticaret bölgesi, veya diğer bir deyişle, açık pazar oluşturacaklardır. Avrupa Birliği, böylece, Roma İmparatorluğu’ndan beri ilk kez Akdeniz’i tamamiyle kendi denetimi altına almaktadır. 

Akdeniz yeniden, Romalıların deyişiyle, “mare nostrum” (bizim deniz) yapılmak istenmektedir. Bu kavramı, 1930’lu yıllarda Mussolini de sık sık kullanmıştır. Bu politika sayesinde, Avrupa Birliği, güneyini ve doğusunu kaplayan bir tampon bölge oluşturmaktadır. 

Bu tampon bölge aynı zamanda Avrupa Birliği için bir açık pazardır. Ayrıca, bu bölgelerin insangücü, Avrupa Birliği’nin ihtiyaçlarına göre eğitilecektir. Bölgenin doğal kaynakları da öncelikle Avrupa Birliği tarafından kullanılacaktır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’den Kıbrıs ve Ege konularındaki talepleri, Avrupa Birliği’nin Akdeniz politikası açısından hayati önemdedir. 

Güney Kıbrıs’ı Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla kendisine katacak bir Avrupa Birliği, hem doğu Akdeniz’de, hem de Kafkaslar ve Orta Doğu bölgelerinde etkisini artıracaktır. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs ve Ege konularındaki talepleri, Yunanistan’ın Enosis ideali ile de uyumludur; ancak Avrupa Birliği’nin bu konulardaki ısrarının asıl nedeni Yunanistan’ın talepleri değil, Avrupa sermayesinin yayılmacı politikalarıdır. 

Avrupa Birliği’nin ikinci hedefi, Balkanlar bölgesinin de Avrupa Birliği’nin arka bahçesi haline getirilmesidir. Bu konudaki adım, 1999 yılında kabul edilen Güneydoğu Avrupa Paktı veya Balkan Paktı ile atılmıştır. ABD de bu bölgeyi Avrupa Birliği’ne bırakmıştır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’den Patrikhane ve Heybeliada Ruhban Okulu konularındaki talepleri yalnızca Yunan istekleri değil, Avrupa Birliği’nin Balkanlar politikasının önemli unsurlarıdır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ABD’nin hedeflerinden biri, Orta Doğu’da etkili olmaktı. 
Amerikalılar bu amaçla Anadolu’daki Ermenileri protestan yaparak etkileri altına almaya çalıştılar. 

Bu amaçla Anadolu’nun dört bir yanına yüzlerce misyoner okulu kurdular. Dini dış politikanın bir aracı olarak kullanmada önemli başarılar elde ettiler. Benzer bir uygulama, Sovyet sisteminin dağıtılmasında en zayıf halka olan Polonya’da uygulandı. Katolik kilisesinin başına Polonyalı bir papa getirilerek, kilisenin anti-komünist mücadeledeki gücü ve etkisi artırıldı. Balkanlar’da yaşayan halkların önemli bir bölümü hristiyan ortodokstur. Bu bölgede Avrupa Birliği ile Rusya arasında bir çıkar anlaşmazlığı söz konusudur. Yunanistan dışındaki Avrupa Birliği ülkelerinde ortodoks azdır; Yunan halkı ortodokstur. Ancak eğer Fener Rum Patrikhanesine Vatikan benzeri bir evrensel nitelik (“ekümeniklik”) kazandırtılabilirse ve Heybeliada Ruhban Okulu yeniden açılıp özellikle Balkanlar için papaz görevli yetiştirebilirse, Avrupa Birliği’nin Balkanlar’daki gücü ve etkinliği daha da artacaktır. Bu iki konuda Avrupa Birliği’nin talepleri, Avrupa Birliği’nin özellikle Rusya’ya karşı Balkanlar’da hakim olma girişimlerinin unsurları arasındadır. 

Avrupa Birliği’nin üçüncü hedefi, Kafkasya ve Orta Asya’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olmaktır. Avrupa Birliği ülkelerinin sözde Ermeni soykırımı iddialarına sıcak bakmalarının birinci nedeni, özellikle Fransa’nın 1919 yılında Ermenileri kullanarak Anadolu’ya saldırması sonrasında çok sayıda Ermeni’nin Fransa’ya sığınmasıydı. Avrupa Parlamentosu’nun 1987 yılında bu konuda aldığı kararın temel nedeni buydu. Ancak Avrupa Parlamentosu’nun 15 Kasım 2000 ve özellikle de 28 Şubat 2002 kararlarının arkasında, yayılmacı hedefler 
yatmaktadır. Avrupa Parlamentosu’nun sözde Ermeni soykırımına ilişkin 28 Şubat 2002 kararı esasında Güney Kafkasya Kararıdır. Bu kararda, Balkanlar’da uygulanan politikaların benzerinin Azeybarcan, Ermenistan ve Gürcistan’dan oluşan Güney Kafkasya’da da uygulanması istenmektedir. Sözde Ermeni soykırımına ilişkin talep, 12 sayfalık bu uzun 
kararın yalnızca 15. maddesinde 7 satırlık bir bölümdür. Diğer bir deyişle, Avrupa Birliği’nin sözde Ermeni soykırımına ilişkin iddiaları ve talepleri, ortaya üç-beş milletvekili tarafından atılmış ve önemsiz konular değil, Avrupa Birliği’nin Kafkasya ve Orta Asya’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olma çabasının son derece önemli unsurlarıdır. 

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri önümüzdeki aylarda ilginç gelişmeler göstereceğe benzemektedir. Gelişmeler, TÜRK-İŞ’in 11 Aralık 2001 tarihinde yaptığı uyarıları haklı çıkarmaktadır. 

..

İÇİMİZDEKİ HANÇER , FENER RUM PATRİKHANESİ 4





 İÇİMİZDEKİ  HANÇER , FENER RUM PATRİKHANESİ  5






KARŞIT  GİRİŞİMLER VE TEPKİLER ;

(   Son yıllarda birçok ideoloji, küreselleşmenin sonucu olarak büyük bir altüst oluş süreci yaşıyor. Türkiye'deki milliyetçilîk de bunlardan biri...
Küreselleşme, emperyalizmin" Son hali " olarak karşımızda dururken, bugüne kadar onunla pek bir sorunu olmamış bizim "Milliyetçiliğimiz", halının 
altından çekildiğini görünce bîr şeyler yapmak gereğini duyuyor ancak "Düşmanın" büyüklüğü, onunla bir mücadele pratiği olmaması ve bu  mücadelenin gerektirdiği donanım yoksunluğundan dolayı, zaten kendi yazmış olduğu tarihyazımının bize öğrettiği çeşitli kum torbaları yaratıyor; Misyonerlik, Pontus, Patrikhaneler vs. ve o alanda egzersiz yapıyor.

Ankara Ticaret Odası, bir süredir faaliyetleri ve yayınlarıyla, bazı görüşlerin Meclis dışında kalmasının yarattığı boşluğu ikame etmeye çalışmakta, 
başkanı da siyaset sahnesinde kendisine o kesimlerde istikbal aramaktadır.

Yayınların bir serisini de "vatanseverin el kitabı" adını taşıyan broşürler oluşturmaktadır. Bunların sonuncusu olup, İçimizdeki Hançer: Fener Rum 
Patrikhanesi adını taşıyan broşür ise içeriğiyle, "vatanseverleri" değil bilgilendirmek; gayri ciddiliğî, tutarsızlıkları ve açık hataları ile, zaten 
önyargıların hakim olduğu azınlıklar alanında düşmanlıkları sürdürmeye davet etmektedir.

Broşüre konu olarak bu alanın en görünür yüzü olan Rum Patrikhanesi'nin seçilmesinin de anlamı budur. Oysa broşürün derdinin yalnız Patrikhane değil, azınlıklar olduğu açıkça görülmektedir.

Kapağına, neden bir Slav kilisesi fotoğrafı konduğu anlaşılamayan;, "Hıristiyan dünyasının, 'Müslüman -Türk kimliğinin kökü mutlaka kazınacaktır' yemini ile başlayan süreç, son günlerde büyük bir ivme kazandı" (s. 3) gibi, ne zaman, nerede ve kim tarafından çıkarıldığı belli olmayan ama muhafazakâr kesimler için arada sırada hatırlatılması pek faydalı olan bir söylence ile başlayan broşür, cumhuriyet dönemi Türk tarihyazımına bu alanda hakim olmuş İfadeleri tekrar etmekte ama bunları kanıtlama zahmetine de girişmemektedir.

Broşüre göre "Türkiye'de, Lozan Antlaşmasına göre, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler azınlık olarak kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti azınlıkların 
belirlenmesinde dini mensubiyet esas kriter olarak alınmıştır." (s.5).

BU gruplar Lozan Antlaşmasının neresinde yazmaktadır? Lozan'da hiçi dini grup adı geçmez ki! Ama bu grupları azınlık olarak sunduktan sonra broşürümüz, Lozan Antlaşmasında Rumlar dışında açıkça belirlenmiş bir azınlık olmamasına rağmen 42. maddenin, "Türkiye Hükümeti azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve diğer dinsel kurumlara her türlü koruma sağlamayı yüklenir' hükmünün hoşgörülü yorumlanmasının sonucu Ermeni ve Yahudiler de azınlık haklarından yararlanmışlardır" (s.6-7) gibi, 2004 yılına kadar Lozan Antlaşmasını okuyanların nedense göremediği bir ucubeyi ortaya atmaktan çekinmemektedir.

Demek ki broşüre göre, yukarıdaki maddede geçen "azınlık yalnız Rumlardır ama hoşgörülü Türkiye bu maddelerden Ermeni ve Yahudileri de yararlandırmıştır. İyi de hoşgörülü Türkiye'nin hoşgörüsü sınırlı mıdır ki, örneğin Süryanileri bu haklardan mahrum bırakmaktadır.

Sıra azınlıklara hoşgörüden, artık hoşgörü gösterilemeyecek onun bir kurumuna, Patrikhane'ye gelmiştir: "Her fırsatta, Türk yurdunun bölünüp parçalanması için faaliyet gösteren Fener Rum Patrikhanesi 'ekümenik' yani evrensellik unvanını almak için yıllardır sürdürdüğü savaşı kazanmak üzeredir." /s.3) 1918-1922 arasındaki işgal yıllarında Patrikhane'nin Venizelos tarafından gönderilmiş, Osmanlı vatandaşı olmayan patriğinin ve bazı metropolitlerinin işgal güçleriyle işbirliği yaptığı doğrudur.

Ancak savaşın kazanılması ve Lozan antlaşmasının imzalanmasıyla bu gibiler temizlenmiş, bu tarihten sonra patrikler hükümetin onayından geçen adaylar arasından seçilmişlerdir.

Dolayısıyla o günden beri, yukarıdaki suçlama nedeniyle hukuken takibata uğramış, ceza almış herhangi bir patrik bulunmamaktadır. 

Ancak "ulusal çıkarlarımız" bu "düşman"m her gün parmakla gösterilmesini, unutkan Türk zihinleri için gerekli kılmaktadır. Eğer yukarıdaki suçlama doğru ise, ilgili belgeler açıklanmalı ve bugüne kadar bu konuda hukukî bir işlem yapmayan sorumlular açığa çıkarılmalıdır.


"Türkiye'de yaşayan Rum ve Ermeni azınlık ile Diaspora Ermenileri ve Rumların Yunanistan'ın öncülüğünde Türkiye aleyhtarı faaliyetlerini sürdürecekleri..." (s. 20) öngörüsünü yapmakta broşürümüz.

Gerçekten, Türkiye'de bu bizi bölmek parçalamak isteyen azınlıklarla ilgili belgeler neden "gizli", "çok gizli" ya da "hizmete özel" statüsündedirler? 
Neden onların gerçek yüzleri "vatanseverlerden" gizlenmektedir? Neden devletimiz "koynumuzda beslediğimiz" azınlıklarla ilgili belgelerini kendine 
saklamakta, bu faaliyetleri öğrenmek isteyen vatanseverlerle paylaşmamaktadır!

Bu başlıktaki bir broşürde Ermenilerin ne işi var diye sorabilirsiniz. Meğer İstanbul Ermeni Patrikhanesi, Eçmiyadzin Katolikosluğu'na bağlıymış ve 
"...Büyük Ermenistan'ın kurulması ve Ermenistan ile birleşmesi yönünde faaliyetlerini sürdürmekte..." imiş. (s. 19)

"Sözde soykırım törenleri; 1997 yılında geçen yıllara oranla daha sessiz ve olaysız geçmiş..." (s. 19) Allah Allah, bunlar neredeki törenler ve 1997 
de nereden çıktı denilebilir. Elde o yılın "değerlendirme raporu" varmış demek ki!

Meğer Heybeliada Ruhban Okulu, "Rum militanların Bekaa Vadisi" imiş, üstelik "Fener Rum Patriği Bartholomeos müjdeyi (!) vermiş... okul 8 Ağustos'ta açılacak [mış.]" (s. 4) Kimdir bu militanlar? Nerede savaşmışlar ve eylem yapmışlardır? Madem Rum Patriği bu kadar güçlüdür de, neden okul onun verdiği tarihte açılmamıştır?

Bu broşürün tek bir kalemden çıktığını kabul etmek mümkün değildir. Çünkü aynı kişi bir sayfa önce, "...Patrikhane [Lozan'da]...bir 

Türk kurumu olarak kabul edildiğinden" (s. 5) deyip, arkasından "...varlığını ve faaliyetlerini Ayayorgi Kilisesi ve Manastırı Vakfı binalarında misafir olarak sürdürmektedir" (s. 6) diyebilmektedir.

Bir Türk kurumu Türkiye'de nasıl misafir olabilir? Ve eğer Patrik "bir memur statüsünde" (s. 6) ise, devletten neden maaş almamaktadır, 657'ye tâbi mîdir, Türkiye'de "emekli" patrik mevcut mudur gibi sorulara yanıt verilmesi gerekmektedir.

Yine aynı kişi, "...Ekümeniklik vasfı taşımayan..." (s. 6) Patrikhane'nin, "...statü itibariyle 'Eşitler arasındaki birinci" (s. 24) olduğunu yazabilir mi? 
Eğer ekümenik değilse, nasıl "...İstanbul'da Ortodoks Patrikler Toplantısı..." (s. 8) düzenleyebilmektedir? örneğin Moskova Patriği neden böyle bir toplantı yapamamaktadır, şeklindeki soruları çoğaltmak mümkündür.

Patrikhane, "1950'li yıllardan sonra Kuzey ve Güney Amerika, Avustralya, Girit, Onîkiadalar ve Yunanistan'ın Aynaros Kasabası (20 manastırlı) kiliselerini dini yönden kendisine bağlamıştır" (s. 8) denmektedir ancak, yarı-özerk Girit Kilisesi, Onikiada, Aynaroz hîç Patrikhane'den ayrılmamışlardır ki!

Amerika Kilisesi 1922'de, Avustralya ise 1924'te Patrikhane'ye bağlanmışlardır.

Herhangi bir dinî eğitim almamış, bir sinod tarafından seçilmemiş olduğu halde "Türk , Ortodoks Patriği" olarak tanınan Selçuk Erenerol'dan (2002 yılında hayatını kaybettiği halde, yaşıyormuş gibi) "Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi İstanbul Baş Episkoposluğu Vakfı Temsilcisi" (s. 11) olarak bahsedilmesi de, "resmî sıfatının" ne olduğunu göstermesi bakımından manidardır.

Broşüre göre, "...Patrikhanenin tüzel kişiliği de bulunmamaktadır" (s. 6) ki doğrudur, o zaman aynı kişi nasıl olup da, "bilindiği gibi Fener Rum Patrikhanesi, Lozan Anlaşması gereğince 'Azınlık statüsünde'dir" (s. 12) ya da "mülkiyetine sahip olduğu çevre araziyi yerleşime kapatarak, kendi kontrolüne almaya çalışacaktır" (s. 13) diyebilmektedir? Hem yukarıda tüzel kişiliği yok diyeceksin, hem "azınlık statüsünde" diyeceksin, hem de mülklere sahip diyeceksin, olmaz ki!

"Türkiye bunu [ekümenikliğini] tanıdığı anda artık Patrikhaneyi kontrol edemeyecektir." (s. 12) Laik bir devletin, dinî bir kurumun dinî bir unvanını tanıması da ne demektir? Sorun bakalım Fransa'ya, ülkesinde herhangi dinî bir kurumu resmen tanıyor muymuş? Hem bu ekümeniklik bir de , "Yasalarüstü" olmak anlamına v mı gelmektedir?

Broşürde yer alan, "Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının vesayetinden ve engellemelerinden kurtulmak"tan başlayıp, "Vatikan'ın (Bizans'ın) resmen 
kuruluşu" ile sona erecek Patrikhane'nin beş aşamalı planının (s. 12-14) Patenti Mehmet Çelik'e aittir. (EM/BA)

*  (Elçin Macar: Yıldız Teknik Üniversitesi   )

http://bianet.org/bianet/siyaset/49704-icimizdeki-hancer-fener-rum-patrikhanesi


..


Çözüm Sürecinde Kelime Oyunları Ve Türkiye Cumhuriyeti'ne Kurulan Tuzak!






Çözüm Sürecinde Kelime Oyunları Ve Türkiye Cumhuriyeti'ne Kurulan Tuzak! 







Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
13 Şubat 2015 Cuma

Cahit Armağan DİLEK 

Çözüm Sürecinde Kelime Oyunları Ve Türkiye Cumhuriyeti'ne Kurulan Tuzak!  
İç ve dış politikada sıkışan AKP iktidarı kendisini en çok zorlayan projesinden 
biri olan çözüm sürecinde 7 Haziran seçimleri öncesinde elini rahatlatacak yeni 
bir hamle başlatmış gibi gözüküyor. Ama görünen o ki bu hamle aslında AKP 
iktidarının önünü açmayacak PKK devletçiğinin önünü açacaktır.

Aslında toplumun büyük tepkisini çeken PKK ile müzakere sürecinde tepkilerin 
azaltılması için zaten gizli yürütülen müzakereler hakkında tam bir sessizlik 
politikasına geçilmişti. Yaklaşık bir aydır çözüm süreciyle ilgili hiçbir açıklama yapılmamış konu adeta gündemden düşürülmüştü. Kandil'den bile her zaman yaptıkları ters/tehdit dolu açıklamalar gelmedi.

Ancak 04 Şubat 2015'te HDP heyetinin İmralı ziyareti sonrasında yeni bir algı 
operasyonun sahneye konduğunu görüyoruz.  HDP'lilerin son günlerde yaptığı 
açıklamalar sanki önemli bir gelişme yaşanacakmış havası veriyordu. AKP ve 
Öcalan'ın anlaştığı ama Kandil ayak direttiği ve ikan edilmeye çalışıldığı 
haberleri sızdırıldı. Bu sabah HDP heyetinin Kandil'e gittiği, iyi haberlerle 
dönmelerinin beklendiğine yönelik umut sömürüsü içeren haberlerle birlikte 
hükümetin görüşlerini yansıtmasıyla tanınan gazeteci Abdülkadir Selvi bugün (13 Şubat 2015) PKK'nın silah bırakması "AN MESELESİ" ana başlığıyla bir haber yapıyor. Haberin devamındaki alt başlıkta  "Çözüm sürecinde tarihi an çok yakın. İmralı’da Öcalan, “PKK tüm unsurlarıyla silah bıraksın. Artık silahlı mücadele bitmiş, siyasi mücadele başlamıştır” deniyor.

Ancak haberin detayında   <<Öcalan’ın Kandil'e ulaştırılmasını istediği 
mesajında, “TÜRKİYE TOPRAKLARINDA SİLAHLI MÜCADELE SONLANDIRILMIŞTIR. 2013 yılı Nevruz ayında yayınlanan mesajımda da olduğu gibi artık silahlı mücadele bitirilmiş, siyasi mücadele dönemi başlamıştır. Silahlı mücadelenin bitirildiği yönündeki çağrımın uygulanması için PKK bileşenlerinin acilen kongreyi toplayıp, silahsızlanma kararının alınmasını gerekmektedir” dediği, mesajın Kandil’e ulaştırıldığı, ancak Kandil’in bunun kamuoyuna açıklanmasını engellediği,  mutabakat sağlanırsa silahlara son verecek çağrı, hükümet ve HDP tarafından ortak bir açıklamayla duyurulacak>>   deniyordu. 

İşte kelime oyunları burada başlıyor. Haberin ana ve alt başlığında verilen 
mesajla detayındakiler birbirinden çok farklı. Aslında PKK'nın silah bıraktığı 
falan yok, çözüm sürecinin başlangıcında ilan edilen eylemsizlik yani onlara 
göre ateşkesin başka kelimelerle ifadesi. Çünkü teorik yada sanal olarak terör 
örgütü şuanda sözde silahlı mücadeleye ara vermiş durumda. Neymiş Türkiye'de silahlı mücadele yapmayacakmış! Ama silahı ellerinde bulundurmaya, hükümete ve TBMM'ye karşı baskı ve tehdit unsuru olarak kullanmaya devam edecekler, taleplerinin yazılı olarak anayasa ve yasalara geçmesini bekleyecekler.

Haberde vurgulanan diğer bir konuda HDP ve AKP hükümetinin "ortak" bir 
açıklamayla bunu duyuracak olmasıdır. "PKK silah bırakıyor" ana başlığıyla 
yapılacak ortak bir açıklamayla artık "resmen" müzakerelere geçildiği de 
duyurulmuş olacaktır. Aslında yazılı bir kağıda gizli olarak atılmış bir imzadan 
daha etkili bir yöntem. Bu ortak açıklama PKK'nın elindeki en büyük kozlardan 
biri olacaktır.

Bu yapıldıktan sonra hükümetin de eli rahatlamış olacaktır. Ne de olsa 
Türkiye'nin 30 yıllık baş belası PKK terör örgütüne silah bırakma kararı (!) 
aldırılmıştır. Artık  Kandil ve İmralı'daki teröristbaşının taleplerinin 
(Öcalan'ın 2015 Nevruz'unda görüntülü olarak Diyarbakır'da halka hitap etmesinin sağlanması, müzakere heyetlerinin oluşturulması, Öcalan'ın sekreteryasının adaya yerleşmesi, Öcalan'ın başmüzakereci olarak iletişim imkanlarının artırılması, muhtemelen adada bir eve çıkarılması, müzakereyi gözleyecek üçüncü göz  ekibinin oluşturulması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi bazı yasal düzenlemelerin yapılması vs vs ) yerine getirilmesinde hiçbir engel kalmayacaktır. Bunu yapacak AKP hükümetinin elinde bütün eleştirileri ve suçlamaları savuşturacak kocaman bir yalan vardır: PKK silah bırakacağını açıkladı!

Peki bu durum sahada ve günlük hayatta taraflara ne sağlayacak? AKP iktidarı 
seçimlere kadar elini rahatlatmış olacaktır, çünkü bu ortak açıklama ve 
İmralı'daki şartların rahatlatılması karşılığında PKK'dan seçimlere kadar  hükümeti rahatsız edecek türde terör eylemleri yapılmayacağı gibi bir söz 
(aslında bölgede şuan yaşanan durumdan farklı bir şey olmayacak) almış 
olacaktır. Anayasal değişiklik gerektiren talepler için de mecburen seçimler 
beklenecektir. PKK da bunu anlayışa(!) karşılayacaktır.

PKK/KCK/Öcalan cephesi ise çözüm süreci kurgusunda yeni başarıları kendi 
hanesine yazdırmış olacaktır. Artık PKK terör örgütü Türkiye Cumhuriyeti ile 
resmen müzakere yapan bir pozisyon kazanmıştır.  Seçimlerde AKP kazanmasa bile yeni gelecek hükümetin karşına resmi bir muhatap olarak çıkacaktır. Doğu ve güneydoğuda 2013 başından buyana sürdürdüğü devlet uygulamalarına devam edecek ve daha pekiştirecektir. Çünkü bölgede hükümetin ve devletin şimdiki tutumu (polis/jandarma karargah ve kışlada hapis, operasyon yok, sokağa çıkmak yok, sokak PKK'ya emanet) devam edecektir. 7 Haziran seçimleri tamamlandığında ise tek eksik bölgede fiilen oluşan özerk/federal bölgenin anayasaya geçirilmesidir.

Tabi bunun nasıl gerçekleşeceği seçim sonuçlarına göre olacaktır. (1) Eğer HDP 
barajı geçer AKP de birinci parti olursa TBMM'de anayasa değişikliği yapmak 
kolaylaşacaktır. (2) Eğer HDP barajı geçemezse ve AKP yine tek parti olarak 
anayasayı değiştirecek sayıyla iktidara gelirse, elindeki silaha ve henüz 
bilemediğimiz ama AKP'ye karşı şantaj olarak kullanabileceği bilgi ve belgelere 
sahip PKK'nın talepleri yine AKP tarafından anayasaya yansıtılacaktır. AKP'nin 
bunu topluma anlatmak için kullanacağı argüman da şu olabilecektir: Geçen 2-3 
senede çözüm sürecinde kandırılmışız, bölgede fiili bir durum oluşmuş, PKK kamu düzenini ele geçirmiş, bölgede özerk bir yapı fiili bir işgal var, bunu geri 
döndürmek savaş demek yine analar ağlasın demektir, biz anaların ağlamasını 
istemiyoruz, dolayısıyla fiili durum neyse onun anayasal ve yasal gereğini 
yapacağız.  (3) HDP barajı geçemez, AKP de iktidar olacak çoğunluğu alamazsa 
yeni gelecek hükümetin karşısında resmi müzakerenin muhatabı olan eli silahlı, 
doğu ve güneydoğuda devlet hakimiyetini ele geçirmiş bir terör örgütü 
bulacaktır. Maalesef o hükümetin seçeneği de çok fazla olmayacaktır.

Çünkü haberlere ve devletin raporlarına yansıdığı şekilde PKK büyük bir 
ayaklanma için Türkiye topraklarında silah, patlayıcı, eleman konuşlandırmaktadır.  Dolayısıyla yukarıda saydığımız olasılıkların yanında PKK 
gerek kendi içindeki (İmralı-Kandil ayrılığı) sorunlardan kaynaklanan ya da 
bölgesel konjonktürün yaratacağı bir tehdit/fırsat ortamında, AKP hükümetinin 
taleplerini karşılamadığı gerekçesini öne sürerek arkasına aldığı dış destekle 
de 7 Haziran seçimlerini beklemeden de bir ayaklanma başlatabilir. Bundan 
PKK'nın bir askeri zaferle çıkabilmesi mümkün olmasa da sonuçta kaybeden ve 
zarar gören Türkiye olacaktır.

Görüldüğü üzere AKP hükümeti ve HDP'nin ortak açıklamasıyla duyurulacak "PKK silah bırakıyor" beyanı basit bir açıklama olamayacaktır. Böyle bir açıklama aslında Türkiye Cumhuriyeti'nin bekasına yönelik bir tehdittir ve 2013 yılı başında başlatılan çözüm süreciyle kuruluna tuzağın sağlamlaştırılması ve 
tamamen kilit altına alınmasıdır.Çözüm sürecinin başından bu yana kamuoyuna 
yansıyan haberler, devletin kurumlarının raporları ve bizzat hükümet tarafından 
yapılan PKK terör örgütünün çözüm sürecinde verdiği hiçbir sözü yerine getirmedi açıklamalarına rağmen hükümet halen süreci devam ettiriyorsa yukarıda söylediklerimizin gerçekleşmesi sonrasında söyleyeceği "kandırılmışız, safmışız, iyi niyetimizi istismar ettiler vs" açıklamaları da inandırıcı olmayacak, 
yanlışlarını/hatalarını/suçlarını ortadan kaldırmayacaktır. 

Bu girişimin bugünlerde alevlenmesinin ve de hızlandırılmasının ayrı bir önemi 
var. Eğer bu ortak açıklama yapılacaksa bunun Öcalan'ın yakalandığı 15 Şubat'a 
denk getirilmesi de hem AKP hükümeti hem de PKK açısından simgesel anlamı 
olacaktır. Öcalan'ın 15 Şubat 1999 yakalandığını 16 Şubat'ta Başbakan Ecevit 
açıklamış, Nisan'da yapılan seçimlerde de birinci parti olmuştu. AKP de 
şimdilerde benzer bir hesabı yapıyor olabilir. Aynı şekilde şimdi 15 veya 16 
Şubat 2015'te yapılacak açıklamayla Öcalan'ın halen içeride olduğu süreçte 
PKK'nın silah bırakacağının duyurulması AKP hükümeti için avantaj yaratacağı 
düşünülmüş olabilir. PKK açısında da yakalanmış liderlerinin hapishanede 
geçirdiği 16 yıl sonrasında (gerçekte silah bırakmadan) başmüzakereci olarak 
Türkiye Cumhuriyeti devletiyle müzakere masasına oturmuş ve taleplerini kabul 
ettirmiş olarak sunulacaktır. Yani PKK ve AKP açısından kazan-kazan durumu söz konusu olabilecektir.

Bakalım zaman neler gösterecek...

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/02/13/8056/cozum-surecinde-kelime-oyunlari-ve-turkiye-cumhuriyetine-kurulan-tuzak

************

Cahit Armağan DİLEK
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Çözüm Sürecinde Kelime Oyunları Ve Türkiye Cumhuriyeti'ne Kurulan Tuzak! 
  2015'de Türkiye ve Dünyada Beklenen Kriz ve Çatışmaların Olasılıkları, 
  Etkileri ve Öncelikleri  
  Hükümetin Kamu Düzeni Sağlansından Kastı  
  ABD'nin IŞİD konulu "Harp Oyunu"; IŞİD'le mücadelede neler olacak?  
  ABD Düğmeye Bastı: Batı Kürdistan Kuruluyor, Öcalan Özgür Kalıyor 
  IŞİD tehdidinin "Kazananları" ve "Kaybedenleri" 
  IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş 
  Mi Çekiliyor? 
  Türkiye'nin Cumhurbaşkanını Seçmek; Kim Seçilirse Ne Yapar, Hangi Kararları 
  Alır? 
  Başbakan'ın "Terörün Nedeni" Tanımlaması ve Türkiye'yi Bekleyen Tehlikeler 
  PKK'nın zaferini, Öcalan'ın Özgürlüğünü, Kürdistan'ın kuruluşunu, Türkiye'nin 
  bölünüşünü ilan eden kanun 
  TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? 
  Üç Kollu Gemi Halatı ve Yeni MİT Yasası 
  AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda 
  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve 
  Cemaat 
  İki Buçuk Savaş Tehdidinden "İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi"ne 
  Dönüşen Türkiye'nin Beka Sorunu 
  Amerikan İstihbaratının 2014 Yılı Küresel Tehdit Değerlendirmesi ve 
  Türkiye'nin Durumu 
  ABD-Romanya Stratejik Ortaklığı; ABD Artık Sürekli Karadeniz'de  
  ABD Enerji Alanında da Süper Güç Oluyor 
  Tokyo 2020; Küresel Güç Dengeleri ve Asya-Pasifik'in Yükselişi 
  Esad'ı Cezalandırmak ve Askeri Operasyonun Sürpriz Etkisi 
  Amerikan Ordusu Suriye’de Askeri Harekâta Hazır mı ve Sürdürebilir mi? 
  ABD Suriye'yi Neden Vurmalı, Neden Vurmamalı?  
  PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri 
  Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: 
  PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. 
Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

  
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR

12 Ocak 2015 Pazartesi

HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE Bölüm 9

HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE  Bölüm 9


RAUF BEY, LOZAN ANTLAŞMAS'NI YAPAN İSMET PAŞA'YI KUTLAMA VESİLESİYLE MONDROS ETEŞKES ANLAŞMASI'NI YAPAN KENDİSİNİ 
SAVUMAYA ÇALIŞIYOR YAPAN KENDİSİNİ SAVUNMAYA ÇALIŞIYOR

Efendiler,Rauf Bey, Lozan Antlaşması'nı yapan ve ona imzasını koyan İsmet Paşa'yı tebrik vesilesiyle, kandisinin yaptığı ve imzasını koyduğu Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan bahsetmeyi ise onu ne kadar önemli ve yüksek amaçlarla imza ettiğini söyleyerek kendisini savunmayı gerekli görüyor.

Mondros Ateşkes Anlaşması, Osmanlı Devleti'nin müttefikleriyle birlikte uğradığı acı yenilginin yüz kızartacak bir sonucudur. O anlaşma hükümleridir ki, Türk topraklarını yabancıların işgaline sundu. O anlaşmada kabul edilen maddelerdir ki, Sevres Antlaşması hükümlerinin de kolaylıkla kabul ettirilebileceği düşüncesini yabancılara mümkün ve akla yatkınmış gibi gösterdi.

Rauf Bey, o ateşkes anlaşmasını "milletimizin dünya barışını sağlamakta ne büyük bir âmil olduğunu fülî olarak ispat etmek amacıyla" imzaladığını, 
söylüyorsa da, bu hayalî cümle ile kendinden başka kimseyi avutmaz. Çünkü böyle bir amaç yoktu.

Rauf Bey 'in, telgrafına Mondros Ateşkes Anlaşması ile başladığına bakılırsa, bu anlaşmanın Lozan Konferansı için bir başlangıç olduğunu ve Lozan barışının da Rauf Bey 'in yaptığı Mondros Ateşkes Anlaşması'nın sonucu olduğunu söylemek eğiliminde bulunduğuna hükmedilebilir.


RAUF BEY ZAFERLER KAZANMIŞ ORDUNUN BAŞINDA LOZAN'A GİDEN ZATA ZAFERDEN ZAFERE YÜRÜYEN ORDUNUN HİKAYESİNİ ANLATIYOR

R a u f B e y, telgrafında Sevres Antlaşması yüzünden Türk milletinin uğradığı saldırıları, buna karşı milletin nasıl ayaklandığını,nasıl yılmaz ve yenilmez bir ordu kurduğunu ve kahraman komutanlarımızın sevk ve idaresi ile nasıl zaferden zafere yürüdüğünü hikâye ediyor. R a u f B e y, bu hikâyeyi İ s m e t P a ş a ' ya, o zaferler kazanmış ordunun başından Lozan'a gitmiş olan zata anlatıyor. R a u f B e y, bu başarı ve zaferleri hükûmetin kazandığını anlatabilmek için de parlak bir cümle bulmuştur : Lozan barış görüşmelerinin aylardan beri devam ettiğine de işaret ederek üstü kapalı bir şekilde işin uzatıldığını belirtmekten kendini alamamıştır. R a u f B e y, "Antlaşmanın yapılmasındaki çalışmalarından dolayı Delegeler Hey'eti'ni tebrik ederken,Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan başlayarak, bütün inkılâbımızın bir özetini yapmak suretiyle, Delegeler Hey'eti'ne yaptıkları antlaşmanın nasıl ve ne olduğunu da anlatmak gayretine düşmüştür. Bir tek teşekkür kelimesini bile içine almayan bu yazıların ne anlama geldiğini kavramak, dikkatli ve incelikleri görebilen kimselerce elbette güç değildir.


RAUF BEY, İSMET PAŞA İLE KARŞI KARŞIYA GELEMEM ONUN KARŞILANMASINDA BULUNAMAM DİYOR

Efendiler, Delegeler Hey'etimiz görevini tamamladıktan sonra, Ankara'ya dönmek üzere yolda bulunuyordu. Herkes Delegeler Hey'eti'ni yakından 
alkışlamak için can atıyordu. O günlerdeydi. Hükûmet Başkanı R a u f B e y, Meclis ikinci Başkanı bulunan A l i F u a t P a ş a ile birlikte, Çankaya'da bana geldiler.

R a u f B e y; ben, dedi İ s m e t P a ş a ile karşı karşıya gelemem. Onun karşılanmasında bulunamam. Müsaade ederseniz, o geldiği zaman Ankara'da bulunmak için, seçim bölgemde dolaşmak üzere Sıvas'a doğru bir geziye çıkayım.

R a u f B e y'e bu şekilde davranmasına bir sebep olmadığını,burada bulunan İ s m e t P a ş a 'yı bir Hükûmet Başkanı'na yaraşırcasına karşılamasının ve görevini başarı ile sona erdirdiği için onu sözle de takdir ve tebrik etmesinin uygun olacağını söyledim.

R a u f B e y, "kendime hâkim değilim; yapamayacağım" dedi ve geziye çıkma hususunda ısrar etti. Hükûmet Başkanlığı'ndan ayrılması şartıyla çıkmasını kabul ettim.


RAUF BEY, DEVLET BAŞKANLIĞI MAKAMININ GÜÇLENDİRİLMESİNİ TEKLİF EDERKEN NE DÜŞÜNÜYORDU

Ondan sonra, R a u f B e y 'le aramızda şu konuşma geçti :

R a u f B e y, "Hükûmet Başkanlığı'ndan çekilirken, sizden çok rica ederim" dedi "Devlet Başkanlığı makamını güçlendiriniz."

R a u f B e y'e : "Dediğinizi yapacağıma kesin olarak güveniniz! " cevabını verdim.

R a u f B e y 'in ne demek istediğini ben pek güzel anlamıştım.

R a u f B e y, Devlet Başkanlığı makamı olarak, hilâfet makamını düşünüyor, o makama kuvvet ve yetki sağlamamı benden rica ediyordu.

R a u f B e y'in, benim olumlu cevabımla ne demek istediğimi anlayıp anlamadığı belli değildir. Daha ileriki bir tarihte, Cumhuriyet'in ilânından sonra, kendisiyle Ankara'da yaptığım bir görüşmede, Cumhuriyet'e niçin karşı olduğunu sorduğum ve yapılmış olan şeyin, Ankara'dan ayrılırken, benden yapılmasını rica ettiği ve benim söz verdiğim işten başka bir şey olmadığını söylediğim zaman : "Ben, demişti, Devlet Başkanlığı makamını güçlendiriniz derken, asla Cumhuriyet ilânını düşünmüş ve kastetmiş değildim."

Oysa, Efendiler, benim verdiğim cevabın anlamı tamamen o idi. Gerçekten de, millî hükûmetimizin niteliği Cumhuriyet Hükûmeti olduğu halde, bence onu kesin olarak ifade ve ilân etmemek ve Devlet Başkanlığı makamı ile Türkiye Büyük Millet Meclisi makamını bir tek makam halinde bulundurmak bir zayıflık teşkil ediyordu. İlk fırsatta Cumhuriyeti resmen ilân etmek ve Devlet Başkanlığı'nı Cumhurbaşkanlığı makamında temsil ederek kuvvetli bir durum yaratmak şarttı. R a u f B e y 'e bunu yapacağıma kesin olarak söz vermiştim. Eğer ne demek istediğimi kavrayamamışsa, sanırım ki eksiklik bende değildir.


MEMLEKETE VE MİLLETE KİMLER HİZMET EDERSE HAVARİ ONLARDIR

A l i F u a t P a ş a ile de kısa bir görüşme yapıldı. F u a t P a ş a, bana şöyle bir soru sordu : "Senin şimdi "havari"lerin kimlerdir? 
Bunu anlayabilir miyiz?"
Ben bu sorudan bir şey anlayamadığımı söyledim. Paşa, ne demek istediğini açıkladı. O zaman ben de şunları söyledim :
Benim "havari" lerim yoktur. Memleket ve millete kimler hizmet eder, bu hizmete lâyık ve muktedir olduğunu gösterirse, "havari" onlardır.


RAUF BEY'İN HÜKÜMET BAŞKANLIĞI'NDAN, ALİ FUAT PAŞA'NIN BÜYÜK MİLLET MECLİSİ İKİNCİ BAŞKANLIĞI'NDAN ÇEKİLMELERİ

R a u f B e y, Hükûmet Başkanlığı'ndan çekildi. İçişleri Bakanı olan A l i F e t h i B e y, aynı zamanda Hükumet Başkanlığı'na seçildi ( 13 Ağustos 1923 )

Bir süre sonra, 24 Ekim 1923 tarihinde, A l i F u a t P a ş a da Meclis İkinci Başkanlığı'ndan çekilerek, ordu müfettişliğine, tayinini rica etti. 
F u a t P a ş a 'ya ünvanı İkinci Başkan olmakla birlikte, mevkinin ve görevinin pek önemli olan Meclis Başkanlığı olduğunu söyleyerek, görevine devam etmesini tavsiye ettim. F u a t P a ş a, politikadan hoşlanmadığını, hayatının bundan sonrasını askerlik mesleğine vermek istediğini ileri sürerek, isteğinin yerine getirilmesi ricasında ısrar etti.F u a t P a ş a'nın rütbesi tümgeneral idi. Komuta edeceği orduda korgeneral rütbesinde kolordu komutanları vardı. Geçmiş hizmetlerini göz önünde bulundurarak kendisini korgeneralliğe yükselttik ve karargâhı Konya'da bulunan İkinci Ordu Müfettişliği'ne tayin ettik.

K â z ı m K a r a b e k i r P a ş a da, daha önce aynı düşüncelerle Meclis'ten ayrılmış ve ordu müfettişi olarak Birinci Ordunun başına geçmiş bulunuyordu.


YENİ TÜRKİYE DEVLETİ'NİN BAŞKENTİ:ANKARA

Efendiler, Lozan Antlaşması'nın eklerinden olan düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma protokolu uygulandıktan sonra, yabancı işgalinden 
tamamen kurtulan Türkiye'nin toprak bütünlüğü fiilî olarak sağlanmıştı. Artık yeni Türkiye Devleti'nin başkentini bir kanunla tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye'nin başkenti Anadolu'da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu.

Bu seçimde, coğrafî durum ve askerî strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce tespit ederek, içten ve dıştan gelen kararsızlıklara bir son vermek şarttı. Gerçekten de, bilindiği üzere, başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul'un yeni milletvekillerinden bazıları, R e f e t P a ş a başta olmak üzere, İstanbul'un hükûmet merkezi olarak kalması gereğini bazı örneklere dayanarak ispat etmeye çalışıyorlardı. 
Ankara'nın gerek iklim, gerek ulaştırma araçları ve gelişme kabiliyet ve istidadı ve gerekse mevcut tessisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun ve elverişli olmadığını söylüyorlar; İstanbul'un "payitaht" olması lâzımdır ve mutlaka olacaktır, diyorlardı. Bu ifadeye dikkat edilirse, bizim "başkent" deyimiyle kastettiğimiz anlam ile, bu ifadelerdeki "payitaht"deyimini kullananların görüşleri arasında bir fark bulmamak mümkün değildir. 
Bundan dolayı, bu konuda zaten kesinleşmiş bulunan kararımızı resmen ve kanunî yoldan ilân ettirerek,"payitaht" sözünün de yeni Türkiye Devleti'nde 
kullanılmasına gerek kalmadığını göstermek lâzım, geldi. Dışişleri bakanı İ s m e t P a ş a,9 Ekim 1923 tarihli tek maddelik bir kanun tasarısını Meclis'e teklif etti. Altında daha on dört kadar zatın imzası bulunan bu kanun teklifi,13 Ekim 1923 tarihinde uzun görüşme ve tartışmalardan sonra çok büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Kabul edilen kanun maddesi şudur : "Türkiye Devleti'nin başkenti Ankara şehridir."


MECLİS'TE FETHİ BEY'İN BAŞKANLIĞINDAKİ HÜKÜMET'E VE FETHİ BEY'İN ŞAHSINA KARŞI SATAŞMALAR VE TENKİTLER BAŞLADI

Efendiler, çok geçmeden, Meclis'te, F e t h i B e y'in başkanlığındaki hükûmete ve özellikle F e t h i B e y in şahsına karşı sataşmalar ve tenkitler başladı. Anlaşıldığına göre, milletvekillerinde bakan olma istek ve hevesi çoğalmıştır. İşbaşında bulunan bakanları beğenmiyorlardı.

Yeni seçimde, partimiz adına milletvekillikleri sağlanmış olan birtakımları da Hükûmet aleyhindeki cereyanları körükleyerek kendi maksatlarına göre 
yararlanma fırsatları hazırlamaya çalışıyorlardı. Muhalefete geçecekleri sezilen milletvekillerinin meclis çoğunluğunu aldatarak Hükümet'e ve Meclis'e karşı hâkim bir duruma geçmek maksadını güttükleri anlaşılıyordu.

F e t h i B e y, dikkatini ve çalışma gücünü Hükûmet Başkanlığı görevinde yoğunlaştırabilmek için İçişleri Bakanlığı'ndan istifa etti. Aynı tarihte, 
A l i F u a t P a ş a 'nın çekilmesi ile Meclis İkinci Başkanlığı da boşaldı (24 Ekim 1923).

Bizimle görüşte ve yapılan çalışmalarda uzlaşma ve işbirliği aramayı gerekli bulmaksızın bağımsız ve gizli çalışan bir grup belirdi. Bu grup, iyi niyetli ve hakkı tutar gibi görünerek bütün parti üyelerini kendi görüşlerine çekmekte başarılı olmaya başladı. Örnek olarak, bir parti toplantısında, İçişleri Bakanlığı'na Erzincan milletvekili bulunan S a b i t B e y 'in, Meclis İkinci Başkanlığına da İstanbul'da bulunan R a u f B e y' in Meclis'ce seçilmesini karar altına aldırdı (25 Ekim 1923).

Oysa, ben, S a b i t B e y'in İçişleri Bakanı olmasını uygun görmemiştim. S a b i t B e y 'in bazı illerin valiliklerinde bulunmuş olmasını, yeni Türkiye'nin yeni şartlara bağlı iç işlerini idare edebileceğine yeterli bir delil sayamıyordum.

R a u f B e y 'in de Meclis İkinci Başkanlığı'na seçilmesini doğru bulmuyordum. Çünkü, R a u f B e y, daha dün Hükûmet Başkanı idi.O makamı, ne gibi duyguların etkisinde kalarak hareket ettiği için terke mecbur edildiği bilinmekteydi. Buna rağmen, onu Meclis'in İkinci Başkanlığı'na getirmekle, bütün Meclis'in onunla aynı görüşte olduğunu yani bütün Meclis'in, Lozan Barış Antlaşması'nı yapan ve Hükûmet'te Dışişleri Bakanı olarak bulunan İ s m e t P a ş a 'nın aleyhine olduğunu göstermek maksadı güdülüyordu.

Efendiler, yeni Meclis, ilk döneminde, gizli bir muhalefet grubunun tuzağına düşme durumuyla karşı karşıya kaldı. F e t h i B e y ve arkadaşları, Hükûmet işlerini sükûnetle yürütemeyecek bir duruma getirildi. F e t h i B e y bu durumdan bana defalarca şikâyet etti ve kendisi Hükûmet'ten çekilmek istedi. Öteki bakanlar da aynı şekilde şikâyetlerde bulunuyorlardı.

Kötülük, Hükûmet'in Meclis'ce seçilmesinden ileri geliyordu. Bu gerçeği çoktan görmüştüm.


UYGULANMASI İÇİN SIRASINI BEKLEDİĞİM BİR DÜŞÜNCENİN UYGULANMA ZAMANI GELMİŞTİ

Ben, Meclis'te, gizli ve muhalif bir grubun bulunduğunu farkettikten, Meclis çalışmalarında duyguların hâkim duruma geçtiğini gördükten ve Bakanlar Kurulu'nun çalışma düzeninin her gün olur olmaz birtakım sebeplerle altüst edilmekte olduğuna kanaat getirdikten sonra, uygulanması için sırasını beklediğim bir düşüncenin uygulanma anının geldiğine hükmetmiştim.Bunu itiraf etmeliyim. Buna göre, şimdi vereceğim bilgileri ve yapacağım açıklamaları anlamak daha kolay olacaktır.

Efendiler, Halk Partisi'nin R a u f B e y 'i kendisi toplantıda buIunmadığı halde Meclis İkinci Başkanlığı'na, S a b i t B e y 'i de İçişleri Bakanlığı'na aday seçtiği tarih 25 Ekim 1923 Perşembe günüdür. Aynı gün ve ertesi Cuma günü Hükûmet üyeleri Çankaya'da benim başkanlığımda toplandı.

Gerek Hükûmet Başkanı F e t h i B e y'in ve gerek diğer bakanların istifa etmeleri zamanının geldiğini ve bunun gerekli olduğunu bildirdim.
Meclis'ce yeni hükûmet seçildiğinde, şimdiki hükûmette bulunan üyelerden yeniden seçilenler olursa, onlar bu seçimden sonra da istifa ederek yeni hükûmete katılmayacaklardır, esasını da kabul ettik. Yalnız, o zamanlar, bakanlar gibi seçilen ve kabineye dahil bulunan Genelkurmay Başkanı F e v z i P a ş a, bu kararın dışında bırakıldı. Çünkü ordu yönetim ve komutasının rastgele birisine verilmesi doğru görülmedi.

Efendiler, bu türlü hareketin ve alınan kararın nasıl bir maksada dayandığı incelenirse, şu sonuca varılır : İhtiraslı grubu, hükûmet kurmakta tamamen serbest bırakıyoruz. Şimdiki kabinede bulunan bakanlardan hiçbiri katılmaksızın, tamamen istedikleri kimselerden oluşan,istedikleri gibi bir kabine kurarak memleket mukadderatına hâkim oImalarında bir sakınca görmüyoruz. Fakat ne hükûmet kurmaya ve ne de kursalar bile memleketi yönetme iktidarı göstereceklerine emin bulunuyoruz.

Meclis'i aldatmaya çalışan ihtiraslı grup, şu veya bu tarzda bir hükûmet kurmayı başarabildiği takdirde, bir müddet bu hükûmetin idare şeklini ve idaredeki iktidarını takip etmenin ve hattâ ona yardımcı olmanın doğru olacağını düşündük. Fakat bu şekilde kurulacak bir hükûmet, memleket yönetiminde ve yeni gayelerimizi gerçekleştirmekte beceriksizlik gösterir ve başka maksatlara yönelirse, bunu Meclis'te açıklayarak, Meclis'i aydınlatma yolunu tercih ettik. Hükûmet kurmayı başaramadıkları takdirde, doğacak karışıklığın Meclis'i uyandıracağı tabiî idi. Bunalım ve karışıklığın devamına seyirci kalınamayacağından, işte o zaman, bizzat müdahale ederek ve tasarladığım şekli açıkça ortaya koyarak işi kökünden halledebileceğimi düşünmüştüm.


FETHİ BEY'İN BAŞKANLIĞINDAKİ HÜKÜMET İSTİFA EDİYOR

Hükûmet üyeleri ile Çankaya'da yaptığımız toplantı sonunda, bakanların hep birlikte imzalayarak bana verdikleri istifa yazısı şuydu :

Yüksek Başkanlığa 
Türkiye Devleti'nin, karşı karşıya bulunduğu önemli ve güç, iç ve dış meseleleri kolaylıkla çözebilmesi için mutlaka çok kuvvetli ve Meclis'in tam desteğini kazanmış bir hükûmete ihtiyacı olduğu kanaatindeyiz. Bu bakımdan yüce Meclis'in her bakımdan güven ve desteğine dayanan bir hükûmetin kurulmasına yardımcı olmak maksadıyla, istifa ettiğimizi derin saygılarımızla arz ederiz,efendim.

Efendiler, bu istifa yazısı, 27 Ekim 1923 Cumartesi günü saat 13.00'de başkanlığımda toplanan Parti Genel Kurulu'na bildirildikten sonra,saat 
17.00'ye doğru açılan Meclis oturumunda resmen okunmuştur.


HÜKÜMET LİSTELERİ VE HÜKÜMET BAŞKANLIĞI'NA SEÇİLECEĞİ TAHMİN EDİLEN KİMSELER

Hükûmet'in istifası belli olduğu dakikadan itibaren,Meclis üyeleri, Meclis odalarında,evlerinde grup grup toplanarak yeni hükûmet, listeleri düzenlemeye başladılar. Bu durum Ekimin 28 inci günü geç vakte kadar sürdü. Hiçbir grup bütün Meclis'çe kabul edilebilecek ve millet kamuoyuna iyi karşılanacak isimleri içine alan bir alay listesi tespit edemiyordu. Özellikle bakanlıklara aday düşünülürken o kadar çok hevesli ve isteklilerle karşı karşıya kalıyorlardı ki, herhangi birinin diğerlerine tercihi şeklinde tespit edilecek bir listeyi kabul ettirmekteki güçlük, liste hazırlığı ile uğraşanları ümitsizlik ve endişeye düşürdü. Gerçi İstanbul'un bazı gazeteleri, bazı kimselerin resimlerini basarak Hükûmet Başkanlığı'na seçileceği umulan "sayın sima"ları hatırlatarak dikkati çekmekte kusur etmedi. Gerçi gayretli bazı gazeteciler, 28 Ekim günü erkenden "İstanbul'un yüzünü örten sabah sisinin ördüğü tül henüz sıyrılırken,deniz gökyüzünden, kıyılardan akseden renklerle boyanmış, hareketsiz duruyorken" Marmara'nın durgun sularını yararak ilerleyen Deniz Yollarının vapuruyla Kalamış iskelesine çıkıyor... Yolda R a u f B e y 'e rastlıyor... Ondan sonra "büyük bir 
bahçenin içindeki güzel Kalamış köşkünün pek mükemmel döşenmiş süslü salonuna" giriyor ve köşkte oturanın çeşitli meselelerle ilgili görüşlerini 
ve özellikle "millî hâkimiyetimizi her şeye ve her şeye ( ! ) karşı koruyalım..." nasihatını yayınlayarak kamuoyunu aydınlatma hizmetinden geri kalmıyor.Fakat bu uyarma ve yol göstermeler Ankara'ya tesir edemiyordu.


MİLLİ HAKİMİYETİMİZİ HER ŞEYE VE HER ŞEYE KARŞI KORUYALIM DİYEN ZAT

Efendiler, her şeye ve her şeye karşı millî hâkimiyetin korunması tavsiyesinde bulunan zat, Halife'nin kendisine olan iltifatını Allahın lûtfu olarak kabul eden zattır.

Bazı gazetelerin, Konya'da ordu müfettişliğine tayin edilen Fuat Paşa'nın 28 Ekimde İstanbul'a gelişinden, Rauf Bey, Refet Paşa, Adnan Bey ve diğer birçok kimse tarafından karşılandığını bildiren telgraflarını ve Rauf Bey'le Kâzım Karabekir Paşa'nın resimlerini basarak Mondros Ateşkes Anlaşmasını ve Kars'ın kurtarılışını hatırlatmak için yazdıkları yazıları bile yeterince dikkati çekmeye yaramadı.


PARTİ YÖNETİM KURULU KESİN BİR HÜKÜMET LİSTESİ HAZIRLAYAMADI

28 Ekim günü geç saatlerde, toplantı halinde bulunan Parti Yönetim Kurulu tarafından davet edildim. Parti Yönetim Kurulu Başkanı Fethi Bey'di. Fethi Bey, parti adına Yönetim Kurulu'nca bir aday listesi hazırlandığını ve bu konuda Parti Genel Başkanı olarak benim de görüşümün alınması uygun görüldüğü için toplantılarına davet ettiklerini bildirdi. Hazırlanan listeye göz gezdirdim. Bence uygun olduğunu, ancak, bu listede adları bulunan kimselerin de görüşlerinin alınması, kabul edip etmeyeceklerinin sorulması gerektiğini söyledim. Bu teklifim uygun görüldü. Söz gelişi, Dışişleri Bakanlığı için söz konusu edilen Yusuf Kemal Bey'i davet ettik. Yusuf Kemal Bey, bu listeye giremeyeceğini bildirdi. 
Bundan ve buna benzer bazı durumlardan anladım ki, Parti Yönetim Kurızlu da kabul edilebilir kesin bir aday listesi hazırlayamamaktadır. 
Yönetim Kurulu üyelerine, gereken kimselerle daha sıkı temas kurarak kesin bir liste tespit etmelerini tavsiye ettikten sonra yanlarından ayrıldım. 
Gece olmuştu Çankaya'ya gitmek üzere Meclis binasından ayrılırken, koridorlarda beni beklemekte olan Kemâlettin Sami ve Hâlit Paşa'lara rastladım. 
Ali Fuat Paşa Ankara'dan hareket ederken bunların Ankara'ya geldiklerini o günkü gazetede "Bir uğurlama ve bir karşılama" başlığı altında okumuştum. Daha kendileriyle görüşmemiştim. Benimle konuşmak üzere geç vakte kadar orada beklediklerini anlayınca, akşam yemeğine gelmelerini, Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa vasıtasıyla kendilerine bildirdim. İsmet Paşa ile Kâzım Paşa'ya ve Fethi Bey'e de Çankaya'ya benimle birlikte gelmelerini söyledim. 

Çankaya'ya gittiğim zaman, orada, beni görmek üzere gelmiş bulunan Rize Milletvekili Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref Bey'lerle karşılaştım. Onları da yemeğe alıkoydum.

HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE

Nutuk - Halk Partisinin Kuruluş Çalışmaları , Lozan Barış Antlaşması Ve Müteakip Gelişmeler.,

http://www.kho.edu.tr/hakkinda/harbiyeli_ataturk/nutuk/16/1.html

Halk Partisi`ni Kurma Teşebbüsü.,


http://www.kho.edu.tr/hakkinda/harbiyeli_ataturk/nutuk/16/1.html





http://www.espiyemuftulugu.gov.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=396&catid=95&Itemid=435

***

HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE Bölüm 8




HALK PARTİSİNİN KURULUŞU VE 9 İLKE  Bölüm 8




KUPONLAR VE İMTİYAZLARLA İLGİLİ YAZIŞMALAR İKİ TARAFI YENİDEN SİNİRLENDİRDİ

Kuponlar ve imtiyazlar konusunda aralarında geçen bir yazışma iki tarafı yeniden sinirlendirmiş. İsmet Paşa'nın 26 Haziran 1923 tarihinde 
Rauf Bey'in bir yazısına verdiği cevapta şu cümleler vardır :

Kuponlar meselesi çözümlenmeden imtiyazlar meselesinin çözümlenmesine gitmeyeceğiz. Zaten sorduğumuz soru, kuponlar meselesine bir çözüm yolu bulduktan sonra, takip edeceğimiz tutumla ilgili talimat almak içindi. Hükûmet bu konuda suskunluk gösteriyor. Konferans görüşmelerinde, Delegeler Hey'eti'nin, ana talimattaki kısıtlamalar dışında, bütün davranışlarının ayrıntılı olarak Ankara'dan idare edilme istek ve eğilimi, görüşmelerin memleket için en yararlı bir şekilde idaresini ve hayırlı bir barışa ulaşma gücünü, Delegeler Hey'eti'nin elinden almaktadır. 
Hükûmetçe tercih buyurulan bu yolun, 93 Seferi'nin (212) saraydan idaresinden farkı yoktur.

Bize karşı, güvensizlik duyulduğu ve yetersiz olduğumuz hususunda durmadan ifade buyurulan kanaat süregeldikçe bizim aracılığımızla barış 
yapılabileceği düşünülemez.

Hükûmetin görüşlerini, İtilâf Devletleri'ne olduğu gibi kabul ettirebileceğine inanan bir hey'etin ve tabiatiyle yüksek şahsiyetinizle olan ilgisi dolayısıyla Maliye Bakanı Beyefendi'nin doğrudan doğruya sorumluluk yüklenerek konferansa hareket buyurmalarını rica ediyoruz.

Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey'di. Bu telgrafı okudum ve Rauf Bey'e cevap verdim.İsmet Paşa'ya da şunu yazdım :

Kişiye özel 26.6.1923

İsmet Paşa Hazretleri'ne 
26.6.1923 tarihli cevap telgrafınızı okudum. Çok sinirli olarak yazılmıştır. Bunu gerektirecek hiçbir duygu, düşünce ve davranış yoktur, Sizi haksız buldum. İçinde bulunduğunuz güçlükler ve çektiğiniz sıkıntılar takdir edilmektedir. Bundan sonra belki, daha da artacaktır. 
Bu kırgınlığın sebebi Ankara değil, orada her gün yeni bir hile yaratanlardır. Çalışmalarınızı yılmadan ve soğukkanlılıkla olumlu bir şekilde sonuçlandırmaya himmet ediniz. 
Arada yanlış anlaşılmayı gerektirecek bir durum görmüyorum. Çalışma alanınız sınırlı değildir. Fakat yapılacak işler sınırlı olduğu ve pek önemli meselelerle karşı karşıya bulunduğunuz için, durum kendiliğinden sıkıntılı olmuştur. Gözlerinizden öperim.

Gazi Mustafa Kemal


RAUF BEY'İN ARADAKİ GÖRÜŞ AYRILIĞINI, KENDİSİ İLE İSMET PAŞA ARASINDA BAŞLI BAŞINA BİR MESELE SAYMASI DOGRU DEĞİLDİR

Saygıdeğer Efendiler, görülüyor ki,İsmet Paşa ile olan yazışmalarımda, onu incitebilecek sözler de vardır. Sonuna kadar da buna benzer ciddî emirlerim olmuştur.İsmet Paşa'nın da bana aynı şekilde ifadeler kullandığı olmuştur.

Bakanlar Kurulu kararlarında benim görüşlerimin de yer aldığını, İsmet Paşa 'ya gerektikçe bildiriyordum. Buna göre; İsmet Paşa'nın Bakanlar Kurulu Başkanlığı'nı hedef alan bazı şikâyetleri, yalnız Rauf Bey'in şahsıyla ilgili sayılmazdı. Bütün bakanlarla ilgiliydi. Hattâ bana da dokunuyordu.

Rauf Bey'in bu görüş ayrılığını, kendisi ile İsmet Paşa arasında başlıbaşına bir mesele sayması ve öyle saydırmaya kalkışması doğru değildir. 
Her durumda ve her konuda talimat verenler o talimatı, uzakta ve özellikle talimat verenin içinde bulunmadığı şartlar altında uygulayan kimse arasında görüş ayrılığı olabilir. Esasta bir değişiklik yapılmamak şartıyla, durum gereğine göre idare edilir.

İsmet Paşa'nın, durumun izlenmesi için benim dikkatimi çekmesi de mazur görülmelidir. çünkü, konu gerçekten ciddî ve hayatî idi.


RAUF BEY, GÖRÜŞMELERİ BİTİRİP BARIŞI HAZIRLAYAN İSMET PAŞA'NIN SONUÇLA İLGİLİ OLARAK HÜKÜMETİN GÖRÜŞÜNÜ SORAN TELGRAFA 
CEVAP VERMEMİŞTİ GÖRÜŞÜNÜ SORAN TELGRAFINA CEVAP VERMEMİŞTİ

ihayet, Efendiler, Temmuz or talarında konferans sona erdi.İsmet Paşa, barış antlaşması im zalanmadan önce Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey'e, 
konferansın son bulduğunu ve meselelerin ne şekilde çözüme bağlandığını bildirmiş. . . Rauf Bey'e olumlu veya olumsuz hiçbir cevap verme miş... 
İsmet Paşa, bekleyiş içinde geçirdiği bu günlerde çok üzülmüş. Hükûmetin hiçbir cevap vermeyişini, Ankara'da bir kararsızlığın hüküm sürmekte olduğuna bağ lamış. . . Rauf Bey'e yazdıktan üç gün sonra 18 Temmuz 1923 tari hinde durumu bana da bildirdi. Telgrafında, Hükûmet'i kararsızlığa dü şürebileceğini tahmin ettiği noktaları birer birer sayıp açıkladıktan son ra, düşüncelerine şu sözlerle son veriyordu :
Eğer hükûzrıet kabul ettiğimiz noktalardan geri dönmemiz hıısıısunda kesin likle ısrar ediyorsa, bunu bizim yapmaklığımıza imkân yoktur. 
Benim düşüne düşüne bulduğum yol, İstanbııl'daki İstilâ Devletleri komiserlerine, imza yetkisinin bizden alındığını bildirmelctir. Gerçi, bu durum, 
bizim için yer yüzünde görülme miş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek çıkarları, şahsî düşüncelerin üstünde olduğundan, Millî Hükûmet istediği gibi hareket eder. Hükûmetten teşekkür bek lemiyoruz. Yaptıklarımızın muhasebesi milletin ve tarihin yargısına bırakılmış tır.

Efendiler, İsmet Paşa'nın yürüttüğü ve sonuçlandırdığı işin ne kadar önemli olduğunu açıklamaya gerek yoktur. Bu işin sonuçlandırıl dığı, son günün, imza gününün geldiğini bildiren telgrafa sevinçle ve can atarak cevap verileceğini kabul etmek tabiîdir. Ankara i1e Lozan ara sında, bir veya iki günde haberleşmek mümkündü. 'Üç gün geçtiği halde, hiçbir cevap verilmemiş olması, en basit bir anlayışla, Hükûmet Başka nı'nın işi önemsemediğini ve aldırmazlıkla karşıladığını gösterir. Yapılan işin hükûmetçe noksan görülerek, kabul edilmemesi yoluna gidildiği ve bundan dolayı da cevap verilmemekte olduğu zannına da düşülebilir. Bu durum karşısında, işi bitirmek için büyük ve tarihî svrumluluk yüklene rek imza kullanacak olan zatın ne kadar güç bir durumda kalacağı düşü nülürse, İsmet Paşa'nın üzüntü ve ıztırap çekmesini haklı görmek gerekir.


İSMET PAŞA'YA BARIŞ ANTLAŞMASINI İMZALAMASINI BİLDİRDİM

İsmet Paşa'nın telgrafına hemen şu cevabı verdim :

Ankara, 19.T.1923

İsmet Paşa Hazretleri'ne 
18 Temmuz 1923 tarihli telgrafınızı aldım. Hiç kimsede kararsızlık yoktur. Elde ettiğiniz başarıyı en sıcak ve içten duygularımızla tebrik etmek için, antlaşmanın usulüne göre imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz, kardeşim.
Gazi Mustafa Kemal Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Başkomutan

RAUF BEY KUTLAMAK İSTEMİYOR

Efendiler, Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey'in İsmet Paşa'ya kutlama telgrafı çekmediğini anladım. Kendisine bunun gerekli olduğunu hatırlattım. 
Rauf Bey'e bu konuda diğer bazı arkadaşlar da uyarıda bulunmuşlar.

Daha sonra öğrendim ki,Rauf Bey, İsmet Paşa'yı kutlamayı ve ona yaptığı bu önemli ve tarihî görevden dolayı teşekkürü gerekli görmüyormuş. 
Yapılan uyarı üzerine Kâzım Paşa'ya bir mektup yazarak, ondan kendi adına, İsmet Paşa'ya bir kutlama telgrafı yazmasını rica etmiş. Bunun 
anlamı nedir?
Kâzım Paşa, bu mektubu Bahriye Vekili (213) İhsan Bey'in evinde bulunduğu bir sırada almış. Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey de orada imiş...


RAUF BEY'İN YAZDIĞI VEYA YAZDIRDIĞI TELGRAF

Hep birlikte, Rauf Bey 'in ağzından uygun bir telgraf müsveddesi yaparak İsmet Paşa 'yı kutlamışlar ve ona teşekkür etmişler. Bu müsveddeyi bir zarfa koyup Rauf Bey'e göndermişler. Fakat Rauf Bey müsveddeyi beğenmemiş.İsmet Paşa'ya başka bir telgraf yazmış veya yazdırmış. Rauf Bey, Kâzım Paşa 'yı gördüğü zaman demiş ki : " Sizin yaptığınız müsveddede sanki her işi yapan İsmet Paşa imiş gibi gösteriliyor. Biz burada bir şey yapmadık mı?"

Efendiler, Rauf Bey'in yazdığı veya yazdırdığı telgraf metni . kendisinin duygu ve düşüncelerini gizlememektedir. Arzu buyurursanız o telgrafı da olduğu gibi bilginize sunayım :

Şifre 27.7.1923

Lozan'da Delegeler Hey'eti 
Bakanlığına 
İlgi : 20 ve 24 Temmuz, 347 ve 348 sayılı telgraflar :

Birinci Dünya Savaşı'nın sonsuz ıztıraplarından kurtulmak ve milletimizin dünya barışını kurmakta ne büyük bir rolü olduğunu fiilen ispat etmek üzere imzaladığımız Mondros Ateşkes Anlaşmasına rağmen, en fecî ve insafsız saldırılara uğramış; bunun arkasından yaşama hakkımızı ve istiklâlimizi ayaklar altına alan Sévres Antlaşması yapılmıştı. Yüzyıllar boyunca hür ve bağımsız olarak yaşamış olan aziz Türkıye'nin asil halkı, uğradığı haksız ve feci saldırılar karşısında bütün şuuru ve bütün varlığıyla yaşama hakkını ve istiklâlini kurtarmak için ayaklanarak kurduğu yılmaz ve yenilmez millî ordusuyla Büyük Önderimiz ve Başkomutanımızın ve kahraman komutanlarımızın sevk ve idaresiyle zaferden zafere yürüdü.

Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükûmeti'nin milletten aldığı kudret ve kuvvetle ve ordularının pek yüksek savaş kabiliyetiyle elde ettiği bu başarı ve zaferlerin, Lozan'da aylardan beri süregelen barış görüşmeleri sonunda, milletlerarası bir belge ile belgelenmiş olması, milletimize yeni bir çalışma ve huzur dönemi hazırlamıştır. Bakanlar Kurulu, azimli ve fedakâr milletimizin yaşama hakkını ve istiklâlini güven altına alan bir antlaşmanın yapılmasındaki çalışmalardan dolayı başta zâtıdevletleri olmak üzere, delegelerimiz Rıza Nur ve Hasan Beyefendi ' lere ve müşavirlerimize tebriklerini sunar, efendim.

Hüseyin Rauf Bakanlar Kurulu Başkanı

..