11 Ocak 2021 Pazartesi

COVID-19 VE BÜYÜK GÜÇ REKABETİ

COVID-19 VE BÜYÜK GÜÇ REKABETİ 



COVID -19 Sonrası Dönem Daha Fazla Rekabet mi, Yoksa Daha Fazla İşbirliği mi, Yaşanacak


Büyük Güçler Arasındaki İlişkilere Etkisi 
Doç. Ehud  EIRAN  

Hayfa Üniversitesi Siyaset Bilimi Fakültesi Öğretim Üyesi, 
Stanford Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü Misafir Öğretim Üyesi (2019-2020), 
İsrail Bölgesel Dış Politikalar Enstitüsü (Mitvim) Yönetim Kurulu Üyesi, İsrail 

ABD-Çin Rekabeti, Ekonomi, Küresel Liderlik , Doç. Ehud  EIRAN, COVID-19 SONRASI DÖNEM, Güç Üzerine Etkisi, Büyük Güçler Arasındaki İlişkiler, 

2020'nin başında ortaya çıkan COVID-19 küresel halk sağlığı krizi bir dönüşüm süreci yaşamakta olan uluslararası sistemi sarstı. Çin’in ekonomik yükselişi ve Güney Çin Denizi gibi alanlardaki iddialı politikaları ABD’nin küresel çaptaki başat konumuna meydan okuyor. Liberal demokrasi sistemi ayrıca, Brexit ve AB’nin yakın çevresinde liberal olmayan rejimlerin yükselişi gibi AB’nin yaşadığı başarısızlıklarla karşı karşıyadır. Her üç bölge de küresel halk sağlığı krizinin merkezinde yer alıyor. Virüs Çin'de ortaya çıkmış olsa da en yüksek sayıda can kaybı (Mayıs 2020'nin başı itibariyle) ABD ve Batı Avrupa’da yaşandı. Halk sağlığı krizinin başlangıcının üzerinden sadece birkaç haftalık bir süre geçmişken krizin büyük güç rekabeti üzerindeki uzun vadeli etkisini görebilmek için henüz çok erken olsa da, sözkonusu etkiyi belirleyecek değişkenleri saptayabiliriz. 
Güçlü bir ekonomi Amerika’nın 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan küresel yükselişinde olduğu gibi günümüzde de Çin’in yükselişinin temel unsurudur. COVID-19 krizi her iki ekonomiyi de altüst etmektedir. 2020 yılının ilk çeyreğinde 
ABD’nin gayri safi yurtiçi hasılası neredeyse %5 azalırken, Çin'in aynı dönem içinde gayri safi yurtiçi hasılasındaki düşüş %6,8 oldu. Üstelik ABD neredeyse %15'lik işsizlikten mustaripken, gerçek rakam muhtemelen daha yüksek olmakla 
birlikte Çin %6,2 kentsel işsizlik oranı açıkladı. Yüksek getirili kurumsal borç enstrümanları gibi hükümetin daha önce hiç desteklemediği alanları da içeren 2,4 trilyon Dolarlık Amerikan harcama taahhüdü de dahil olmak üzere, iki ülke 
de ekonomilerini ayakta tutabilmeye yönelik çeşitli adımlar attılar. Bu adımların sonucunda her iki büyük gücün ulusal borçları artıyor. ABD'de İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ilk kez borç/GSYİH oranı %100'ün üzerine çıktı. Krizin 
ekonomi üzerindeki etkisini değerlendirirken, Çin ve ABD'nin kendilerini toparlama yeteneklerini de dikkate almalıyız. Her iki hükümet de güçlü tepkiler verdi, ancak yine de işgücü esnekliği (Amerika'da daha büyük) ve devletin ekonomiye hakim olma gücü (Çin'de daha büyük) gibi yapısal özellikler nihai sonucun belirlenmesin de önemli bir rol oynayacaktır. Çin’in ihracata olan bağımlılığının olumsuz ekonomik etkileri olabilir. ABD dahil pek çok ülke, krizin küresel tedarik zincirinde ortaya çıkardığı risklerden kaçınmak isteyecektir. Bu yerel üretimin canlandırılması ve küresel olarak Çin ürünlerinin ihracat pazarlarının daralması anlamına geliyor. Buna karşılık Çin iç tüketime dayanan bir yapı geliştirmek için çaba gösterebilir ve 
Kuşak ve Yol Girişimi’ne daha fazla yatırım yapabilir. 

Bu da muhtemelen bir etki alanları bölünmesine yol açacaktır. 

Küresel ekonomik krizin Vaşington ile Pekin arasındaki ekonomik güç dengesini değiştirip değiştirmeyeceğini görmek için henüz çok erken olsa da, ilişkilerini olumsuz yönde etkilediği aşikardır. Kriz işbirliğinden ziyade, zaten gergin olan 
ilişkilerin mevcut durumunu pekiştirdi. Başkan Trump ortaya çıkan geniş çaplı işsizlik ve kriz yönetimine ilişkin eleştiriler nedeniyle, Kasım ayında yapılacak seçimler yaklaştıkça Çin'e daha da güçlü bir şekilde saldırmaktadır. Trump bilhassa Çin virüsü” olarak tanımladığı hastalığın Wuhan'da devlet kontrolünde olan bir laboratuvardan çıktığını ileri sürmüştür. 

Trump yönetimi ayrıca Çin hükümetine karşı dava açabilme imkanını araştırmakta dır. Öte yandan, Çin yönetimi onlarca yıllık iktisadi genişlemenin sona ermesinin ülke içindeki meşruiyetini zayıflatacağından endişe ediyor olabilir. 
Burada milliyetçilik meşruiyeti korumak için etkili bir strateji olabilir. Bazı Çinli yetkililer halihazırda ABD'yi eleştirerek virüsü Çin'e yaymakla suçladılar. 
ABD ile Çin arasındaki işbirliğinin garantisi olan ikili ticaret, arz ve talebin düşmesiyle önemli ölçüde azaldı. Kriz zirve yapmadan da önce Ocak-Şubat 2020 arası dönemde aylık ABD-Çin ticareti 10,9 milyar Dolar düşüş göstermişti. 
Üçüncü Taraf Desteği Üzerine Etkisi Modern çağda büyük güçler uluslararası sistemdeki diğer devletlere, küresel kurumlara liderlik ve katılım, ittifaklar, 
ikili ilişkiler ve yumuşak güç yoluyla destek verme konusunda da rekabet etmektedir. Başkan Trump döneminde ABD genel olarak uluslararası taahhütlerini azalttı. ABD’nin yumuşak gücü, Başkan Trump’ın küresel meseleler konusundaki tutumu ve bir ölçüde de bıraktığı izlenim nedeniyle daha çok darbe aldı. 
Büyük güç oyununa geç katılan Çin uluslararası arenada büyük aşama kaydetti. 

COVID-19 krizi şimdilik Çin'in daha çok işine yarıyor gibi görünüyor. 2010’lu yılların ilk döneminde Ebola salgınına karşı yürütülen küresel çabalara öncülük eden ABD, mevcut krizde sözkonusu küresel liderlik konumunu terk etti. Dahası, virüsü kontrol altına almakta Çin'e kıyasla çok daha az etkili olması yumuşak gücünü zayıflattı. Üstelik demokrasiler de dahil olmak üzere birçok ülkede atılan halk sağlığı adımları temel özgürlüklere gölge düşürdü. Bu durum Çin’in de dahil olduğu, özgürlükler yerine güvenliği tercih eden hükümet sistemlerine daha fazla meşruiyet kazandırdı. 
Sınırlar arası kolay geçiş gibi AB'nin temel ilkeleri konusunda hızla geri adım atılması, ABD'nin geleneksel olarak savunduğu liberal modelin sınırlarını ve hatta belki de başarısızlıklarını gözler önüne sermektedir. Öte yandan, Çin’in imajı Wuhan'daki yetkililerin Koronavirüs’ün başlangıcına ilişkin bilgileri sakladığı ortaya çıktığında darbe aldı. İki büyük gücün de yumuşak güç kazanımları, imajlarını olumluya çevirecek bir söylem oluşturma ve bu söylemi yaymalarındaki başarılarına bağlı olacaktır. Churchill'in ünlü sözünde ifade ettiği gibi, belki biz de “Bu son değil, hatta sonun başlangıcı bile değil, belki de başlangıcın sonudur” aşamasındayız. Bu krizin daha başındayız. 

Yukarıda sunulan analizi değiştirebilecek en az iki gelişme yaşanabilir. 
İlk gelişme bu krizin nasıl sona ereceğiyle bağlantılıdır. Mesela, büyük güçlerden birinin aşı veya etkili bir tedavi geliştiren ilk ülke olması ve sonrasında bunu dünyadaki diğer ülkelere armağan etmesi veya tam tersine fahiş fiyata satması sözkonusu olabilir. İkinci olarak, Beyaz Saray'da yaşanacak Başkan değişikliği ABD’nin küresel liderliğini canlandırabilir. Başkan Biden, bu ölçekte bir kriz karşısında müttefiklerin, ittifakların ve küresel liderliğin merkezde olduğu İkinci Dünya Savaşı sonrası geleneksel Amerikan dış politikasını tercih edebilir gibi görünüyor. Elizabeth dönemi şairi Thomas Nash 1600 yılında yayımlanan “Veba Zamanında Bir Ayin” şiirine “Elveda, yolun açık olsun dünyanın mutluluğu / Bu dünya belirsiz” diye haykırarak başlamıştı. Şiir kişinin ölümden kaçamamasını 
derinlemesine yansıtmaktadır. 2020 Koronavirüs günlerinde okunduğunda, salgının yükselen bir Çin'in düşmekte olan bir ABD'ye meydan okuduğu stratejik belirsizliği daha da şiddetlendirdiği konusunda bizleri uyarıyor. 

Yukarıda sunulan analizler, stratejik belirsizlikler nedeniyle çoğumuzun aynen Nash gibi hissettiği bugünlerde, en azından ABD-Çin rekabetinin seyrini belirleyecek değişkenleri anlayabilmemize yardımcı olmayı amaçlamakta olup, belki de Nash’ın, dönemiyle sınırlı kalmayan haykırışını bir dereceye kadar azaltabilir. 

***

COVID-19 VE AVRUPA: JEOPOLİTİK BİR MEGAFON ARAYIŞI

COVID-19 VE AVRUPA: JEOPOLİTİK BİR MEGAFON ARAYIŞI 




Jeopolitik Bir Megafon Arayışı 
Teresa CORATELLA 

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Roma  Ofisi Program Yöneticisi, İtalya 
Avrupa Birliği, Çatışma,  Çok Taraflılık, COVID-19, Teresa CORATELLA, Jeopolitik, Bir Megafon Arayışı, 


COVID-19 krizi artık üçüncü aşamasına girmektedir. İlki, Avrupa’daki ve dünyanın diğer bölgelerindeki insanların ayırım gözetmeyen, kural tanımayan, güçlü ve görünmez bir tehditle karşı karşıya kaldıkları acil tıbbi müdahale aşamasıydı. İkincisi, bütün dünyada hükümetlerin salgının yol açacağı uzun vadeli sonuçlara dair göstergelerin tedrici olarak ortaya çıkmakta olduğu ve ekonomik toparlanma konusunda net adımlar atılamadığı, benzeri görülmemiş bir ekonomik krizle başa çıkmaya çalıştıkları aşamadır. 
Üçüncü aşama ise, dünya liderlerinin ülkelerini bu süreçte siyaseten ayakta tutmalarını, bir başka deyişle COVID-19’un şekillendirmeye başladığı yeni küresel düzende yeni bir rol ve devlet aklı bulmaya yönelik bir strateji arayışına girdikleri siyasi kriz dönemidir. 
Bu yeni küresel düzende, ABD’nin COVID-19’un yayılmasında sorumluluğu bulunduğu suçlamasına dayalı yeni Çin söylemi, zaten istikrarsız bir ekonomik ve iç siyasi yapısı bulunan ve COVID-19’un zayıflattığı Rusya için yeni bir rol, virüsün etkileri henüz tam olarak ortaya çıkmamış olsa da sarsılmış bir Afrika kıtası ve ekonomik genişleme planlarını rafa kaldırmak zorunda kalan zayıflamış Asya ülkeleri görünmektedir. 
Bütün bunlar içerisinde AB’nin konumu nedir? Avrupa şu anda acil ekonomik toparlanma plan ve girişimleri ile derin siyasi görüş ayrılıkları arasında bir yerlerde kaybettiği jeopolitik megafonunu arıyor. 
COVID-19 krizi halının altına süpürülerek bugüne kadar saklanmış zaafları ve fay hatlarını birçok AB üyesi devlette gün yüzüne çıkartmaya başlamıştır. 
AB’nin yeni “jeopolitik” Komisyonu tarafından siyasi ivme kazandırılan güçlü Avrupalılık yaklaşımının rafa kalktığını ve yerini siyasi çatışmaya, beraberlik ve dayanışma yoksunluğuna bıraktığını görüyoruz. Birçok Avrupalı Kuzey-Güney bölünmesinin 2011 ekonomik ve mali krizinin sona ermesiyle birlikte gündemden düşerek bittiğini ummuş ve düşünmüştü. Ne yazık ki, yaklaşık on yıl sonra ve COVID-19 salgınının çıkagelmesiyle bu tür durumlara özgü geleneksel 
bölünmenin, itham etme alışkanlığının ve diyalog eksikliğinin yeniden su yüzüne çıktığını görüyoruz. Daha şimdiden Kuzey-Güney ayrışmasının ötesinde, Doğu ile Batı’nın, Kuzey ile Doğu’nun, Doğu ile Güney’in hatta şaşırtıcı bir biçimde 
Kuzey’in ve Güney’in kendi içlerinde çatıştığını gösteren yeni bir tür söylemle karşı karşıyayız. 
Avrupa’nın içinde kurucu üyeleri ve en büyük ekonomileri arasındaki bu dayanışma eksikliği daha da kötü bir senaryoyu, Avrupa siyasi projesinin geleceği konusundaki vizyon eksikliğini işaret ediyor. Avrupa küresel, bölgesel ve iç 
yapısı bağlamında kendini nasıl konumlandırmak istiyor? 
İlk olarak,  AB’nin iç düzeninde, Orban’ın Macaristan’ı ve Kaczynski’nin Polonya’sında yaşandığı üzere bazı üye devletlerdeki demokratik sapmaların yol açtığı “kontrollü bir anarşi” görüyoruz. Üstelik bu konuda AB son derece çekingen 
bir genel yaklaşım izlemektedir. Ayrıca, geleneksel Kuzey-Güney karşıtlığını daha da derinleştirebilecek yeni bir unsur olarak İtalya, İspanya ve Fransa gibi COVID-19’dan en fazla etkilenen, ekonomik açıdan nispeten zayıflamış ve AB’nin 
güneyinde yer alan ülkelerin içinde bulunduğu yeni bir coğrafi bölünmeyle karşı karşıyayız. Ayrıca siyasi ve toplumsal dayanışma yerine, ekonomik sağlamlığı öne çıkaran Kuzey ülkeleri var. 
İkinci olarak, AB’nin yakın coğrafyasında göç sorunu, Yemen’deki insani felaket, Suriye iç savaşı, Libya’daki savaş, İran dosyası, Kuzey Afrika’nın yeni ve darbeye açık demokrasilerinin yanısıra güçlenen otokrasilerinden oluşan çözülmemiş 
sorunların mevcudiyetini ve Brüksel’in bunlara ilgisizliğini görüyoruz. Avrupa COVID-19 acil tıbbi müdahale kâbusundan uyanıp ekonomik toparlanma planlarını gereği gibi yürütmeye başlayabildiğinde, bu coğrafyada ABD ile beraber sahip olduğu yerin ve nüfuzunun başkaları tarafından devralındığını görme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını görecektir. Güney-Doğu boyutunda, Avrupa tarihinin her zaman parçası olan ve AB’ye katılımları konusunda güvenilir adaylar olduklarının teslim edilmesini isteyen Batı Balkanlar ile Avrupa’nın belirsiz vizyon ve stratejisinden hayal kırıklığına uğramış, siyaseten zayıf durumdaki Ukrayna için de aynı durum geçerlidir. 

Üçüncü olarak,  AB’nin küresel ölçekteki konumu gelmektedir. Mevcut çok taraflı düzen COVID-19 krizinin yarattığı toplumsal, ekonomik ve siyasi sorunlarla baş edebilmek için şiddetle ihtiyaç duyulan ortak kararların alınamadığı, birlikte hareket edilemediği ve bu haliyle sürdürülebilir görünmeyen bir durum sergilemektedir. Bu küresel senaryoda Avrupa, diğer büyük güçler gibi tıkanmış ve hareketsiz kalmıştır. Eğer Avrupalı liderler masada somut bir plan bulunduğunu vatandaşlarına gösterecek şekilde gerekli tedbirlere ve eylemlere başvurmazlarsa, bu durumun yol açacağı sonuçları tahmin edebilmek hiç de güç olmayacaktır. 
Her şeyden önce, Avrupa vatandaşları Avrupa projesine olan inançlarını yitirebilir ve bugün Avrupa karşıtı siyasi beyanlarla tezahür eden katıksız ulus devlet ayarlarına geri dönebilirler. Brexit’le yaşananlar bugün çok geride kalmış 
gözükse de, özellikle vatandaşların AB kurumları ve siyasi liderleri tarafından ihmal edildikleri hissine kapıldıkları ülkelerde aynı süreç kolaylıkla tekrarlanabilir. COVID-19’un yayılışından ilk etkilenen ülke İtalya’yla ilgili olarak Bayan 
Lagarde ve Başkan Von der Leyden’in ilk tepkilerini hiç kimse bir çırpıda unutamayacaktır. Ulus devletlerin tedarikçi ve ortakları konumundaki küresel güçlerle ilişkilerinde müşterek strateji ve plan yapmak yerine ikili ilişkilerini öncelemeyi tercih edeceklerini görebiliriz. 

İkinci olarak, yeni AB Komisyonu tarafından duyurulan, içinde sadece miat ve standartlardan öte, mevcut çevre mevzuatı, uzun vadeli hedef ve altyapıların radikal biçimde değiştirilmesi ile yenilikçi ve iddialı “AB Yeşil Anlaşması”nın 
(Green Deal) da bulunduğu, cesur ve mantıksız planların geçici bir süre için ertelenmesi veya buna mecbur kalınması riski mevcuttur. 
Üçüncü olarak, AB hayati bir jeopolitik ivmeyi kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. COVID-19 krizi İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın yaşadığı en ağır krizdir. Avrupa projesi barışı güvence altına almak, savaş, eşitsizlik, ayrımcılık ve yıkıcı iç çatışmaların bir daha yaşanmamasını sağlamak için ortaya atılmıştı. Avrupalı liderler ve siyasetçiler her zaman öngörüyle hareket etmeseler de, bunu sağlamakta başarılı oldular. Avrupa eğer iddialı ve cesur bir tavır benimsemez ise günün sonunda yine eşitsizlik, ayrımcılık ve yıkıcı iç çatışmalarla kolayca 
karşı karşıya kalabiliriz. 

COVID-19 krizi Avrupa için şaşırtıcı biçimde yeni değerler, dayanışma ve iddialı toplumsal ve ekonomik girişimlere dayanan yeni bir başlangıcı da temsil ediyor olabilir. Avrupa bütün bunları yapabilmek için öncelikle bir büyük güç olarak telakki edilmeyi isteyip istemediğine karar vermelidir. 
Avrupa bu konuda karar verdikten sonra diyaloğa girilebilecek, siyasi ve ekonomik çıkarları, ama hepsinden önemlisi vatandaşlarının çıkarları için müzakere edebilecek, güvenilir ve sağlam bir muhatap rolünü sağlamlaştırmaya yönelik bütün somut adımları atmalıdır. Avrupa bunu gerçekleştirmek, mesajını yaymak ve sesini yeniden şekillenen çok taraflı düzende duyurabilmek için şiddetle yeni bir megafona ihtiyaç duymaktadır. 

Not: Herkes bu sınamanın sadece Avrupa boyutuyla ilgilenmemelidir. Dünyadaki bütün oyuncular ve küresel taraflar aynı sınamalarla ve zorluklarla 
karşı karşıyadırlar. 

*** 

COVID-19 SONRASI DÖNEM, DAHA FAZLA REKABET Mİ YOKSA DAHA FAZLA İŞBİRLİĞİ Mİ YAŞANACAK?

COVID-19 SONRASI DÖNEM, DAHA FAZLA REKABET Mİ YOKSA DAHA FAZLA İŞBİRLİĞİ Mİ YAŞANACAK? 


Mevlüt Çavuşoğlu, Yavuz Selim KIRAN ,COVID-19, Aşı, Sonrası Dönem,
Yavuz Selim KIRAN 
T.C. Dışişleri Bakan Yardımcısı 

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

Dışişleri Bakanımız Sayın Mevlüt Çavuşoğlu’nun Takdim yazısında vurguladığı gibi, Türkiye, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Koronavirüs pandemisine karşı mücadelesinde ilk aşamayı başarılı biçimde tamamlayarak ikinci aşamaya geçti. 
Bu dönem, “ Yeni normal ”e kademeli dönüş sürecini başlatan “ Kontrollü Sosyal Hayat ” olarak nitelendirilebilir. 
Karşı karşıya olduğumuz meydan okumanın boyutu ve şu ana kadarki başarı hikayemiz, Türkiye’nin kurumsal ve operasyonel yeteneklerinin açık bir kanıtıdır. 

Türkiye’nin kapsayıcı sağlık sistemi, donanımlı hastaneleri ve yetkin sağlık çalışanları pandeminin başarılı biçimde üstesinden gelinmesinde etkili oldu. Ülkemizin başarısının altında, Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın liderliğinde son 18 seneyi aşkın süredir sağlık sisteminde sağlanan kapsamlı dönüşüm ile hastanelere yapılan yatırım yatmaktadır. 
Dışişleri Bakanlığımız krizin başlangıcından bu yana 145 Ülkede bulunan 246 Dış temsilciliği ile aktif bir rol oynamaktadır. Bakanlığımız özellikle yurt dışında bulunan vatandaşlarımıza destek sağlanması ile Türkiye’nin COVID-19 bağlantılı çabalarının diğer ülkelerle ve ilgili uluslararası kuruluşlarla koordine edilmesinde etkili olmaktadır. 
Bakanımız Sayın Çavuşoğlu’nun talimatlarıyla, pandeminin neden olduğu zorlukların üstesinden gelebilmek amacıyla tüm imkanlarımızı seferber ettik; bir Koordinasyon ve Destek Merkezi (DKDM) kurduk ve Konsolosluk Çağrı Merkezi mizin çalışma odağını değiştirdik. 
DKDM’yi; zor durumda kalan vatandaşlarımızın dünyanın tüm bölgelerinden ülkemize getirilmeleri, yurt dışında yaşayan ve pandemi nedeniyle hayatları olumsuz etkilenen vatandaşlarımızın desteklenmesi, Türkiye’nin diğer ülkelere ve topluluklara yaptığı sağlık yardımlarının yürütülmesi ve sınır geçişleri ile ticaret akışıyla ilgili sorunların çözülmesi gibi çok sayıda işlevi yerine getirebilecek şekilde donattık. 
Pandeminin başlangıcından bu yana 130 ülkeden 85.000’in üzerinde vatandaşımızı ülkemize getirirken, aynı zamanda 1120 diğer ülke vatandaşlarının tahliye uçaklarımızla ülkelerine ulaşmalarını sağladık. Ayrıca, ülkemizde bulunan 36.000 yabancının 90 ülkeye tahliyesini gerçekleştirdik. 
Hasta vatandaşlarımızı ücretsiz olarak tahsis ettiğimiz ambulans uçaklarla ülkemize getirerek tedavi altına alıyoruz. 
Koşullar nedeniyle tahliye edemediğimiz vatandaşlarımızın her birine de destek oluyoruz. 
Türkiye girişimci ve insani dış politika anlayışıyla ve işbirliği ile dayanışmaya duyulan ihtiyacın bilinciyle, 125 ülke ve 3 uluslararası kuruluşa tıbbi yardımda bulundu. Bu Türkiye’yi dünyada en fazla tıbbi yardımda bulunan 3. ülke haline getirdi. Sağladığımız tıbbi malzemeler arasında yoğun bakım ünitelerinde hayat kurtarılmasını sağlayan, kendi üretimimiz vantilatörler de bulunuyor. Türkiye bunun yanı sıra, virüse karşı aşı bulunmasına yönelik yürütülen uluslararası çabalara da aktif biçimde katılım sağlıyor. Özetle, Türkiye bir kez daha küresel bir oyuncu ve tüm insanlığın iyiliği için güvenilir bir ortak olduğunu kanıtlamıştır. 
Bakanlığımız vatandaşlarımızın refahı, emniyeti ve güvenliği için yürüttüğü lojistik çalışmalara ek olarak, Türkiye’nin sert sularda emniyetli biçimde seyrini sağlamaya yönelik stratejik düşünce de üretiyor. COVID-19 bağlamında küresel siyasete ilişkin literatür, uluslararası ilişkiler uzmanlarının görüşlerini paylaşmalarıyla hızlı biçimde oluşuyor. Biz takip ettiğimiz bu analizlerden faydalanıyoruz ve aynı zamanda yeni yeni şekillenmeye başlayan bu literatüre aktif biçimde katkıda bulunuyoruz. 

Bugün dünyanın her bir yanındaki hükümetler, vatandaşlarını son derece bulaşıcı ve ölümcül bir virüsten korumak gibi büyük bir sorumluluğun gereğini yerine getiriyorlar. Sosyal ve ekonomik yansımalarına bakmaksızın insanlar arası etkileşimleri kısıtlamaktan ve günlük yaşamlarımızı buna göre yeniden tasarlamaktan başka seçeneğimiz bulunmuyor. Uluslararası ilişkiler alanı da bu virüsten bağışık değil. Gerçekten de, bugünün uluslararası ortamındaki belirsizlik seviyesi daha önce örneği görülmemiş bir düzeydedir. COVID-19 diğer başka şeylerin yanısıra, ulus devletleri, uluslararası kuruluşları, küresel yönetişimi ve büyük güç rekabetini de etkilemiş bulunmaktadır. 

COVID-19'dan sonra dünya nasıl olacak? Daha fazla rekabet mi yoksa daha fazla işbirliği mi yaşanacak? Pandeminin devam ettiği ve ne zaman sona ereceğinin kimse tarafından söylenemediği bir dönemde bu sorulara cevap aramak oldukça zor bir iş. Bununla birlikte, ilk belirtiler pandeminin maalesef uluslararası ilişkilerde daha önce var olan rekabetçi eğilimleri güçlendirdiği yönünde. COVID-19 ortaya çıkmadan önce devletler, özellikle daha zengin olanlar oldukça bencilleşmiş ve küresel meselelerde sorumluluk almayı daha az tercih eder duruma gelmişlerdi. Küresel yönetişim baskı altındaydı. 
Uluslararası kuruluşlar ilgili kalabilmenin mücadelesini veriyorlardı. Azalan küresel işbirliği, artan milliyetçilik ve büyük güç siyasetiyle el ele ilerliyordu. Küreselleşmeden uzaklaşma artmıştı; evrenselcilik ve kural temelli uluslararası düzen çırpınıyordu. COVID-19 tüm bu gelişmeleri öne çıkardı ve hızlandırdı. 
Mevcut uluslararası sistemin; uluslararası toplumun COVID-19 krizi ile sosyal, siyasi ve ekonomik etkilerinin üstesinden gelmesinde ne derecede etkisiz olduğu bugün belirgin biçimde kanıtlanmış durumda. Belirgin olmayan husus ise bu konuda ne yapacağımız. Önümüzde iki alternatif bulunuyor: her devletin kendi yoluna gittiği artan soyutlanma veya devletlerin uluslararası kuruluşları yeniden şekillendirdiği ve küresel sorunlara küresel çözümler bulunabilmesi amacıyla imkanlarını birleştirdikleri güçlendirilmiş çok taraflılık. Bizim, insanlık olarak, küresel siyasi ve ekonomik sorunları aşmanın yanı sıra çevresel, kültürel ve sağlıkla ilgili sorunlara çözümler üretebilecek, kabiliyeti yüksek, kaynakları geniş ve güçlü irade sahibi uluslararası kuruluşlara ihtiyacımız bulunuyor. Pandemi bunu net biçimde ortaya koydu. Tüm ülkeleri kendi ihtiyaçları ve imkanları doğrultusunda işbirliğine sevk edebilecek kurumsal yaklaşımları ele almak iyi bir başlangıç noktası olabilir. 
COVID-19 halihazırda trajik biçimde çok sayıda can kaybına, küresel ekonomik durgunluğa, işsizlik oranlarının tırmanmasına ve gelişmekte olan ülkelerde fakirliğin artmasına neden oldu. İleride başka zorluklarla da karşılaşılması muhtemel. 
Bununla birlikte, COVID-19 bu ölçekte deneyimlediğimiz ilk kriz değil. İnsanlık bugüne kadar başka çok sayıda pandemiye maruz kaldı. Her krizden daha da güçlenerek çıkmış olmamız iyi haber. Bu nedenle bu pandemide aşırı karamsar olmamız ve bugüne kadar müştereken inşa ettiklerimizi terk etmemiz için bir neden bulunmuyor. Uluslararası kuruluşları reforma tabi tutmaya ve güçlenmelerini sağlamaya katkıda bulunmak her devletin çıkarınadır. Dünya daha fazla belirsizliğe ilerlerken, ülkelerin birlikte çalışmalarına duyulan ihtiyaç zorunlu hale gelmiştir. İlk görev COVID-19’un yok edilmesidir. Bir sonraki aşamada, gelecekte karşılaşılabilecek tıbbi acil durumlar gibi küresel meydan okumalara gerektiği şekilde hazırlıklı olabilmemiz, insani ve kalkınma yardımları sağlayabilmemiz, göç ve mülteciler konusuyla uygun biçimde ilgilenebilmemiz ve çatışmaları çözümleyebilmemiz için uluslararası sistemin yeniden şekillendirilmesine odaklanmalıyız. 
Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın “Dünya Beşten Büyüktür” görüşünü hatırlatır biçimde, adil bir dünya düzenine duyulan ihtiyaç herkes için bir kez daha aşikar hale gelmiştir. Pandemi, insanlığın aynı gemide olduğunu ve bu gemiyi güvenli biçimde sağlık, adalet ve refah limanına ulaştırmanın hepimizin görevi olduğunu göstermiştir. Türkiye, COVID-19 sağlık kriziyle mücadelede sergilediği başarılı performansıyla ve uluslararası koordinasyon çabalarına aktif desteğiyle, söz konusu görevin yerine getirilmesinde tecrübelerini paylaşmaya ve katkı sağlamaya hazırdır. 
Diğer tüm büyük küresel krizlerde olduğu gibi, bu pandemi de belirli tehditler ortaya çıkarmış ve yeni fırsatlar sunmuştur. Uluslararası toplumun ileride bugün olduğu gibi acı çekmesinin önüne geçmek ve devletlerin bir sonraki pandemiye karşı tek başlarına mücadele etmek zorunda kalmalarını engellemek için risklere hazırlıklı olmalı ve fırsatları değerlendirmeliyiz. İşbirliği ve dayanışma bu nedenle kaçınılmazdır. 

***

8 Ocak 2021 Cuma

Çanakkale Zaferi.,

Çanakkale Zaferi.,


Balfour Deklarasyonu, Agah Oktay GÜNER, Nusret Mayın gemisi, Çanakkale Zaferi,




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
15 Mart 2012 


18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıldönümüdür. İngiliz ve Fransız müşterek gücünü Çanakkale Boğazı’na saldırtan  projenin hedefi Almanlara karşı yeni bir cephe açmaktı. 
Böylece  Alman ve Osmanlı gücü Çanakkale’ye mıhlanacak, İstanbul düşecek ve Rusya’ya yardım ulaşacaktı. 
   Ancak, Türk Ordusu, Türk topçusu  günlerce süren İngiliz ve Fransız dev zırhlılarının ateşine karşılık  vermiştir. 
Nusret Mayın gemisinin döşediği mayınlar, Türk kumanda heyetinin bilgi ve tecrübesinin beslediği eğilmeyen irade, Mehmetçiğin eşiz imanı ve vatan aşkı, İngiliz ve Fransız gemilerini denize gömmeye yetmiştir.  Rusya bu kaosa kendi hesabınca; Osmanlı Devleti’nin mirasını bölüşmede pay almak ve İstanbul’a sahip olmak için girmişti. Askold adlı harp gemisini Çanakkale Boğazı’na göndermek için çok uğraşmıştır.  
    İngiltere Uzakdoğu’daki sömürgeleri, Hindistan ve Orta Doğu’daki menfaatlerini korumak için, Fransa ve Rusya ile ittifak yaparken Japonya’yı da yanına almıştır. Japonlar Yeni Zelanda’dan gelen gemilerin güvenliğini sağlamış, ısrarlara rağmen Çanakkale’ye asker göndermemiştir. 
Diğer taraftan; Dünya Siyonist Birliği, Musevi gönüllülerden bir katırlı alay teşkil etmiş ve İngilizlerin emrinde Çanakkale’ye savaş için  yollamıştır. 
Balfour Deklarasyonu ile İsrail’in kurulmasının temelleri de böylece atılmıştır. Osmanlı Ordusu saflarında çarpışan Musevi vatandaşlarımız da vardır.  
    Çanakkale Savaşları; Japonya’dan Rusya’ya, Orta Doğu’ya çok önemli sonuçlar getirmiştir.   Bizim ve düşmanlarımızın toplam 500 bin civarında gencinin hayatlarını kaybettiği Çanakkale ile ilgili en sağlam öngörü Sultan Abdülhamit’e aittir. Enver Paşa’nın;  “ Çanakkale zorlanıyor. 

Sizi Kayseri’ye nakletmeyi düşünüyoruz”  teklifini  “ Çanakkale’yi Benim tahkim ettiğim gibi muhafaza ettiyseniz düşman geçemez”  diyerek reddetmiştir.
    Çanakkale Deniz Savaşı’nın kahraman komutanı Cevat Çobanlı Paşa’dır. Deniz zaferini kazanması üzerine kendisine generallik rütbesi ve  “18 Mart kahramanı”  unvanı verilmiştir.
     Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Çobanlı Paşa’nın Kurmay Başkanı Selahattin Adil Paşa zaferin temel taşlarındandır.  

Vefat haberini ABD’nin The Baltimore Sun Gazetesi:  “Birinci Dünya Harbinin seyrini değiştiren komutan vefat etti”  başlığıyla vermiştir.   

1915’te Gelibolu’da V. Ordu’ya bağlı III. Kolordu Komutanı, Esat  Bülkat Paşa zaferin unutulmaz mimarı, çok iyi bir askerdir. 

Alman General Liman Von Sanders’e asıl çıkarma yerinin Seddülbahir  olduğunu anlatamamıştır. Kara Savaşı’nda gerek çıkarma öncesi gerek sonrası büyük gayret ve liyakat göstermiştir. 25 Nisan 1915 çıkarmasında Mustafa Kemal’in V. Ordu ihtiyatındaki XIX. Tümenden bir alay alarak, Arıburnu’na koşması olayında, duruma muttali olunca, bu tedbiri onaylamış, sorumluluğu üzerine almış ve XIX. Tümenin tamamını kıyıya göndermiştir. 

Mustafa Kemal’e madalya ve kılıç verilmesi için teklifte de bulunan Esat Bülkat Paşa, Salih Paşa Kabinesi’nde Bahriye Nazırlığı yapmıştır. Çanakkale Savaşları M.Kemal’in bir anlamda kendini ispat ettiği  muharebelerdir. Yarbay Mustafa Kemal; Sofya Ataşemiliterliği’nden  gönüllü olarak Çanakkale’de bir tümene kumanda etmek isteğiyle gelmiştir. 

   Enver Paşa ile devamlı ihtilaf halinde olan M.Kemal, XIX. Tümende ihtiyata alınmış, Arıburnu’nda ve Anafartalar’da savaşmıştır. 

En kıdemsiz komutan olarak girdiği Çanakkale savaşlarından kendisini ispat etmiş general ve  “Çanakkale Kahramanı”  olarak çıkmıştır.   

   Mareşal Rütbesini alan, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurup ilk Cumhurbaşkanı olan, sadece askeri değil siyasi sahada da büyük başarı sağlayan M.Kemal Paşa bunu Milli Mücadeleyi zafere götüren  Liderliğine, bu önderliğini de bilhassa Çanakkale’de kazandığı zafere borçludur.   
   Çanakkale, bu savaşa katılan, vatanını savunan Türk’e  kurşun sıkan ANZAK, İrlandalı, İskoçyalı, Senegalli ve Sudanlı’ya ‘ben niçin buradayım’ sorusunu sordurmuş ve emperyalizmin kölesi olduğunu anlayınca “Milliyetçilik”  şuurunu uyandırmıştır.  

Dünya hep aynı Dünyadır. 

I. Dünya Savaşı’nda Emperyalizm pamuk için savaştı, II. Dünya Savaşı’nda ise petrol... 

Şimdi sessiz sedasız  “ Su Dahil enerji  kaynakları ”  savaşını yaşıyoruz.  Muharebelerin 97. Yıldönümünde bütün Çanakkale şehitlerimizi, Deniz ve kara savaşlarının vatan toprağına düşürdüğü bu bahar dalı yiğitleri ve gazilerimizi Fatihalarla, minnet dualarıyla anıyoruz.  

Saka neferinden Alay komutanına, hepsi şehit düşen 57. Alaya ve O’nun yiğit komutanı Yarbay Hüseyin Avni’ye, Yarbay Hafız Kadri’ye Minnet ve Şükran borcumuzu nasıl öderiz? 

Kaynak Yeniçağ: Çanakkale Zaferi - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/canakkale-zaferi-22057yy.htm

***

Kadınlar Günü.,

Kadınlar Günü.,





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
08 Mart 2012

 


    Batı Dünyası vahşi kapitalizmin güdümünde kaybettiği insani değerlerini özel günlerle ihya etmeye, diriltmeye çalışıyor. 
Dökülmüş, paramparça olmuş, insani değerleri yaralanmış Batı’nın bu gayretlerinde,  kapitalist piyasaya hız kazandırma ihtirasını da göz ardı etmemek gerekir. 
    Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü ve benzerlerinden sonra  “ Dünya Kadınlar Günü ”...8 Mart 1957’de New York’ta daha iyi çalışma koşulları talebiyle bir tekstil fabrikasında greve başlayan 40.000 işçiye polis saldırdı ve onları fabrikaya kilitledi. 
    Bu sırada çıkan yangında, barikatlar yüzünden kaçamayan çoğu kadın 129 işçi can verdi. 
    1910 yılında Danimarka’da, 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında ölen işçiler hatırasına 8 Mart’ın  “Dünya Kadınlar Günü” olması kabul edildi.   

Dünyada ve Türkiye’de kadınların aile içinde ve çalışma hayatında  karşılaştıkları problemlerin çözülmediğini hatta arttığını görüyoruz. 
Özellikle Türkiye’de son zamanlarda  “kadın cinayetleri”nin ardı arkası kesilmiyor.  Kadına karşı şiddet konusunda 2007 itibariyle dünya genelinde veriler şöyle:          
- Kadınlara karşı şiddet dünyada en yaygın, ancak en az cezalandırılan suç.
- Tahminlere göre 113 ile 200 milyon arasında kadın demografik olarak “kayıp” (yok) görünmektedir. 
Ya doğar doğmaz öldürülmüşler (erkek çocuğun kız çocuğa tercih edilmesi) ya da erkek kardeşleri ve babalarıyla eşit derecede gıda ve tıbbi imkanlara ulaşamamışlardır.
- Fuhuşa zorlanan ya da bunun için satılan kadınların sayısı yılda 700.000 ila 4.000.000 arasındadır.
-  On beş ile kırk beş yaş arası kadınlar, kanser, sıtma, trafik kazaları ve savaşlardan daha ziyade, Erkek Şiddetinin sonucu hayatını kaybetmekte veya sakatlanmaktadır.
- En az üç kadından biri dövülmüş, cinsel ilişkiye zorlanmış ya da hayatı 
boyunca başka türlü istismara uğramıştır. (Tecavüz, kötü davranış). Genellikle, suiistimal eden kişi aileden bir üye ya da kadının tanıdığı bir kimsedir. Ev içi şiddet; bölge, kültür, etnik köken, eğitim, sınıf ve din ne olursa olsun kadınlara karşı en yaygın istismar şeklidir.
- Din, kültür vb. nedenlerle yılda iki milyondan fazla kız çocuğunun genital organlarına hasar verilmektedir
- Sistematik tecavüz, savaşların ve çatışmaların pek çoğunda bir terör silahı olarak kullanılmaktadır. 

Ruanda Soykırımı (1994) esnasında 250.000 ila 500.000 kadının tecavüze uğradığı tahmin edilmektedir. 

Bosna’da ve Irak’da da benzeri kirlilikler geniş ölçüde yaşanmıştır.

İslâm Medeniyeti’nin ve O’nun temeli olan İslâm’ın kutsal kitabı Kur’an’da ve Yüce Peygamber’in sözlerinde, davranışlarında  kadın Batı’nın anlayamayacağı kadar yüceltilmiş, saygıya ve sevgiye lâyık görülmüştür. İslamiyet kadar hiçbir zihniyet, hiç bir felsefe O’na baha biçemedi, hakiki mevkiini veremedi. Bugün Müslüman geçinen memleketlerde kadının perişan, köle muamelesi görmesi Müslüman erkeklerin İslâm’ın kabuğunda kalmış cehaleti ve idrâk darlığındandır. Bu görüşün en büyük delili Kur’an-ı Kerim’dedir. Hitaplar imanlı kadınları ve imanlı erkekleri ayırmadan yapılmıştır. İslamiyet’in ilk zamanlarında kadın toplum hayatının her aşamasında erkekle beraber yer almakta, hatta gazâlara (savaşlara) bile katılmakta idi. Yüce Peygamberin:  “Kadın erkeğin yarısıdır”  diyen ve O’nun sosyal hayattaki yerini açıkça tayin eden beyanı kesindir. Günümüzde İslam ülkeleri içerisinde kadın sadece Türkiye Cumhuriyeti’nde lâyık olduğu yerdedir. 
Ancak, üzülerek ifade edeyim ki  Atatürk’ün bir yağmur bereketiyle kadınlara verdiği sosyal ve siyasi haklar törpülenirken, yok edilmek istenirken kadınlarımız gaflet içindedir. Gazi Paşa bu hakları kadınlarımızın Milli Mücadele’deki  yüksek fedakarlıklarına şükran borcu olarak verdi. 

Dolayısıyla bu hukuki yücelişler kolay elde edilmedi. Ülkemizde bu kadar kadın derneği var. Çocuk cezaevlerinde her şey yapılıyor. 

Ama kadın dernekleri suskun... Eğitim reformu iddialarıyla  adımlar atılıyor. Ne getireceği, ne götüreceği ilmi zeminlerde tartışılmadan eğitime yön verilmek isteniyor. Kadınlarımız nerede? 
Nasıl bir insan istiyoruz? 
İnsan yetiştirme düzenimizin hedefi ne? 
Bunları soran, araştıran yok! 
Kadınlarımız ana olsun, yavrumuz olsun, yârimiz olsun başımızın tacıdır. 
Yine de  “Kadınlar Günü Kutlu olsun” diyelim. 

Kaynak Yeniçağ: Kadınlar Günü - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/kadinlar-gunu-21969yy.htm

***

CHP’nin Tarihi Görevi

CHP’nin Tarihi Görevi






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
01 Mart 2012 



    Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin Tüzük Kurultayı, geçtiğimiz hafta sonu yapıldı. 
Hemen ertesi günü ikinci kurultay başladı. Parti içi muhalefetin kurultayı... 
Bu da Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun   başarısıyla tamamlandı.  Art arda yapılan bu iki kurultay tablosundan çıkan ilk sonuç;  
“CHP’nin ne yazık ki fikir üretmek, ülke sorunlarını çözmek yerine  devamlı kavga içinde olduğu”  fotoğrafını verdiğidir.Tarihi geçmişi ve tecrübe birikimi sebebiyle CHP’nin siyasi hayatımızdaki yerini iyi görmek gerektiği kanaatindeyim.Kadro açısından; CHP her alanda açık ve âşikar bir zenginliğe sahiptir. Ancak, kadro, tecrübe, parti arşivinin bu zenginliğine rağmen CHP’nin olması gereken yerde ve ağırlıkta olduğunu söylemek mümkün mü?CHP’nin geçmiş mücadele çizgisini yenileyerek koruması elzemdir. Bu yolda; Anayasa’da yer alan Cumhuriyetçilik başta olmak üzere, Gazi Paşa’nın üstüne titrediği laiklik, vatanın bütünlüğü, cumhuriyetin devamlılığı, bağımsız dış politika, denk bütçe esaslarına sarılmak temel politika olmalıdır.Atatürk’ten İnönü’ye miras kalan devlete sahip olma şuuru; Atatürk Dönemi’nin kültür politikaları,  “Milli Devleti anlayacak, O’nu koruyacak, güçlendirecek, bağımsızlık çizgisini devam ettirecek insan yetiştirmek” ti.İnönü döneminde, bu çizgiden zaman içinde sapmalar oldu. Ancak,  devletin ciddi, ağırlıklı kültür politikaları hep var oldu. Özetle; Atatürk’ün dönemindeki Türk kültür çizgisinden, greko-latin kültür çizgisine geçildi. Bunların kurumlar halinde şekillenişi, işlevleri tenkit edilebilir. Amma, varlıklarını ve ufuklarını görmemek inkârcılıktan başka anlam taşımaz. Halkevleri, Köy Enstitüleri, kütüphanelerin hızla çoğaltılması, greko-latin klasiklerinin Milli Eğitim Bakanlığı’nca tercüme ettirilip bastırılması önemli adımlardır.İnönü’den sonra Ecevit’in genel başkanlığı döneminde maalesef Türkiye’ye yağan slogan yağmurları CHP’yi de ıslattı, sırılsıklam etti. Turgut Özal’ın 1980 ekonomi politikaları tam bir dönüşüm ve kapitalist sisteme (Tekelci kapitale) teslimiyet ölçüsünde bağımlılıktı. CHP, bunun Türkiye’yi nereye götüreceğini anlayamadı, anlayan kadroları da anlatamadı. 

Bu tedbirler sanayileşmeyi, tarım ve hayvancılığı geri plana itiyor, ülkeyi  “al-sat”  ekonomisine mahkum ediyordu.  

Bugün kredi kartı intiharları, yabancı paraların  (Dolar, Euro) milli paramızı piyasadan kovacak güce kavuşması hep ABD ve O’nun emrindeki Dünya Bankası, IMF (Uluslararası Para Fonu), GATT(Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmaları)’nın istediği politikalardı.  Bütün bu çığ gibi gelişmeler karşısında CHP ciddi ve tutarlı bir  “Milli Ekonomi Politikası”  geliştiremedi. Partinin  “altı ok” una günün şartlarına göre yorumlar getiremedi. Yeni bir “Kalkınma Planı” hazırlayarak emek-sermaye dengesini kurabilirdi. Ne yazık ki ucuz sloganlar tercih edildi. 

Böylece CHP, Özal tarafından hazırlanan, uygulamaya konulan politikaların sadece seyircisi oldu.  

Bugün Kılıçdaroğlu, 

Genel Başkanlığını güçlendirerek tehlikeli virajları aştı. Şimdi çok önemli bir yol ayırımının önündedir. 

Asla  “ya koltuğumu alırlarsa”  endişesine düşmemelidir.  “ Korku insanların kaderini değiştirmez”  diyen Peygamber mesajını idrâk etmek, zirvede huzurlu olmanın şartıdır. Bu huzur, partiyi ve partililerin tamamını kucaklamayı sağlayacaktır.Bir Genel Başkan’ın lider olması uzun soluklu yolların aşılmasına bağlıdır. 
Yollar güçlü kadrolarla aşılır. İyi yetişmiş, kendi alanında uzman şahsiyetler, davanın, inancın sıcaklığı içinde kaynaşır, bütünlük sağlanır.  
Günümüz şartlarında, siyasi hayatta tek adamın her şeye hakim olacak bilgi donanımına sahip olması mümkün değildir. 
O’nun yapacağı tesirli ve iyi bir yönetimle işbirliğini sağlamaktır.

Sayın Kılıçdaroğlu; 

CHP’yi bir lider partisi olmaktan çıkarıp, bir kadro ve program partisi haline getirebildiği ölçüde başarılı olacaktır. CHP önce kendi olmalıdır. Kemalist çizgiden sapmamalı, bu anlayışın güncel yorumları ile sorunları ele almalıdır. AB ile ilişkiler konusundaki tavrını  “milli menfaat”  çizgisine çekmeli,  “Gümrük Birliği” soygununa karşı çıkacak bir onurlu mücadele başlatmalıdır.Cumhuriyetimizin varlığı ve yaşaması için CHP, kurucusunun ilkelerini yaşatmaya, güçlü olmaya 
mahkumdur. 

Bu tarihi bir görevdir. 

Kaynak Yeniçağ: CHP’nin tarihi görevi - Agah Oktay GÜNER 
***

Atatürk’ü Anlamak.,

Atatürk’ü Anlamak.,





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
23 Şubat 2012
 


    Dünyanın bütün memleketleri kahraman yetiştirmek gayretindedir. 
Kendi değerlerini dikkatle korumak, yüceltmek temel dikkatleridir.  Ne yazık ki bunun tek istisnası biziz. Yetiştirdiğimiz değerlerin eksiğini aramak, 
bulamazsak kusurlar icat etmek toplum olarak bizim işimiz.   
Milli değerlerimizin altı oyuldukça haz almak gibi garip bir hastalığımız var.   
Ne dinimiz, ne mukaddeslerimiz böyle bir ahlaki zaafa anlayışla bakmıyor. “Ayıpları örtmekte gece gibi ol...” diyen velilerin   hoşgörülü, aydınlık ufkuna gözlerimizi yummuş, kendi karanlığımız  içerisinde ilerliyoruz. Son yıllarda Atatürk gerçeğine saldırmak, O’nun abide duvarından bir tuğla sökmeye çalışmak adeta moda oldu. Atatürk; mağlup olmamış bir kumandan, milli devlet kurucusu,  Batıya dönük siyasetin kararlı temsilcisi, kültürümüzün, devlet hayatımızın milli menfaat çizgisinde olmasını varlık sebebi bilen bir kültür milliyetçisi, Türk diline, dinine, 
tarihine aşkla eğilmiş bir şahsiyet...O, asla kendini düşünmemiş, bütün varlığını milletine bağışlamış   “En büyük iftiharım Türk yaratılmamdır”  diyen millet sevdalısı...“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti”  diyerek devlet ve hukuk şuurunu taçlandırmış bir isim. Milli Mücadele zaferle bittikten sonra; Milletin düşünce, inanç, iman hayatını örten külleri kaldırmak  için gerekli her türlü reformu cesaretle yapmış yürekli bir lider...

Zaman içinde bütün yabancı imtiyazları satın almış, yabancı sermayenin tamamını millileştirmiş, “milli ekonomi”  şuurunun ve iradesinin sahibi...

Trablus Harbi, Balkan Harbi, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele ile kesintisiz 16 yıl harp yaşamış, ölmüş, sakat kalmış, yanmış, yakılmış, iktisadi gücü erimiş, üretim alanları boş kalmış bir topluma güven, başarı ve ayağa kalkma iradesi veren hep O’dur.TBMM kürsüsünde 7 günde okuduğu ’ Nutuk’un sonunu  “Türk Gençliğine” diyerek şahane bir kükreyişle bitirir. Gazetelerin yazdığına göre; Antepli Şahin, Bayrak şiirlerinden sonra  “Atatürk’ün Gençliğe Hitabı”  da kaldırılıyormuş ! Nutuk’taki Türkçenin zenginliği, mantık sağlamlığı, belgelerin tutarlılığı, ifadenin akıcılığı  Mustafa Kemal’in zengin bilgi ve kültür bereketinin ifadesidir.Kendisinin özel imamı, sonra musiki korosunun şefi Yaşar Bey’in  Milli Kütüphane’deki 
hatıralarını okuduğunuz zaman O’ndaki mukaddesata saygıya hayran olursunuz. Yaşar Bey aynen şöyle yazıyor:“Kandillerde, ramazanda değil içki içmek, bulunduğu yerin önünden  içki arabası geçemezdi. Bir asker arkadaşı vefat ettiğinde - Yaşar Bey, ölen kahraman bir paşadır. Hazır Hatmin var mı? - diye sorar; -Var efendim.- diye cevap verdiğimde: - O zaman aileyi ziyaret et, hatim duası yap - derdi.”Atatürk’ün Milli Mücadele öncesi  ziyaret edip, türbelerinde itikâfa çekildiği Hacı Bektaş-ı Veli’ye, Hazreti Mevlana’ya büyük muhabbeti ve saygısı vardır. Meclis’te  “Dergâhların Kapatılması Hakkında Kanun” kabul edildiğinde Başbakan İnönü’ye;  “İsmet! Kanunu hazırla, yarın sabah Mevlana Dergâhı, Mevlana Müzesi olarak açılacak!” talimatını verir. Hz. Pir’i 14 defa ziyaret eden Mustafa Kemal, Mesnevi’nin, Sem’â Ayini’nin sevdalısıdır.  O’nun Osmanlı Hanedanı ile ilişkileri de bazı istisnalar dışında genel olarak yanlış şekilde nakledilmiştir. Gerçekte, son Osmanlı Padişahı Vahdettin’e sofrasında çirkin söz 
edeni hemen susturmuş ve “İsteseydi hazineyi götürürdü. Çöpe tenezzül etmemiştir”  demiştir. Yıldırım Beyazıt’a, Fatih’e hayrandır. Peşin, ucuz 
sloganlarla dolu kafalar Mustafa Kemal Atatürk’ü anlayamaz.  Bir milletin kaderini değiştiren bu büyük adamın, ışık dolu şahsiyeti, güneşin balçıkla sıvanmadığı gibi hep aydınlık kalacaktır. 

Kaynak Yeniçağ: Atatürk’ü anlamak - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/ataturku-anlamak-21806yy.htm

***

Yılmaz Öztuna.,

Yılmaz Öztuna.,







Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
13 Şubat 2012

 


    Değerli tarihçi, fikir adamı, siyasetin rehber ismi Yılmaz Öztuna’yı kaybettik. 
    Tarihi şahsiyetinin gerçeğini ilmin ışığına kavuşturduğu, üstündeki yalan bulutlarını parçaladığı cennet mekân Sultan Abdülhamit Han’ın vefatı sene-i devriyesinde vatan toprağına tevdi edildi. 
     Mekânı cennet olsun. Ailesinin, sevenlerinin, milletimizin başı sağ olsun.
Yılmaz Öztuna milletimizin yetiştirdiği çok büyük şahsiyetlerdendir. 
Ciddi araştırmalar sonucu ulaştığı hakikatleri; tavizsiz savunmuştur. 
İlmi meselelerde tespitlerini mükemmel bir mantık ve fasih bir Türkçe ile anlatmıştır.   
Evet bir İstanbul Beyefendisine yakışır İstanbul Türkçesi ile yazar ve konuşurdu.  Bütün bir ömrü araştırarak, okuyarak, yazarak geçirdi. 
Ne bir düğün, ne bir eğlence, ne bir tören, ne de cenaze için zaman ayırdı. 
Bir seferinde: “Evet, bir yere gidemiyorum. 
Gitmiyorum.. 
Aksi halde takdirinize mazhar olan o kitaplar yazılamazdı”  dediğini hatırlıyorum.   
O, tarihimizi Cumhuriyet nesillerine sevdiren adamdır. Hayat mecmuasının tirajını o yıllarda 450 bine çıkarmak ne demektir? Bu haftalık dergide yayınlanan makaleleri ile geniş kitlelere tarih okuma zevki ve merakı aşılamıştır.“Türkiye Tarihi” adlı eseriyle tarih düşüncesinin gelişmesinde çok önemli rol oynayan Merhum, 120’yi aşan kitabı, binlerce makalesi yanında, Türkiye gazetesinde yıllarca başyazarlık yapmıştır. 

Basın hayatımızda, bu çok önemli işi ehliyetiyle, tecrübesiyle, bilgi ve düşünce zenginliğine dayanan ufuk bereketi ile yerine getirmiştir.   
    Kendisi “Osmanlı Tarihi”  içinde yaşıyordu. Osmanlı’nın her asrını şahsiyetleri, önemli olayları ile âdeta bizzat yaşamış gibi anlatırdı. 
Yorulmak bilmeyen bir gayretle Osmanlı Devleti’ni, Osmanlı ailesini anlattı. 

Bu muhteşem aileyi, çilesini duyarak, yaşayarak tanıtmış, bilgisizliğin ve ihanetin mahkûm ettiği Osmanlı Hanedanı geniş vatandaş çevrelerinde aklanmış ve lâyık olduğu saygı ile yad edilir olmuştur. 
Hiç şüphesiz diğer değerli tarihçilerimizin de hakikati dile getiren çok değerli çalışmaları vardır. 
   İsmail Hâmi Danişmend, Halil İnalcık, Ö. Lütfü Barkan, İlber Ortaylı ve şu anda aklıma gelmeyen diğer kıymetli tarihçilerimizin  aydınlatıcı gayretleriyle millî kültüre miras bıraktıkları eserleri şükranla okuyoruz.Ancak, şunu ifade etmek isterim ki: Tarihi eserlerin aranması, okunmasında Yılmaz Öztuna unutulmaz bir hizmetin sahibidir. Öztuna sade Türk tarihini değil, Türk musikisini de mükemmel bilen bir şahsiyetti. 

Gençliğinde çok değerli üstatlardan Türk musikisi dersleri almış, İstanbul Konservatuvarında okumuştu. 
Bu kapsamda“Türk Musikisi Ansiklopedisi”  isimli bir eserin de sahibidir.İmanlı şahsiyeti Yılmaz Öztuna’nın çalışmalarına önemli katkı sağlamıştır. 
Dinin Allah ile kul arasında kalması gerektiğine inanan Merhumun gösterişten uzak bir dini hayatı vardı.  “Büyük Türkiye Tarihi” adlı eseri bir hadisle başlar; “Ezelde Allah vardı ve O’nunla beraber henüz hiçbir şey yoktu.” 14 ciltten oluşan eser yine bir ayetle hitam bulur: 
“De ki Ey Mülkün sahibi Allah’ım! Dilediğine verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil kılarsın. 
Hayır yalnız senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kadirsin.”11 yıl önce Aziz Ahmet Kabaklı Hocamızı da 7 Şubatta kaybetmiştik. 
Ahmet Kabaklı Hoca; araştırmacı, yazar olarak günlük fıkralarıyla, çok değerli eserleriyle büyük hizmetler ifa etti. 

Yılmaz Öztuna, 

Ahmet Kabaklı bu vatanın, Türk kültürünün, millî varlığımızın kalesiydi. Her ikisi de dost gönüllü insanlardı. Sütunlarında namuslu düşünce sahiplerini, millî kültüre hizmet eden şahsiyetleri sıkıntılı zamanlarında yalnız bırakmaz, savunurlardı.Onlar kıyamete kadar büyük hizmetlerin sahibi oldular. Allah, ömürlerini millî yapıyı güçlendirmek için vakfeden bu değerli insanlardan razı olsun.Aziz Yılmaz Öztuna’yı muhabbet ve fatihalarla Yaradanın sonsuz rahmetine uğurlarken, değerli Ahmet Kabaklı’yı da minnetle yad ediyoruz. 

Kaynak Yeniçağ: Yılmaz Öztuna - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yilmaz-oztuna-21687yy.htm

***

Gençlik ah Gençlik

Gençlik ah Gençlik






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
06 Şubat 2012 


      Gençlik konusunda zirvelerde esen rüzgâr konunun özüne inmese de beni mutlu etti. 
Neden mi? 
Çünkü ilk defa gençlik hatırlandı, gündeme geldi. 
Gençlik 1980 darbesi ile ezildi ve silindi. 
Bu darbe tam bir gençlik katilidir. 
Ankara Mamak Askeri Cezaevinde hem solcu, hem de ülkücü gençler asker postallarıyla çiğnenmiştir. 
Diğerleri de farklı değildir. Gençlerin evleri aranmış ve kitap adına ne varsa çuvallara doldurulup götürülmüş, yakılmıştır.   
Sorgulanan her genç dünyaya geldiğine pişman edilmiştir. Ceryan vermek, husyelerine demir kilo bağlayarak işkence askısına asmak, kemiklerini kırmak, soymak, çırılçıplak haldeyken hortumla soğuk su sıkmak, yan odada yakını olan bir hanımı soyup, bağırtarak “Belirtilen ifadeyi imzalamazsan nişanlının, karının, kızının, vs. ırzına geçeceğiz” diye tehdit etmek...Mahkeme salonuna gençler kelepçeli olarak getiriliyor ve kelepçeleri açılmıyordu. Tuvalet ihtiyacı olanlar, kelepçeli arkadaşları ile birlikte alaturka tuvalete gidiyordu.Evet, daha ne çileler var. 
Diyelim ki bunlar bir darbe döneminin merhametsiz, zalim tatbikatı idi. Ya şimdi?1980’den 2012’ye kadar 32 sene yapar. Türkiye’de durum nedir? 
Ne değişmiştir? 1980’den sonra yaşananlar sebebiyle aileler çocuklarına, “Aman! Sakın eve kitap getirme” demişlerdir. 
Bugün bu korku hâlâ devam etmektedir.Ne yazık ki aradan geçen otuz iki yıla rağmen 12 Eylül darbesinin “Gençlik ezilmelidir” zihniyeti berdevamdır. Gençlik sudan sebeplerle tutuklanıyor. Demokrat ülkelerde çok tabii kabul edilen yumurta atmak gibi eylemler bizde ağır cezalık suç... Üstelik gençlerin eğitim hayatlarını öldüren tutukluluk süreleri. Hakim karşısına çıkmak için, sorgu ve savunma için beklenen aylar, yıllar.Gençliğimizin bir başka, ümitsizliğe sevk eden çilesi; “işsizlik.” Diplomalı genç maalesef bu krizi bütün acısıyla yaşıyor. 
İyi eğitim görmüş, dil hatta diller bilen gençler iş bulamıyor. Buhrana giriyor.Çare yatırım yapmaktır. İş imkânlarını artırmaktır. 
Bugün, al-sat ekonomisi anlayışıyla geldiğimiz nokta ortadadır.Artan, ağırlaşan dış borçlar, 100 milyar doları aşan ticaret açığı, bir o kadar cari açık. Devamlı toprak satan bir devlet... Cumhuriyetin satılması mümkün bütün birikimleri satılmıştır. 
Netice? 
Bunca çile içinde ümit, iş güç veremediğimiz gençlerimiz buhrandadır.  
Eğitim bizim insanımızı yetiştirmekten çok uzak. Eğitim felsefemiz yok. “Nasıl bir insan istiyoruz?” sorusunu soran yok. 
Cevabını düşünen yok. Okuyan, okuduğunu anlayan, düşünen insanımız o kadar az ki... 
Düşünmenin sihirli gücü, değeri kelimelerdir. Ne acıdır ki kelimeleri her gün katledilen bir dille konuşmaya, eğitime çalışıyoruz. 
Bizim dil zevkimizle yoğrulmuş, bizim üslubumuz içinde erimiş kelimeleri yabancı diyerek onlarla tanıştığımız coğrafyalara gönderdik. 
Sonra dilimizi İngilizce, Almanca, Fransızca kelimelerin işgaline terk ettik. Teknolojik her buluş bir İngilizce kelimeyi dilimize taşıdı.   
   Fransa’da bu probleme karşı bir dil bürosu kurularak tedbir alındı. 
Her yeni cihaz, önce Fransızca bir isim konulup sonra piyasaya sürüldü. 
Böylelikle dildeki yozlaşma, kirlenme önlendi. 
Biz ne yaptık? 
Tam aksini...
Müstemleke valisi teslimiyetiyle İngilizce eğitim veren üniversiteler açtık. İlkokuldan üniversiteye yabancı dille yetişen gencin bu toprağa yabancılaşması tabii netice değil midir? Dilinden mahrum edilenlerin düşünme yeteneği perişan edildi. Sözümona parasız eğitim masalıyla, az maaşlı öğretmenlerin yetersizliğinin dershaneler yoluyla kapatılması yolu seçildi. Dershanelere ailelerin ödediği para dengeli bir vergi politikasıyla eğitime aktarılsaydı, devlet okullarının kalitesi fevkalâde yükselirdi. Aileler bugün olduğu gibi yakacak yardımı, odacı maaşına 
iştirak, okul kurs parası gibi paralar ödemezdi. Perişan edilmiş Türkçenin yanında çocuklarımıza tarih bilgisi ve buna dayalı tarih şuuru veriyor muyuz? Dindar gençlik yetiştirmek. Peki hangi din anlayışına göre? Eşari itikat mı, Maturidi itikat mı vereceksiniz? Vahabilik ve Humeyni şiasının dalga dalga yükseldiği bu memlekette “Bizim ehl-i sünnet v’el cemaat” diyen itikadımızı “Türk’ün Müslümanlığı”nı, Hacı Bektaş Veli, Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Şaban Veli, Hacı Bayram Veli zirve idrâklerinde ifadesini bulan Kur’an anlayışını yeniden 
nasıl anlayacak ve anlatacağız? İşte temel soru budur. 

Tasavvuf Ahlakına Hasret kitleler bu pınara kavuşunca gerçek Müslümanlık yaşanacaktır. 
Riyakâr dindarlık kara bir duman gibi dağılacak, her dem, her nefes, Rabbine hesap veren Müslüman kimliği ile “yeniden doğuş” dirilişimizi sağlayacaktır. 

 Yeniden Doğuş’un üç temel şartı vardır: “Doğru Dil, Doğru Tarih ve Doğru Din.” Bu temel eğitim stratejisinin üzerine uzmanlık kültürlerini, meslek eğitimlerini kurabilirsiniz. Adam gibi, Allah’tan gayrısına kul olmayan insan yetiştirirsiniz.Evet bütün sorumlular tarih ve gençlik önünde namuslu bir muhasebe yapmaya mecburdur. Düşünme yeteneğini yok ettikleri, ideallerini aldıkları, ümitlerini çiğnedikleri gençliğin önünde ne zaman özür dileyecekler? 

Kaynak Yeniçağ: Gençlik ah gençlik - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/genclik-ah-genclik-21607yy.htm


***

Malta Sürgünleri ve Sarkozy

Malta Sürgünleri ve Sarkozy





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
30 Ocak 2012 


Son günlerde Malta Adası Sürgünleri haklı olarak sıkça gündeme geliyor. Bilindiği gibi İngilizler İstanbul’un işgali sonrasında 1919-20 yıllarında İttihatçı, Kemalist bildikleri devrin değerli insanlarını sömürgeleri olan Malta Adası’na toplamışlardı. İngilizler İttihatçılara karşı son derece öfkeli idiler. Dört yıl hemen her cephede Türklerle savaşmak zorunda kalan İngilizler kendi evlatlarını ateş hattına sürmekten dikkatle kaçınmış, sömürge askerleri tükenince topyekûn seferberlik ilan etmişlerdir. Yani kendi evlatlarını da cepheye göndermek zorunda 
kalmışlardır. Sultanahmet Mitingi İngilizleri korkutmuştur. 
Bastil’in zaptı gibi Bekir Ağa Bölüğü’nün basılıp tutukluların kaçırılmasından endişe ediyorlardı.İngilizlerin gözünde İttihatçıların büyük günahı Osmanlı Devleti’ni savaşa sokmalarıdır. Malta’ya gönderilenler genel olarak üç 
kategori suçla itham edilmişlerdir:

1- Mondros Mütarekesi hükümlerine karşı gelmek,   
2- İngiliz savaş esirlerine kötü muamele etmek, 
3- Ermenilere karşı katliam yapmak.

   Değerli Diplomat Bilal Şimşir “ Malta Sürgünleri ” adlı eseriyle bu konuları en ciddi delillerle - İngiliz arşiv belgeleriyle- tarihin hafızasına sunmuştur. Bu eserden “ Ermeni Soykırımı ” ithamının, suçlamasının Malta’da nasıl iflas ettiğini öğreniyoruz.
   Eser bu güzide kadronun çektiklerini, öncelikle Cihan Harbi’nin yürekli kumandanlarının, vatanperver sivil kadrolarının, 140 kişinin Malta’ya nasıl götürüldüklerini, yaşadıkları sürgünü anlatır.  Hükümet bu kitabı İngilizce ve bilhassa Fransızcaya tercüme ettirip, Avrupa ülkelerinin parlamento üyelerine dağıtmalıdır.  Sayın Bilal Şimşir’in resmi müzakerelere davetinde, bilgi ve ehliyetinin heyetimize katılmasında sayısız faydalar vardır. Evet, Malta’daki sürgün esareti büyük elemlerle şekillenir. En kötüsü de geride kalanların parasız pulsuz halidir. Tutuklu, esir bir erkek için bu hal ölümden acıdır. Ancak bu acılar onları bileylemiş, iftiraları iddianame yapacak delil bulunamayınca hepsi beraat etmiş ve 
Anadolu’ya, Milli Mücadele’ye koşmuşlardır.O günlerin acı hatıraları yanında ibret öyküleri de vardır. Enver Paşa’nın babası Hacı Ahmet Paşa bir grup arkadaşına sohbet sırasında “ Ben hiç harama uçkur çözmedim ” deyince Süleyman Nazif, “Keşke helâle de çözmeseydin, Enver doğmaz, devletimiz yıkılmazdı”der.Yine bir gün Hacı Ahmet Paşa “ Nedir bu İngilizlerden çektiğimiz? ” deyince Süleyman Nazif “ Çıkalım, bir İngiliz kızıyla evlen. O’ndan bir oğlun olsun. İngiltere tahtına geçer O da ingiltere’yi yıkar ” cevabını vermiştir. 
   Malta’ya ileri gelen sivil, asker, idareci, yazar kadrolarından sonra Kars hükümet erkânı gönderilir. 
Mütareke mucibince Türk Ordusu 1914 hududuna çekilmek mecburiyetinde bırakıldığı için Kars Türkleri bir “Cenubugarbi Kafkas Hükümeti Muvakkate-i Milliye”sini teşkil etmişlerse de 19 Nisan 1919’da İngiliz işgal kuvvetleri Meclis-i Milli binasını kuşatıp, hükümet erkânını Batum ve İstanbul üzerinden Malta’ya götürmüşler ve Kars’ı Ermenilere teslim etmişlerdir. 

Hedef; Anadolu’daki millî direnişi kırmaktır. İngilizlerin büyük korkusu budur. 

Öte yandan, İngilizlerin bu konudaki büyük gayretlerine rağmen Malta’da “Ermeni Soykırımı” iddiasını destekleyecek tek delil bulunamamıştır.  
    Kuvâ-yı Milliye’nin her gün güçlenmesi ve Sakarya Zaferi Malta tutsaklarının kurtuluş çanlarını çaldırdı. 
Londra Anadolu’daki İngiliz esirlerinin kışı nasıl geçireceğini düşünerek acilen Malta sürgünlerinin iadesini ve karşılığında İngiliz esirlerinin geri alınmasını istiyordu.   Bu tarihi hikâyenin teferruatını Sayın Bilal Şimşir’in kitabında ibretle okuyacaksınız. Hiç şüphesiz bu konuda özellikle sürgünden kurtulanların hatıralarında çok önemli tespitler ve bilgiler vardır.   Ancak, en önemli olanı delillerin karartılmasını ve kaçma ihtimali bulunmayan, Ermeni Soykırımı ithamı ile Malta’ya sürülen kadroların aleyhlerine iddianame hazırlayacak tek delilin İngiliz savcılarının bütün araştırma gayretlerine rağmen bulunamamış olmasıdır. 
Bizim için önemli olan budur. 

Türkiye bu ithamdan ilk defa Malta’da beraat etmiştir.   

Malta, Sarkozy ve O’nun kafasında olanların ilk dersi olmalıdır. 

Kaynak Yeniçağ: Malta Sürgünleri ve Sarkozy - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/malta-surgunleri-ve-sarkozy-21514yy.htm

***

Bu Bulutlar gitsin.,

Bu Bulutlar gitsin.,





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
23 Ocak 2012 

   Bu bulutlar gitsin güneşi görelim. 
Bu insanı boğan huzursuz, sevgisiz, ümitsiz havadan kurtulalım. 
Cemiyet olarak, millet olarak artık Yunus Emre’lere, hak erenlere kulak verelim; “Sevelim, sevilelim. 
Bu dünya kimseye kalmaz.”Evet Firavun kendini dünyaya hâkim zannediyordu. O’nu yıkacak Musa’yı sarayda büyüttü... 
Kayboldu gitti. Musa yaşıyor.Musa ahlakı yaşıyor.  “Haddini bilmek” , ama ne yazık ki öyle olmuyor. Ben yaparım! “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” mantığıyla  ömrümüzü tüketiyoruz.Yıllardır vatanperverler ve akademisyenler Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye’nin bir geleceği olamayacağını söylüyorlar ama duyan yok! Halbuki AB ülkeleri sıkıntıda,  “bu ülkelere ihracatımız giderek düşecek” ; falcılığı bir kenara bırakıp Türkiye’nin menfaatlerini koruyacak tedbirleri alıp uygulamanın tam zamanı... Hiç olmazsa aramızdaki “Gümrük Birliği Anlaşması”nın aleyhimize işleyen hükümlerini değiştirsek az  kazanç mı?Tabii daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi “Planlama”  kalkınma için elzem. 

İktidar Devlet Planlama Teşkilatı’(DPT)nı morgdan çıkarıp diriltmelidir. “Adamım” felsefesini bir kenara bırakıp, işinin ehli gerçek adamlarla çalışacak bir DPT’ye şiddetle muhtacız. Neden mi? Söyleyeyim. En canlı örnek “et” konusu; ithalatının kolaylaştırılmasına rağmen et fiyatları yükseliyor. Çünkü Et Balık Kurumu’nu satmışız. Şimdi bu muhteşem kuruluşun yerini alabilecek bir kurum düşünülüyor.
Tarımı “üvey evlat” ilan etmişiz. Köylü tek kelimeyle perişan. Tarım dinamitlenmiş gibi. Çiftçinin kullandığı “kırsal mazot” Ocak 2011’de kaldırıldı. 

Sadece mazot pahalılığından dolayı çiftçinin ödediği KDV farkı 300 milyon doları buluyor. Çiftçi bu zor şartlarda üretime devam ediyor. 

Neticede 2002 yılında bankalara 5 milyar lira borcu olan çiftçinin borcu şimdi 30 milyar lira. Artık bankalara olan borcunu ödeyemiyor. 

Tarlası, malı, mülkü satılıyor. Şehre göçüyor. Çaresizlik kaderi oluyor. 
Bu politikanın sonucu tarım ürünleri ithalatı, ihracatını çoktan geçmiş. 
4 milyar dolara yakın açık var.Hayvancılık dev gibi sorunlarla karşı karşıya. Yem/süt dengesi kurulsa  “süt hayvancılığı” dirilecek.Ülke kaynaklarına 
ne kadar sahibiz? Bu gücü ne ölçüde kullanıyoruz? Zaman adeta erircesine geçerken biz ne yaptık? Toplumun, insanımızın hayrına ne işledik? 
sorusunu ne zaman kendimize soracağız? Altın zamanlar geldi, geçiyor. AB çatırdıyor, çökme yolunda. Türkiye bütün emperyalist oyunlara, içteki gaflete, dıştaki melanete rağmen Orta Doğu’nun en güçlü ülkesi... Peki, neyi eksik? -Muhasebesi-  Devletten hükümete, vatandaşa kadar herkes yaptığı işin muhasebesini yapsa verimliliğimiz artacak.Muhasebenin hiç olmadığı yer “Dış Politika”. Bir dostum geçenlerde sohbet ederken, “Politikasızlık” dedi. Büyük ölçüde doğru, uzun vadeli stratejilerle tespit edilmiş, kararlılıkla yürütülen bir dış politikamız maalesef yok. 

Etkili ve yetkili makamlardaki bürokratlar o kadar sık değişiyor ki bir devamlılık da yok. Süper güçlere teslimiyet politikasının bize verdirdiği kayıpları ne zaman anlayacağız?Yunanistan’ın NATO’ya alınması için Türkiye ikna edilirken, Kıbrıs Sorunu’nun çözüleceğine dair söz verilmişti. 

Bu sözü verenler ortadan yok oldu. Söz çoktan unutuldu.Türkiye Suriye’nin jandarması olacağım derken top Rusların eline geçti. ABD Türkiye’ye 
bazen türlü vaatlerle havuç uzatarak, bazen de aba altından sopa göstererek istediğini yaptırıyor. 

Komşularımızla Düşmanlık artıyor. 

Irak ve Suriye’de bu oyuna geldik. Libya’daki gelişmelerde olmazsak pastada payımız olmaz dendi. Şu halimizle ne yazık ki Müslümanları satan ülke konumuna geldik.Bir diğer yürek dağlayan konu; yabancılara mülk satışı. Yabancılara satılan topraklar bu güne kadar 84 milyon 153 bin metre kareye ulaştı. Yabancılar 113 bin 37 adet gayrimenkule sahip oldular. Bunun muhasebesini yaptık mı? Kazandığımız meblağ, kaybettiklerimize değdi mi? Şimdi yabancılara mülk satışını kolaylaştıran bir kanun hazırlanıyor. Hedef 10 milyon dolarlık daha satış yapmak.  
Gelelim Eğitime... Mecburi Eğitimin 11 yıla çıkarılmasına çalışılıyor. 8 yıla çıkardık ne fayda sağladık? Sütunları kaplayacak bilgi ve belgeye sahibiz. 

Ama ne çare...  Bizim derdimiz aka kara demek değil. Biz aklar, yani güzel adamlar çoğalsın istiyoruz. 

İktidar her alanda yetişmiş kadroların fikirlerine, objektif tespitlere önem verip, tecrübeli bir kadroyla planlı ve programlı hareket etmeyi benimserse muhalefet de dağınıklıktan kurtulur. Karşılıklı fikir alışverişine zemin sağlanır.Önce düşünmek, sonra hareket etmek altın zamanları kazanmanın şartıdır. Zamanın kıymetini bilmek özel hayatta da, siyaset hayatında da huzurun anahtarıdır.Güneş o zaman en güzel haliyle görünür. 

Kaynak Yeniçağ: Bu bulutlar gitsin - Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/bu-bulutlar-gitsin-21421yy.htm

***

Eğilmeyen Adam Rauf Denktaş.,

Eğilmeyen Adam Rauf Denktaş.,







Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
16 Ocak 2012

 


    Milletimiz büyük evladı Rauf Denktaş’ı kaybetti. 
Türk milletinin, Kıbrıs Türklüğü’nün, ailesinin başı sağ olsun. 
Rauf Denktaş bir milli kahraman, ufuklu, dirayetli bir diplomat, engel tanımayan iradesiyle bir mücadele adamıydı.   
Denktaş iyi eğitim görmüş, kültür yapısı sağlam bir insandı. 
Dış politika olaylarını, dünyanın gidişatını dikkatle takip eder, çok isabetli değerlendirmeler yapardı. 
Yerli ve yabancı basını, neşriyatı takip eder devamlı okurdu. Kıbrıs Türkünün bağımsızlığı davası, O’nun var oluş sebebi olmuştu. 
Bu aşkın beslediği müthiş bir iradeyle dağ gibi müşkülleri aştı ve nice düğümler çözüldü. Bir cemaat olan Kıbrıs halkı millet olma şuuruna erişti. 
Sonunda “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (KKTC) kuruldu. Bu devletin yaşaması, göndere çekilmiş Kıbrıs bayrağının bir daha inmemesi, O’nun temel dikkatiydi. O tam bir kahramandı. Gerektiğinde  Makarios’un Kıbrıs’a girmesini yasaklayan kararını bir motorla adaya çıkarak delmesini bilmişti. Makarios’un kurduğu Türkleri öldürmekle görevli EOKA’ya karşı Türk Milli Mukavemet Teşkilatı’nı kurdu. Şükranla anılmaya layık çok büyük hizmetler ifa eden bu kuruluşa cesaret ve mücadele azmi veren Denktaş’ın kahraman şahsiyetidir.

***

Bütün kahramanların ortak kaderi nankörlüğe uğramaktır. Denktaş yalnız Kıbrıs Türklüğünün lideri değil aynı zamanda Türkiye’nin sarsılmayan dostu, kadir bilir sevdalısıydı. 
   Ne yazık ki 2002 yılından sonra Denktaş’a çok haksız sıfatlar layık görüldü. 
“Ankara’nın dış politikasını Kıbrıs ipoteği altına almış bencil politikacı”, 
“ Türkiye’nin Avrupa yolunu tıkayan adam”, 

“Uzlaşmazlığı yüzünden kendi halkını çözümsüzlüğe mahkûm eden diktatör”  
benzeri ithamlarla taşlanan kahramanın hedefi müzakereleri onurlu bir sonuca götürmek, Ankara’yı Avrupa Birliği şantajından kurtarmak, halkının geleceğini sağlam bir güvenliğe bağlamaktı. Kıbrıs’ta başlayan fitne bozguncu sesler çoğalırken, “Anavatanım” diye sarıldığı Türkiye’de de iktidarın yeni sahipleri O’nu devre dışına itmek için her şeyi yaptılar. En acısı dün milliyetçi saflarda mücadele veren bazı kalem sahipleri utanmaz ve arlanmaz bir üslüpla Denktaş’a tükenmeyen bir öfkeyle sardırıyorlardı.O bütün bu yanlış ve haksız tavırları, nankörlükleri bozulmayan bir sükûnet ve sarsılmayan inancıyla takip etti. Güçlü hafızasıyla Kıbrıs davası’nın her aşamadaki durumunu hatırlar ve ifade ederdi. Müzakere masasında hasımlarını bilgi ve dirayetiyle etki alanına çekerdi. 

Düşüncelerini yabancı bir dilde anlatma yeteneği çok güçlüydü. Kendisinden sonra gelenlerin devirdiği çamlar, hükümetin tecrübesi ve Kıbrıs’la ilgili bilgisi arttıkça gördüğü gerçekler; Denktaş’ın ne kadar haklı ve sağlam olduğunu herkese 
göstermiştir.

***

O içi yanarak “Kıbrıs Girit olmasın!” derdi. Bu sözü anlamak için ENOSİS davasını bilmek, Yunanistan’ın kurulduğundan bu güne sınırlarını bizden aldığı topraklarla %375 genişlettiğini bilen bir tarih kültürüne sahip olmak gerekliydi. Bu kültür sağlamlığına ulaşmış kaç kafa var? 
Denktaş kendisine güdümlü bir biçimde emperyalizmin emriyle atılan taşların altında kalmadı. O’nu unutturma, silme çabaları sürerken Trakyasıyla, Anadolusuyla Anavatan O’nu bağrına bastı. Konferanstan konferansa dağ gibi artan bir ilgiyle karşılandı. İnsanlarımız her yerde koştu, 

O’nu kucakladı. Kadınıyla erkeğiyle herkes O’nu bir kahraman olarak gördü.Kıbrıs davasının ülke çapında benimsenen milli bir dava durumuna gelmiş olmasında Merhum Denktaş’ın gayretleri her türlü övgü ve saygıya layıktır. Bu gün geldiğimiz çizgide açıkça görülen gerçek Kıbrıs’ta artık lüzumundan fazla konuşulduğunu kabul edip, iki bağımsız devletin varlığını tanımaktır. Basında yer alan Denktaş’ın öldükten sonra Türk halkına duyurulmasını istediği vasiyet hem devlete hem millete rehber olmalıdır.“Türk olan herkese vasiyetim AKRİTAS Planı’nı okumasıdır. 

Bu gün Rum Liderliği Makarios’un izindedir. Aynı siyaseti takip etmektedir. Papadopulos’un ve diğerlerinin politikasıyla Makarios’un politikası arasında zerre kadar fark yoktur. En büyük kırgınlığım görüşmelerde atmış olduğum adımların Türkiye ile birlikte atıldığını bilen kıdemli büyükelçi dostlarımın bile hâlâ Rum- Yunan siyasetinin Kıbrıs’ın bütününe sahip çıkma olduğunu görmezden gelmeleridir. 

Türkiye Kıbrıs Meselesini, Rum-Yunan Siyasetini değerlendirmeden çözemez. 
Bu yanlışlıktan kurtulmalarını temenni ediyorum. Tarih bir gün gerçekleri yazacaktır.Biz Türkiye ile anne-evlat gibiyiz. Hep çok yakın olduk. Bundan sonra da öyle olmamız gerekir. Rum siyasetinin değişmesini hayal etmeyelim. Kıbrıs Türkünün davasına KKTC’ye yılmadan verdikleri destek için Türk halkına teşekkür ederim.” Millî kahramanımızı Fatihalarla yad ediyor; Mekânı Cennet olsun, Yiğit kimliğiyle şekillenen Millî davası zafere ulaşsın diyorum. 

Kaynak Yeniçağ: Eğilmeyen adam Rauf Denktaş - Agah Oktay GÜNER 


Devlet Ciddiyet ve Sorumluluktur.,

Devlet Ciddiyet ve Sorumluluktur.,







Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
09 Ocak 2012

 


    Değerlerini bizim kadar kolay harcayan, tüketen bir toplum var mı? 
Kıymetleri yıpratmakta, törpülemekte ne kadar mahiriz!  
İsterseniz bu kadir bilmez tavrı kurumlar çapında ele alalım. 
Bu konuda akla ilk gelen kavram ve kurumlardan biri hiç şüphesiz ki “yargı ve yargı organları”dır. “Hâkimlik biraz Allah olmaktır” diyen, boş söz söylememiştir. Yargı mensupları her zaman her yerde saygı görür, görmelidir. 
Ancak bu saygıyı korumaya öncelikle kendileri özen göstermelidir.İddianame hazırlayan savcılar ciddi ve sorumlu olmak zorundadır. 
İdamını istediği sanığın sekiz yıl devam eden yargılanması sonunda dosyaya yeni hiçbir delil girmediği ve yeni bir tanık ortaya çıkmadığı halde beraatını isteyen savcının görevini ciddiyet ve sorumluluk ahlakıyla yerine getirdiğinden bahsetmek mümkün müdür? Adalete güven ve yargıya saygının korunması, ancak iddianamenin hazırlanması, mahkemece kabulü, hakimin tutukluluk sürelerini vicdanlı bir hukuk anlayışıyla incelemesiyle mümkündür.  

   Savcılar ve hakimler, 27 Mayıs darbecilerinin emirerleri olmayı kabul eden Yassıada Mahkemesi Başkanı Başol ve Başsavcı Altay Ömer’in akıbetlerini görsünler ve unutmasınlar. 
Nerde bu afralı ve tafralı adamlar. 
Geride hangi şeref parıltısı veya kırıntısı bıraktılar? 
İşkenceyle Ölümüne sebep oldukları güzide devlet adamlarının hatıraları dimdik ayakta... Savcı Egesel; Çuvala koydurup çuvalın ağzını bağlattığı, cennet mekan Tevfik İleri’yi kaldırıp duvara vurmaları için dört ere teslim ediyordu. Bu ve benzeri gayretlere rağmen İleri’nin iradesini kıramadı. 

Bir gün mahkemede çılgın bir sesle “Tevfik İleri! seni elimle asacağım” diye bağırıyordu. 
   Tevfik İleri o’na döndü ve “ Dün burada Sağlık Bakanı Dr. Lütfü Kırdar vardı. Konuşurken düştü ve öldü. 

Gece güneş battı, ay doğdu. Sabah ay giderken güneş doğdu. Bu sebeple sizin ölüm tehditlerinize ben sadece gülüyorum” dedi. 

    Ne oldu bu büyük İman, İnanç adamları? Tevfik İleri’yi ve birlikte yargılandığı mesai arkadaşlarını en sıcak duygularla yad ediyoruz. 
Savcı Egesel’in nasıl anıldığını ise herhalde söylemeye gerek yok. En hafif ifadeyle “lânet ediyoruz.”Evet yargının onurunu şuur, vicdan, ahlak sahibi hakim ve savcılar korur. Dünyanın geçici saadet ve başarısını ebedi hayatın sonsuz güzelliklerine tercih edenler ebediyen hüsrana uğrar. 

Biz yaşayarak idam sehpasının gölgesinde kendi mukaddeslerimizi savunduk. Savcı Nurettin Soyer 1980 darbesinin şöhretli askeri savcısı idi. 

Zulmün her türlüsünü denedi. Akıbeti berbat oldu. Ama askeri hakim Vural Özenirler mahkeme başkanı olarak haktan ve hukuktan ayrılmamaya dikkat gösterdi. Askeri Yargıtay ise adaletin abidesi oldu.Hepimiz servetlerin en büyüğünün “fazilet” olduğunu unutmamalıyız.

Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasını isteyen iddianame tam bir hukuk tezadıdır. Başbuğ’u Kamuoyu önünde “ Terör Örgütü Yöneticisi ” olmak, “Çete kurmak” la suçlamanın varmak istediği hedef nedir? 

   Bu talihsiz suçlamalar inandırıcı olabilir mi? Anayasa’nın 148. Maddesinin tayin ettiği yargılama usuluyle Başbuğ Yüce Divan’da yargılanmalıdır. 
Bugünkü sakat yaklaşım devam edecekse gerekçeleri kamuoyuna açıklanmalı dır. Unutmayalım, dünyanın herhangi bir yerinde bir insana yapılan haksızlığı kendinize yapılmış hissetmiyorsanız, siz o haksızlığa talipsiniz demektir. Evet, ülkemiz her zamankinden fazla ciddiyete ve sorumluluk duygusuyla hareket edilmesine muhtaçtır. Dış politikanın tayin ve tesbiti, iç politikadaki mesuliyetsiz, devlete ve kurumlarına olan güveni yok eden uygulamalar artık yerini “ Devlet ciddiyeti, dikkat ve sorumluluk ahlakı ” na terk etmelidir. Devlete olan güven kaybedilirse zaman içinde her şey kaybedilir! 

Kaynak Yeniçağ: Devlet ciddiyet ve sorumluluktur - Agah Oktay GÜNER 

2012’ye girerken Türkiye.,

2012’ye girerken Türkiye.,



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
02 Ocak 2012 


    Öncelikle yeni yıl dünyaya, vatandaşımıza, insanlarımıza saadet, huzur, başarı, sağlık getirsin diyor, aziz okuyucularımın bu güzel zamanını tebrik ediyorum.
    Türkiyemiz yeni yıla dışımızda örülen çetin şartlarda giriyor. Ermeni Soykırımı safsatası çeşitli ülkelerin parlamentolarında çıkarılan kanunlarla, ortaçağ dogmaları haline getiriliyor. Bunun nihai hedefi toprak talebi, tazminat ve Ermenilerin yerleşmesine zemin hazırlamaktır. 
   Geçen hafta da belirttiğim gibi bu konuda bir girişim olduğunda harekete geçmek anlam ifade etmiyor. 
Karşı taraf nasıl konuyu ısıtıp ısıtıp yorulmadan gündeme getiriyorsa biz de “karşı propaganda ve gerçekleri açıklama” gayretlerimizi kesintisiz sürdürmeliyiz. Neden mecburi nakil sırasında Osmanlı Devleti; İstanbul’da oturan 82 bin Ermeni’ye dokunmadı? Bu tehcir soykırım idiyse devlet kadrolarında 42 bin Ermeni’ye memur olarak nasıl yer verildi ve bunlara niye dokunulmadı?AB ile ilişkilerimiz devamlı olarak aleyhimizde şekilleniyor. 
   Aramızdaki “Gümrük İşbirliği” Anlaşması tek taraflı olarak onların fevkalâde lehine, bizimse aleyhimize çalışıyor. Onlar yeni müzakere dosyası açmaz, inatla direnirken bizim milletimizin genlerini değiştirecek derecede AB’nin istedikleri yerine getirmemiz açıklaması zor sorular doğuruyor.   
Avrupa’da yaşanan gelişmeleri soğukkanlı bir biçimde görmeliyiz. İhracata dayalı bir ekonomi politikası uygulayan hükümet, Avrupa’daki ekonomik çöküntü artarsa, Türkiye’nin de yeni ve ciddi bir krizle karşılaşacağını görmelidir. AB’ye girildiğinde bütün dertlerin biteceğini sananlar Yunanistan’ın halini ne zaman görecek?Komşularımız arasında çok şükür kavgasız kimse kalmadı. Oysa yola çıkarken “Sorunsuz dış politika” demiştik ABD tarafından yönlendirilen dış politika sayesinde; komşularımızdan sonra “Arap Baharı” felaketini yaşayan bütün ülkeler bize düşman oldu.    
Dışımızda yaşayan Türklerle, Türk devletleriyle bilgisiz ve ilgisiz politikalarla yabancılaştık. Can Azerbaycan’ı Ermenistan uğruna kırdık, yaraladık. 
Bütün küçülmelere rağmen Ermenistan tavrını değiştirmedi. Türk Dünyası ile yapılacak dağ gibi köklü hamleler bizi beklerken, akıl almaz gafletlere daldık. Irak Türklüğü adım adım yok edilirken biz kör ve sağır bir üslûbu benimsedik.Yurt dışı inşaat işlerimizin büyük bir bölümünü “Arap Baharı” masalı ile emperyalistler kaptı. Dış politikada taşeronluk bizim devlet geleneğimize yakışmıyor. Ayrıca sadece kaybediyoruz. Yeni baştan geçmişin aydınlık tecrübelerini görerek, milli menfaat çizgisinde bir dış politika düzenlemesi yapmaya mecburuz.Ülke içinde çok ciddi problemlerimiz var. 
En başta yıkılan “Güven Duygusu”nu görmek lazım.Anayasa’nın değiştirilmesi çalışmaları ile ilgili olarak TBMM Başkanı Cemil Çiçek Baro Başkanlarına görüş bildirmeleri için mektup yazıyor. Muğla Barosu Başkanı Avukat Mustafa İ. Gürkan’ın cevabı konuyu en güzel biçimde özetliyor: 
“TBMM ulusumuzun, Cumhuriyet tacının en değerli mücevheridir. Bunun bilincindeyiz ve ısrarla ifade etmeye devam ediyoruz. 
   Bilindiği gibi Anayasalar, temel hak ve özgürlükler alanında yurttaşları koruyan ve güvence altına alan üst hukuk normları, belgeleridir. 
   Şu an sekiz milletvekilimiz tutukludur. 
Yasa yapma görevlerini ifa edememektedirler. Milletvekilleri hapiste olan bir meclisin anayasa yapmadaki meşruiyeti tartışmalıdır. Anayasa yapacak itibarı da var kabul edilemez. Bu nedenle görüşlerimizi bildirmemiz yönündeki yüksek nezaketinize teşekkür ederken, yeniden görüş bildiriminde bulunmamızın yararlı olacağına inanmadığımızı ve gerçekçi bulmadığımızı bilgilerinize sunuyoruz.  
”İşte bir hukuk adamının yalın fikirleri... Memleketimizde bu gün adalete inanç yıkılmıştır. “Hükümete muhalifsen yerin Silivri’dir” kanaati yayılmaktadır. Deniz Feneri sanıkları üç ay, diğerleri üç seneye yaklaşan tutukluluk halleriyle adaletin artık iktidar yakınlarının hakkı olduğu düşüncesini haklı kılmaktadır.Demokrasi, “korkusuzluk hürriyetiyle” yaşar, gelişir. Ne yazık ki şu an ülkemizin insanları devamlı dinlendikleri ve uydurma ihbarlarla tutuklanabilecekleri korkusuyla yaşıyor.Bu korkularla çevrili insanın, ekonomi, kültür hayatı baştan ayağa sorunlar yumağıdır.
 
Öyleyse şeytanı kovup “Biz nerede yanlış yaptık?” diye sormanın zamanıdır. Eğer bu hesaplaşma yapılabilir ve Muğla Baro Başkanımızın güzel ifadesi ile Cumhuriyet tacımız ve onun en kıymetli mücevheri TBMM tartışılır hale getirilmezse inanıyorum ki 2012 ve daha nice yıllar Türkiye’mizin ve Türk Dünyası’nın atılım yılları olacaktır.Bir şey daha eklemek istiyorum: Anayasalar şüphesiz çok önemlidir ama uygulanması ve uygulayıcılar daha da önemlidir. 

Kaynak Yeniçağ: 2012’ye Girerken Türkiye - 
Agah Oktay GÜNER 

***