6 Aralık 2014 Cumartesi

Sessiz kalmalarını anlıyorum..,2




Sessiz kalmalarını anlıyorum..,2


-KCK ile eşdeğer tuttular ama KCK’lıları serbest bıraktılar…
Evet. Bugün hepsi serbest kaldı ama algı operasyonuyla alınan polisler ne söyledi: İhaneti gören gözlerimizi sökmek istiyorlar. Yani bu ülkenin içerisindeki paralel devlet alınıp bu tarafa çevrildi. Bugün yaşananlar; “Ne yaptılar ki, böyle bir sıkışmışlığın içerisine kapanıp kaldılar. Çaresizce akıl ve insaf dışı şeyler yapıyorlar?” sorusunu akla getiriyor.
-Belli ki ortada bir plan var dediniz. Hizmet’e yönelik bu plan neden yapılıyor ki?
Bu benim fikrim. Bu ülkenin en büyük eksiği yetişmiş insan gücü. Anadolu insanının hepsi, Kürt’ün de, Türk’ün de, Çerkez’in de devletten farklı talepleri var değil mi? Kürtler eşit vatandaşlık istiyor örneğin. Haklılar da. Kürt başbakan olmalı. Bu cumhuriyet nasıl kurulmuş? Hep beraber kurmuşuz. Devlet veya devletin içinde kurulan yapılar, bir kavga ortamı oluşturup oralarda bir hesabı görmek istiyor bana göre. Dışla bağlantılı, içte de uzantıları olabilir. Tabii burada eğitimle yetişmiş insanların buna engel olduğu gerçeği var. Samimi olarak vatana fedakarca hizmet var. Kürt kardeşlerimize el uzatan, onların yüksekokullar kazanmasına vesile olan, ayrım yapmayıp fırsat eşitliği sağlayan bir hizmet hareketi var. Rahatsızlık veren de bu sanırım.
-O dönemlerde İdris Naim Şahin’in çalışmaları bir şekilde sonlandırıldı.
Evet. Ben şuna yüzde yüz inanıyorum: Doğu’daki insanlarımızı çaresiz bir şekilde, belki de hiç istemedikleri bir şeye mecbur bırakmaya doğru gidiyor süreç. Bugünlerde o kadar rahat söyleniyor ki yalanlar, o kadar büyük çelişkiler var ki. İnsanımız ‘Ya artık yeter! Bölünecekse bölünsün, bıktık bundan.’ diyecek bir noktaya doğru mu sürükleniyor? Bize bu düşünce mi alıştırılıyor? Bu topraklar kolay kazanılmadı. Hocaefendi’nin geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler salonunda okunan mesajı bu anlamda çok önemliydi: Herkes barış diyebilir, herkes demokrasi diyebilir. Ama bunu özümsemiş insanlar yetiştirmek gerek. Ben Hizmet Hareketi’nin eğitimli, vicdanlı, ahlâklı nesiller yetişmesini, herkesi konumunda kabul etmek gerektiğini ama insani değerler noktasında ortak bir hedef koyup o hedefe kilitlenmeyi amaç edindiğini görüyorum. Yahu kötü bir şey mi bu? Bunu istemeyen güçler, senelerdir insan yetiştiren bu yapıyı bitirmek istiyor. Bunu görmek için toplum farklı kaynaklardan beslenemiyor. Ben de AKP’ye girdiğimde tek yönlü davrandım, kabul ediyorum. Çünkü kaçamıyorsun, aynı ortam, aynı kalabalıklar, aynı şeyleri duyuyorsun. Şöyle bir açamıyorsun kendini, bir üstten bakamıyorsun.
-Erdoğan’ın Hizmet Hareketi’nin üzerine bu kadar sert gitmesinin başka bir izahı var mı?
2004’teki MGK kararını o gün bilmiyorduk. Sonradan öğrendik böyle bir planın yapıldığını. Bugün ise son MGK toplantısı ve Kırmızı Kitap meselesinden anlıyoruz ki 10 yıl önceki kafa yapısına geri döndük. Belki de hep ordaydık da biz görmüyorduk.
-Siz 16 Aralık’ta istifa ettiniz, 17 Aralık vuku buldu. Bir gün bekleyemediniz mi?
(Gülümsüyor) Bilseydim beklerdim. Aslında bakarsanız, akıllı bir insan, hakikaten operasyon olacağını bilen bir insan için istifa açısından harika bir sebep değil mi 17 Aralık. Ben inançlı bir insanım; yolsuzluk, rüşvet bir sürü pislik çıkmış değil mi? ‘Bu iddialar varken burada duramam’ derdim. Üç-beş gün sonra istifa etmek daha çok ses getirirdi. Ama dediğim gibi beni defalarca istifadan döndüren Hocaefendi’ydi. Çok uzun zamandır düşündüğüm istifa süreciydi. Bir şeyleri değiştirmek mümkün değildi artık. Partide konuştuğumuz çok kişinin bu yapı ile alakalı şikâyeti var. Ama kimse bir şey değiştiremiyor.
-Hocaefendi’nin 17 Aralık’tan aylar önce, hakkında soruşturma yokken dinlendiğini görüyoruz. Planlı bir uygulama mı söz konusu?
Bu dinlemelerden anladığımız, uygulananın sadece 17 Aralık sonrası yapılmış bir plan olmadığıdır. Bu son derece açık ve net. Esasen suç teşkil etmeyen bu ses kayıtları ile ilgili Fethullah Gülen’in, ‘Bu ses kayıtları benimdir, bunun yayımlanmasını istemiyorum.’ diye şikayette bulunup kayıtları internetten kaldırttığını biliyoruz. Bu durum bana göre kendine güvenin nişanesi. Peki, başkaları kendileriyle ilgili ses kayıtları için aynı şeyi yapabildiler mi? Bunun yerine interneti yavaşlatıp, sosyal medyayı baskı altına alıp, hukuksuz şekilde Twitter’ı, Youtube’u kapattılar. Aslında bu tablo bile başlı başına olup biteni anlamak için yeterli.
-Ama ortada tespih ve ananas var!
Ne zamandan beri tespih ve ananas suç unsuru oldu? Başkaları için uğraşanların, başka bir hediyesi yok ki. Bugün verilen takipsizlik kararlarında rüşvete hediye denmesi, bu konunun farklı kesimlerde farklı anlamlar içerdiğini gösteriyor. Her şeyi sembol ve gizleme aracı olarak görenlerin tespih ve ananası teşbih zannetmesi ya da kitlelere yutturmaya kalkması anlaşılır bir şey. Ancak Peygamber Efendimiz’in (SAV) asırları aşan ‘Öyle bir zaman gelecek rüşvet hediye altında alınıp verilecek. İbret olsun diye gözdağı vermek için suçsuz kimseler öldürülecektir’ hadisi bugün başka bir anlam kazanıyor.
-“Türkiye’de bir sürü sansasyonel davayı hep cemaat yaptı” dediler.
Bir algı illüzyonu. Pek çok meselede aynı taktiği kullandılar. Ve işlediğini görünce kullanmaya devam ettiler. Misal, ‘Cemaat yargısı’ algısı son HSYK seçimlerinde yerle bir oldu. Ancak düne kadar yapılan bütün haklı-haksız tutuklamalar cemaate yüklenerek adeta günah keçisine döndürmek işlerine yaradı. Bunu hâlâ siyasi ikbal için yatırım olarak kullanmaya devam ediyorlar. Oysa Doğu Perinçek diyor ki, ‘Ben kazandım’. Öte yandan iktidar da ‘ben kazandım’ diyor. Bir kere işin içinde cemaatin olmadığını anlıyoruz. Bu bir. Ayrıca öyle bir kazanç ki hem Perinçek hem AKP seviniyor! Eski vesayet ile onun sırtına çıkarak iktidara gelen yeni vesayetin muazzam bir birlikteliğine şahit oluyoruz.
-Birçok AKP’li bakan-vekil, Fethullah Gülen’i ziyaret etti. Erdoğan’ın Hocaefendi’ye yaptığı hakaretlere de ses çıkarmadı. Sizce neden?
Parti iç disiplini (gülüyor)... Süreci şöyle geriye doğru sararsak, aslında oradan ayrılmak isteyen, başka hesapları olan vekiller, içeride hâlâ olanlar, bu yolsuzlukların çoğundan hepsinin haberi var. Ama MİT’i kendilerine bağladıktan sonra, MİT’in görevi dışında çok başka şeyler yaptığı iddiaları konuşuluyordu. Bunun yanında bu kadar Amerika, Almanya, İngiltere bizi dinlemişti. İçeride olan vekiller ‘Benim de hatalarım var (insan kendi hatalarını bilmez mi, bilir) deyip bu süreçte kendilerini koruyabilecekleri tek yerin ancak sabit bir yerde bulunmak olduğunu düşünmüş olabilirler. Mitinglerde söyledikleri; onun da kaseti var, onun da bilmem neyi var. İlginç olan bu sözlerle ilgili hiçbir hukuki girişimi bir savcının yaptığını görmedim. Ne var, nerede var, nereden biliyorsun, diye soran savcı görmedim. Sadece ve sadece kendi içlerinde bildikleri, İdris Naim Şahin’in ifadesine de dayanarak söylüyorum; (“AKP Genel Merkezi’nin altında bir kaset arşivi var.” dedi. Onun ifadesiyle söylüyorum, bildiğim için söylemiyorum) “Bak bu paralel, bunlar böyle, bunlar ülkenin bilmem ne” falan derken, aslında bütün bu konuşmalar, bir şeye inandırmaya çalışmaktan ziyade kendi içerisindeki o insanları tutma adına, tutabilme adına yapıldı. Bir grup toplantısında ‘siz de bir şeyler söyleyin’ dendi vekillere. Söylemiyor insanlar. Çünkü geçmişte iyi şeyler söylemişler. Ama bir tehdit var: “Siz de söyleyin!” Adam düşünmüyor öyle. Niye söylesin? Ama mevcut yapıda onu da eleştiremiyorlar. Acaba ben de bir çıkış yaparsam, İdris Bal gibi, Hakan Şükür gibi, Ertuğrul Günay gibi tuzluk, vatan haini, birçok farklı şeyle anılır mıyım korkusu var. Sessiz kalanlara ben biraz böyle bakıyorum. Sessiz kalmalarını anlıyor, doğal karşılıyorum. Birçoğunun geçmişte Hizmet’le ilgili söylediği sözler samimiydi.
-Size tuzluk denmesi sizi rahatsız etti mi?
Benim o insanla ilişkilerimi az önce ifade ettim, ben biliyorum, Allah biliyor. Ha insanlar ‘Seni o milletvekili yaptı, senin düğününe kadar geldi’ diyorlar. Ya kusura bakmayın da benim insanların nezdinde bir değerim var. Bu değerimi, popülaritemi bazen çocuğum bile kullanabilir. Bu doğal bir şey. Ben bunu yadırgamıyorum. Düzgün işler yaptığına inandığım şeylerde canım, ismim, unvanım, her şeyim feda olsun. Ben bunun için girdim bu partiye. Bugün insanlar tuzluk, hain, bilmem ne falan diye konuşuyor ya... Niye? Çünkü tepedeki adam öyle diyor. ‘Bu çocuk bize katkı sağladı’ diyecek durumda değiller ya. Aslında çaresizlik kötü bir şey. Peygambere kem laf edeni savunmak zorunda kalmaları bu yüzden. Siyasetin ve dünyanın hayatlarını nasıl ele geçirdiğini göstermesi açısından ibretli ve anlamlı buluyorum. Ama ben bu insanları anlıyorum, hakikaten anlıyorum, zor bir durum. Bir taraftan alışmış olduğunuz, oturduğunuz sırça köşklerden, o makamlardan olmak da var.
-Bir de toplumda bir yozlaşma durumu var mı size göre?
Çalıyorlar ama çalışıyorlar gibi mi?
-Evet.
Nasıl buralara geldik? İnsanlar bunu gayet normal görmeye başladı.
-17 Aralık sonrası arka arkaya yasalar çıktı, bunu nasıl karşıladınız?
Siz bu süreç devam ederken yasa çıkartırsanız, kendinizi kurtarma yasası olarak algılanır bu. ‘Yüzde 52 ile cumhurbaşkanı oldum’ demekle bitmiyor mesele. Hukukun önüne çıkıp bu süreçte ‘yapmadım, bunlar yok’ deseydiniz, yüzde 80 oy alırdınız. Size hakikaten darbe yapılmışsa, bunu çok net bütün delilleriyle ortaya çıkarmak istemez misiniz? Böyle olmalı değil mi? Hukuk, demokrasi böyle işlemeli. Ama maalesef bizde bağırarak olay başka yerlere çekildi. Başbakan ‘Kriptolu telefonumu dinlediler’ dedi. Ama TÜBİTAK hazırladığı raporla Başbakan’ı yalanladı. Sonra nasıl olduysa ‘bu montaj’ dediler.
-Çağlayan’da henüz mahkemeye dahi çıkmayan polisleri ziyaret ettiniz ve bu da çok eleştirildi.
Ben oraya dürüstlüğüne inandığım insanlara moral vermek için gittim. Ama ziyaretimle alakalı bir terör suçuymuş gibi ‘Soruşturma açacağız’ diye meydanlardan bağırmak, ne münasebet! Bu ülkeye hizmet etmiş insanım. Başkaları hüküm yemiş kişilerle hapishanede fotoğraflar çektiriyor. Biliyorsunuz. Buna ses çıkmıyor. Nereye gidiyoruz, ne oluyor yani? Ne yapıyorsunuz? Toplumu düşünceleriniz üzerinden nereye sürüklüyorsunuz? Siz böyle değildiniz ben girerken. Hakikaten güzel şeyler yaptığına inandığım bir partiye girmiştim. Bu kadar güzel şeyler var bu milletin parasıyla. Ama kimse kimseye keyif bağışlamasın. O açıdan kimseyi ilahlaştırmayalım.
-Bu dönemde muhalefetsizlik sorunumuz mu var?
Bu ortamda siyaset üretmek çok zor.
-Diyorlar ki yolsuzluk ve rüşvet olsaydı bu kadar şey yapılır mıydı?
Ne münasebet. Cengiz Semerci yazmıştı, aynı fikirdeyim. Bir şey yapılacak ki bir şey çalınacak. Burada kendi zengininin, kendi medyasının, kendi vesayet sisteminin oluşturulduğunu görüyoruz. Devlet bütün milletini kapsayan unsurlardan oluşmalı. Ama bugün yapılanlar devleti ele geçirmek, kendi bütün açıklarını kapatmak üzere kurulan bir sistem gibi algılanıyor. Diyorlar ki artık bu kazanımları kaybetmeyelim. Kaybedersek başkası gelir falan. Bana öyle geliyor ki bunlar şeytanın sağdan yaklaşması gibi bir şey.
____________________________________
İSTİFA ETTİĞİM GÜN BAKANLIK TEKLİF ETTİLER
-Siyasete girdiğinize pişman oldunuz mu?
Olmadım. Başlangıç itibariyle istifa sebeplerimde, niye siyasete girdim dedim, çıkmak istedim, farklı sebepten dolayı. Ama bugüne baktığımda bana çok şey öğretti siyaset. Yani bu, istifadan sonraki süreç.
-Size istifa etmeden önce bakanlık teklif edildiği söyleniyor?
Açık net söylüyorum, partinin ileri gelenlerinden, Başbakan’a yakın biri vasıtasıyla, -ismini gerektiği zaman söyleyeceğim-, istifa etmeden 3 hafta önce ‘yakında bakansın, buna göre hazırlıklarını yap’ dendi. Hatta ve hatta istifa ettiğim, telefonlarımı kapattığım gün bütün o yetkili kişiler yakınlarımı arayarak döndürmeye çalıştılar ve bunu söylediler bana. ‘Bakan yaptık adamı, istifa etmesin’ dediler. Ben sadece bir olaya bakarak istifa etmedim. Ama ‘Hocaefendi istedi diye istifa etti’ dediler. Hiç alakası yok. Daha önce istifa etmeyi düşündüğümü partili birçok milletvekili arkadaşıma dillendirmiştim. Hepsi biliyor bunu.
-Şu an bağımsızsınız. 2015’teki seçimlerde aday olacak mısınız?
Şu anda hiçbir şey düşünmüyorum. Çünkü çok belirsiz bir ortam ve çok bölünmüş toplumsal yapıda siyaset çok da anlamlı gelmiyor bana. Ancak 3 yıllık deneyimim bana siyasi anlamda da yapılabilecek şeyler olduğunu söylüyor. Açıkçası zaman gösterecek diyebilirim.
-İdris Bal bir parti kuruyor, var mısınız içinde?
Hayır. Ancak İdris Bey’i çok seviyorum. Kendisinden de çok şey öğrendim. Her türlü desteği veririm.
-Beraber olur musunuz?
Bugün için böyle bir planım yok. Ama 2015 bize neler getirecek bilmiyoruz.
BENİ SADECE ŞENOL GÜNEŞ ARADI   
-17 Aralık sonrası isminiz statlardan söküldü. Sizi rahatsız etti mi?
Herkes kendine yakışanı yapıyor. Tabelaların sökülmesi beni hiç etkilemedi. Aksine ‘Duvarda resmin olacağına âlemde ismin olsun’ diyerek onların basitliğine verdim. Bence ibretlik olan tam da aynı süreçte Avrupa’nın en prestijli ödüllerinden biri olan Golden Foot’a (Her yıl bir aktif bir de futbolu bırakmış iki efsane oyuncuya verilen Altın Ayak ödülü) layık görülmemdi. Sahip olduğum maddi manevi zenginlikleri, imkanları bir üstünlük ve tahakküm aracı olarak kullanmadım bugüne kadar. Ben hiçbir şey olmamayı göze almış bir insanım. Tabela, isim, unvan benim nezdimde çok fazla değer ifade eden şeyler değil.
-Lig TV’deki yorumculuğunuz da bu süreçte sonlandırıldı. Bu olay karşısında Şansal Büyüka’nın duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kimse, biz böyle durduk, herkesten böyle durmasını bekliyoruz dememeli. Diyemez. Olmaz. O insanları ben kesinlikle sorgulamıyorum. Hepsini çok seviyorum. Dostum onlar. Siyasete girmeden önce de tanıyordum onları. Lig TV bana yorumculuk teklif ettiğinde henüz TMSF’nin elinde değildi. Dolayısıyla bir özel kanaldan gelmişti teklif. Ancak sıkıntılı sürecin başlangıcı ile beraber kanala el konulunca maksat zarar verelim düşüncesiyle yapılan bir atraksiyondu diye düşünüyorum. Şuna üzüldüm ama hak da veriyorum, kolay değil, telefonları dinleniyor, takip ediliyor, ‘bak onunla konuşursan seni de örgüte sokarlar’ diye söyleniyor onlara. O arkadaşlarım nasıl yapacak ki, nasıl konuşacak ki? Onları da anlamak lazım. Ama şuna üzüldüm; Altın Ayak ödülünü, futbolculuk kariyerim, Milli Takım, G.Saray’da yaptıklarım, bir de saha içi duruşumla -evet o gün Fransa’daki ödül töreninde bu önemle ifade edildi- aldım. Sadece o arkadaşlarımdan bir vesileyle tebrik telefonu beklerdim. Sadece Şenol Güneş aradı. Şenol hocanın açık açık çıkıp söylemesi beni çok mutlu etti. Allah da onu mutlu etsin. Ona teşekkür ederim. Ama sadece Şenol Güneş’in araması yetmez. Futbol camiasının suskunluğu, susmayanların ise adeta aforoz edilmesi ülkenin yaşadığı cinnet halinin göstergesi.
______________________________
HOCAEFENDİ İLE TORİNO’YA GİDERKEN TANIŞTIM
-Hocaefendi’yi ne zaman ve nasıl tanıdınız?
90’ların başında İzmir’de Yamanlar Lisesi’nde tanıdım. Hocaefendi’yi tanıyana kadar onunla ilgili hiçbir malumatım yoktu. Birkaç eserini okudum. 1995’te Torino’ya transferim söz konusu olduğunda fikrini ve duasını almak için gittiğimde tanıştım.
-Size ne cevap verdi?
Yanına gittiğimde aynen şunu söyledi: “Hakan Bey, bizim için önemli olan bayrağımızı, ülkemizi onurlu bir şekilde temsil etmeniz. Orada ne yaparsınız, ne yapmazsınız onu Allah bilir. Mühim olan temsil.” Dua etti. Ben daha çok şey soracaktım. Soramadım. O gün çok heyecanlanmıştım. Karşımda kafamdaki hoca figüründen ziyade bir münevver insan gördüm o gün.
-Size o dönemler Fethullahçı denmeye başlandı…
Oraya gidip geldikten sonra gazetelerde ‘Fethullahçı Hakan’ diye yazılar çıktı. Bugün paralel diyorlar ya, o günlerde de vardı bu. Açıkçası ciddiye almadığım için ‘Öyle biri değilim’ demedim.
-2002’de DGM’de ifade verdiniz…
2002 Dünya Kupası sırasıydı. O günler ‘imanlı, imansız’ muhabbetleri yapıyorlardı. Toplumu ayrıştırmaya çalışıyorlardı. O gün İlhan Mansız üzerinden bir gruba, benim üzerimden bir gruba falan. Ama bir pankart açılmıştı, ‘Hakanlı İlhanlı hepsi birer Osmanlı’ diye. O dönem rahmetli Mehmet Ali Birand’la bir programa çıktım. Bana Hocaefendi’yi sordu. “Kendisini seviyorum.” dedim. Aradan bir süre geçti. Nuh Mete Yüksel diye bir savcı vardı o zaman. Dediler ifade vermek için seni Ankara’ya çağırıyor. Tabii önce irkildim. Ne için ifade vereceğimi bilmiyordum. Gerekçesi de yazmıyor. DGM’de ifade verdim. Çeşitli sorular soruldu bana. Sevdiğini söylemişsin falan gibi sorular soruldu. Hâlâ aynı fikirde misin? Değişik bir şeydi. Ben de çalışarak falan gitmedim. Dedim “Evet, sevdiğimi söyledim. Vatanını, milletini seven bir adam olarak görüyorum kendisini.” “İfadeye geçsin mi bunlar?” diye sordular. “Geçsin.” dedim. Atatürk’le ilgili sordular. “Değer verdiklerimize, sonuna kadar saygı duyuyoruz, dua ediyoruz, bu ülkede taş üstüne taş koyan herkese dua ediyoruz.” dedim.
-Hocaefendi’nin bunca hakaret karşısındaki duruşunu nasıl karşılıyorsunuz?
Hocaefendi bizlere Efendimiz’i anlatan insan. Onun Efendimiz’i (SAV) yaşamaya çalışan hali, O’na (SAV) hürmeti, saygısı, sanki karşısında oturuyormuş gibi davranması, bütün hareket ve davranışlarında O’nu örnek alması beni etkiledi. Efendimiz’i anlatırken sesi titriyor. Ona yapılanın son dönemde benzeri yok. Haksız, insafsız ve vicdansız bir furya var. Aslında Peygamber Efendimiz’in (SAV) ve sair büyük alimlerin hayatlarına baktığımızda benzer süreçler, muameleler görüyoruz. Bu açıdan bugün yaşananların geçmişte yaşananlarla çok farkı yok. Sadece isimler değişik. İyiler de kötüler de mahiyet olarak aynı.
-Sizi cemaatten gösteriyorlar. Cemaatten misiniz?
Keşke olsam. Keşke Hizmet’in içinde, o bir öğretmen, bir fedakar insan, bir Anadolu insanı gibi o kadar gönülden, o kadar yürekten olabilsem. Bendeki en büyük eksiklik budur. Ben gördüğüm bir şeyi anlatıyorum. Aynı şeyi yaşayabilir misin deseler yaşamakta zorlanırım. Bunun içinde yetişmedim, okulunda okumadım, yurdunda kalmadım. Ben dün ne dediysem bugün de aynısını söylüyorum. Tek korkum, benim yüzümden, -bu kadar içindeymiş gibi gözüküyoruz- bu güzel dava, bu düşüncenin zarar görmesi.
-Aileniz nasıl etkilendi bu olaylardan?
İşin en zor tarafı burası. Allah’a çok şükür ki iyi bir eşim var. Çocuklarım da büyüdü, zaman zaman zorlansalar da neler olup bittiğinin farkındalar. Şüphesiz bu bir sınav. En tepedekilerin sözlerinden etkilenen insanlar, camide çok acımasız, bir Müslümana yakışmayacak şeyler söylüyor. Bunları yaşadım ve bunu yaşatanların ahiret vebalini düşünmediklerini artık iyice idrak etmeye başladım. Tehditler şüphesiz ailemi tedirgin ediyor. Kolay olmasa da Turgut Özal’ın sözünü söylüyorum: “Allah’ın verdiği canı Allah’tan başka kimse alamaz.” Bakıyorum polislerin ailelerine, her gün bir polis ailesinden, eşinden bir şey öğreniyoruz. Ne kadar eksikmişiz biz.
YENİ BİR OLUŞUMA İHTİYAÇ VAR
-Bu dönemde Abdullah Gül’ün tutum ve duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben şunu bekledim mesela; HSYK yasası gitti, Anayasa Mahkemesi’nden döndü. Ama o süreçte HSYK ile ilgili yapmaları gerekenleri yaptılar. Sayın Gül, bunlara kurban etmemeliydi kendini. Bunun Anayasa Mahkemesi’nden döneceği aşikardı. Benin tanıdığım Abdullah Gül gibi davranmadı. Ama o süreçten sonra; önce suçu uydurup sonra içini doldurmaya çalışan bir anlayışın tezahürü şimdi en tepeye çıktı.
-Size göre ülke nasıl huzura kavuşur?
Ne yazık ki yakın zamanda düzelme eğilimi göremiyorum. Şüphesiz geleceği sadece Allah bilir.
-Yeni bir siyasi oluşum olabilir mi?
Herkesin rengi belli ama bence de yeni bir oluşuma ihtiyaç var. Tüm siyasi partilerin içinden alınabilecek, hepsiyle beraber kurulacak yeni bir oluşum. Herkes belki şu kötü süreçte, geçmişte savunduğu birçok şeyden feragat edip ortak bir fikir üretmek zorunda hissetmeli kendini. Buna ben ve bütün siyasi partilerin içindekiler de dahil. Benim düşündüğüm gibi olsun diyemeyeceğimiz çok net anlaşıldı. Bu tahakkümün muhafazakâr bir elle oluyor oluşu da ayrı düşündürücü taraf. Ben siyasal İslam’ın gölgesinin siyasetin üzerinden kalkması gerektiğini düşünüyorum. İnançlar noktasında siyasetin içerisinde bir istismar aracı olarak kullanılmamalı. Bu sürecin bana öğrettiği en önemli hakikat bu.
-Hizmet Hareketi’nin bu süreçte hataları var mı?
Hatasız kimse olmaz. Ama şöyle bir şey var. Sanal oluşturulan bir güçten bahsediyoruz. Birileri algı operasyonu yapıyor. Her olan, oluşan bir suç unsurunda, yargısal faaliyette ‘Cemaat burayı ele geçirdi’ deniyordu. Bunlar yaşanırken Hizmet’in içindeki insanlar bu gücü kendilerinde görmüş olabilir. Onlar da bu algıya kurban gitmiş olabilir. Ama biz en tepeye bakmalıyız. Bu kadar eser yazmış, dünyanın birçok yerine okul açmış, dün söylediğini bugün de eğmeden bükmeden söyleyebilen, açığı olmayan bir insana bakarak değerlendirmeliyiz. Bana bakarsan benim hatam var. “Hakan hata yaptı, o Hizmet’ten, Hizmet’e vurun.” Bu Hizmet’le alakalı bir şey değil. Kişinin kendisiyle alakalı bir şey. Biz bütünü göremediğimiz müddetçe sıkıntı yaşıyoruz. ‘Bunlar da hiçbir şey yapmadı mı kardeşim?’ diyenlere de şunu söylüyorum. Ne yaptıklarını söyle ona cevap vereyim. Sınav sorularını çaldılar diyor mesela. “Hani, bir belge çıkmış mı?” diyorsun, “Yargıda sizin adamlarınız var da ondan çıkmıyor.” diyor. Buyurun yargı kimin elinde gördük. Hadi çıksın bir şey.
_________________________________
STAT VERİRLERSE, HAYIR MAÇI YAPMAYI DÜŞÜNÜYORUM
-Futbolda yaptıklarınız ortada. Bu yaptıklarınızla doğru orantılı olarak G.Saray camiasının size hak ettiğiniz değeri verdiğini düşünüyor musunuz?
Daha önce de söyledim. Benim müzede hiçbir şeyim yok. O zamanki başkanımız Ünal Aysal ‘Koyacağız’ dedi. Ama konmadı. Önemli değil. Bizim müze inşallah ahiret olur. G.Saray benim çocukluk hayalimdi. Büyük başarılar ve meşakkatler yaşadık. Ama bu kadar gönül verdiğiniz bir yerde, sizin dediğiniz gibi biraz daha değer görmek isterdim. Herkes ister. O dönemi idare etmek kolay değildi. Yönetimler, G.Saray’ın iç yapısı biraz farklı düşüncede olabilir. Buna da saygı duyuyorum. Ama taraftarlar başarılarımın karşılığını veriyor. Allah da getiriyor, Avrupa’nın merkezinde ödül aldırıyor. Kim unutmuş, kim unutmamış önemli değil. Dert etmiyorum.
-Jübile yapmayı düşünüyor musunuz?
Jübile değil de bir hayır maçı yapmayı düşünüyorum. Şimdi statlardan isimlerimi söktükleri için Türkiye’de bir stat bulamayabiliriz. Bugün için maalesef nasıl getireceğiz, nasıl yapacağız?
-Futbolu özlediniz mi?
Aslında özlemedim. Dolu dolu yaşadım. Bırakırken de üzüldüm. Bırakacağımı bilseydim daha güzel bırakırdım.
-Bugün hükümet kulüplere bir baskı kuruyor mu? Kulüp yönetimlerini dizayn ediyor mu?
Siyasal İslam olmaz diyoruz, siyasal futbol hiç olmaz. Olmamalı. Siyaset evet futbola katkı sağlayacak, bunu yapmalıdır da. Ama kulüpleri bir şekilde mali yük altına alıp ondan sonra istediğin gibi kullanmak hiç olmaz. Ortak bir fikir üretmek bu ülkenin en büyük şiarı olmalı. Biz de bu yapı yok, siyasette yok, futbolda yok, sanatta yok.
http://www.aksiyon.com.tr/roportaj/sessiz-kalmalarini-anliyorum_539778
.

Sessiz kalmalarını anlıyorum., 1




Sessiz kalmalarını anlıyorum..,1




03 Kasım 2014


Sessiz kalmalarını anlıyorum


Hakan Şükür, 16 Aralık 2013’te istifa ettiği Akp’deki sessizliğin sebeplerini anlattı: “Yaşadığım o kadar çok şey var ki bakanlarla, milletvekilleriyle. Aslında bugünleri işaret eden şeylerdi. Yolsuzluklarla ilgili uyarıların olduğu Mit Raporu içten içe kulaklarına fısıldanmıştı. Bir korku salınmıştı.”
Ona, AKP saflarına katıldığı için de hain diyenler oldu, AKP’den istifa ettiği için de... 1990’larda ‘F tipi’ diye manşet atan gazeteler vardı, bugün de... Bir sabah evden Futbol Federasyonu Başkanı olmak niyetiyle çıktı. Gece milletvekili adayı olarak döndü. Siyaset ona çok şey öğretti. Dershane tartışmalarının olduğu günlerde fikir ayrılığına düştüğü AKP’den 16 Aralık’ta istifa etti. Yani 17 Aralık’tan bir gün önce. Üstelik Spor Bakanlığı gibi bir makamı elinin tersiyle iterek… Haliyle ‘tuzluk’, ‘hain’ damgaları yedi. O ise ‘Dün neredeysem bugün de oradayım’ diyor. Dün de hakkı savunduğu için oklar yağıyordu üzerine, bugün de... Kendisiyle siyaseti, AKP’nin iç yapısını, istifa sebeplerini, 17 Aralık’ı, Hizmet Hareketi’ni ve biraz da futbolu konuştuk.
-Siyasete girmeye nasıl ikna oldunuz? Sizi kim ikna etti?
Teklif 2011 öncesinde başlıyor. Bir önceki yerel seçimlerde AK Parti İstanbul İl Başkanı, Başbakan’ın beni İstanbul’un bir ilçesinden belediye başkanı adayı olarak göstermek istediğini iletti. Kazanamadıkları, kazanmak istedikleri bir yerden... Futbolu yeni bıraktığım dönemlerdi ama benim geleceğe dair başka planlarım vardı. Bunu onlara da ifade ettim.
-Neydi bu planlarınız?
Bir akademi kurmaktı fikrim. Bu istemeyiş biraz üzdü karşı tarafı.
-Ona birazdan döneriz. 2011’e gelirsek…
2011 seçimleri öncesi Türk futboluna dair birtakım projelerim Futbol Federasyonu ile ilgili yeni yapılanma ve tıkanma emareleri gösteren futbolumuza dair çözüm önerilerim vardı. Bunları Başbakan’a sunmak için kendisinden bir randevu istedim. ‘Size döneceğiz’ dediler. Sonra bir vesileyle gittim, Başbakanlık’ta konuştuk. Fikirlerimi ilettim. Henüz ortada 3 Temmuz süreci yoktu. Bana “Süreç biraz sıkıntılı. Hizmet’e yakınsın. Burada rahat bırakmazlar, ortalık biraz karışık.” dedi. Ve teklifimi düşünüp konuyla ilgili yakın çevresi ile istişare edeceğini ve Göksel Gümüşdağ’a soracağını söyledi.
-Aslında bu nazikçe ‘hayır’ demek değil mi?
Evet, bu tavır beni biraz da üzmedi değil. Hatta bu üzüntümü kendisine de ifade ettim.
-Başbakan geri dönüş yaptı mı?
Hiç unutmuyorum, 26 Şubat’tı (2011). Başbakan’ın da yaş günüydü. “Seni Dolmabahçe’de bekliyor” diye haber geldi. Ben evden federasyon ile ilgili bir cevap alacağım duygusuyla çıktım. Saat 13.00’te randevum vardı. O zaman yakın koruması Zeki Bey bana haber veriyordu; ‘Çıkıyoruz’, ‘Makama geliyoruz’ gibi. Tam o sırada Ahmet Davutoğlu geldi. Saat 14.30… “Yoğunsa sonra geleyim.” dedim. Başbakan ‘beklesin’ demiş. Bekledik. Saat 20.30 gibi Four Seasons Otel’de buluştuk. Aslında benim kafamdaki gündem ile kendisinin gündemi aynı değilmiş. Konuşma ilerledikçe fark ettim. Sayın Başbakan; “Biliyorum, düşünmüyorsun” diye söze girdi. “Biz bugüne kadar iki seçim kazandık ama 2011 bizim için çok önemli.” 2002’de Fethullah Gülen ile ilgili verdiğim ifadeyi kastederek, “Sen de bedel ödedin, 2002’de DGM’de ifade verdin. Bize yakışan birisin, değerlerimiz örtüşüyor.” dedi. Benim partiye çok büyük katkı sağlayacağımı düşündüğünü söyledi. Başbakan ikna gücü yüksek birisi. İbrahim Kutluay’a da böyle teklif götürdüklerini anlattı. “Sayın Başbakanım. Hiç düşünmedim böyle bir şeyi, bana biraz zor geliyor.” deyince “İhtiyaç var.” diyerek âdeta manevi bir baskı oluşturdu. Açıkçası o gün söyledikleri bana samimi gelmişti. Sonuçta şu cümlemle konuşma bitti: “Siz nasıl isterseniz öyle olsun.”
Ben teklifi kabul edince çok memnun oldu. O sevinç ifadesini kelimelerle anlatmam çok zor. Hakikaten iyi giden bir siyasi oluşuma katkı sağlamak için kabul ettim.
-Bir sürü mitingine katıldınız. Kitle önünde Başbakan’ın size aşırı teveccühü söz konusuydu. Popülaritenizden yararlanıldı değil mi?
Bugün için kanaatim öyle. O dönem ülkeme katkı sağlayabilmenin heyecanıyla işin bu yönünü açıkçası hiç düşünmedim. Türkiye’nin tanıdığı, bildiği başarılı bir spor geçmişi, temsili de iyi olan biriydim. Siyaset ile futbolun benzerliklerini görme fırsatı yakaladığım anlar oldu. Ön planda gitmek, bir partiye katkı sağlıyor olmak, gençlere rol model olmak; çok kişiyi etkilediğimi söyleyebilirim. AKP çizgisinde olmayan insanların AKP’ye oy atıp fotoğrafını da çekerek bana gönderdiklerine şahit oldum. Bunu partideki insanlar da memnuniyetle karşılıyordu. Bu doğaldı. Zira insanların bize bakışı farklıydı. Birçok ile götürdüler beni.
-Ve bugün…
Görüyorsunuz. Kurt politikacılar çıkıp rahatlıkla siyasetin bir ‘ütme sanatı’ olduğunu söyleyebiliyor. Ve kullanılmışlık hissi ile beraber yorgunluk, ailenizi ihmal etmişlik ve kırgınlık kalıyor geriye.
-Kalabalıklara alışmış birisiniz. Siyaset ile spor kalabalıkları arasında karşılaştırma yapacak olsanız…
Sporda hazır bir kitle var ve sportif kabiliyetinize göre takdir görüyorsunuz. Siyaset ise baştan aşağı bir algı kurgusu. Kalabalığı toplamak, coşturmak, yön vermek başka bir profesyonellik gerektiriyor. Açıkçası benim uzak ve yabancısı olduğum bir pozisyon. Siyaset bir tür cambazlık sanatı.  Aktör bir şeyle uğraşırken kalabalığın ilgi odağını kaydırabildiği nispette başarılı olunuyor.
-Miting gezilerinde en çok hangi olay etkiledi sizi?
Birçok vekil, üst düzey yetkili arıyordu, şuraya beraber gidelim, sen de bizim yanımızda ol diye. Manisa’dan da böyle bir davet aldık. Hakan Şükür gelecek diye ilin merkezinde duyurular yapılmıştı. Esnafı dolaşacaktık. Bir nargile kafede otururken çok şiddetli bir yağmur başladı. Mitingi iptal edelim sesleri çıktı. Ben dedim ki “Çıkalım, insanlar buraya kadar gelmiş. Herkes bizi bekliyor.” Tezahüratlar, büyük bir kalabalık oluşmuştu. Ama yağmurdan üzerimdeki keten takım sırılsıklam oldu. Herkes bize ulaşmaya çalışıyor. Bizim insanımız güzel insan. Onu karşılıksız bırakmamak, kandırmamak lazım. İlgiyi, alakayı herkese göstermeye çalıştım bu duyguyla. Takım elbise üzerime yapıştı. Yanımdaki arkadaşlardan birine “Bir mağazadan tişört alın da üzerimi değiştireyim.” dedim. Orada çok kötü bir şey yaşadım. Bunu da Sayın Başbakan’a anlattım daha sonra. Orada rastgele bir telefon dükkânına girdik. İçeride iki kişi vardı. Dükkân sahibine elimi uzattım. Biraz soğuk tokalaşma oldu. Diğer arkadaşa da uzattım. Elimi almadı. Ben “Merhaba, nasılsınız?” dedim. “Çek o pis elini!” dedi. “Anlamadım.” dedim. Şoke oldum tabii. “Ben, hainlerle beraber olanın elini tutmam.” dedi. “Hain kim?” dedim. Biraz gerildi ortam. Tadım kaçtı. Ben böyle bir şeyle hiç karşılaşmamıştım daha önce. Bugün aynı kişiyi bulup şu anki fikrini sormak isterdim.
-Neden?
Dün AK Parti’ye girdiğim için hain diyorlardı, bugün ayrıldığım için...
-Size göre Erdoğan’ın kitleleri bu kadar etkilemesinin sebebi nedir?
Bir kere ben şunu gördüm. Belli bir metne bağlı gidiyor. Müthiş bir hitabeti ve retoriği var. Ama baş başa kaldığımızda aynı etkiyi hiç almadım. Çünkü beklentisi olmayan bir insanın makam sahibi bir insanla konuşma biçimi, beklentileri olan birine göre farklı olur.
-Ama kitleleri etkilediği de bir gerçek.
Halkımızı takip etmek zorunda bıraktıkları, kendi parti bülteni gibi kullanmaya çalıştıkları, oraya kanalize ettikleri bir medya ortamı da var. Rakipleri itibarsızlaştırma, kararsızları çekme noktasında medya çok etkili şu an. Bunları bugün görüyoruz ama o gün de kısmen parti içinde, Meclis’te otururken, muhalefet konuşurken, “Bunda da haklılar”, “Bu kadar da değil” gibi dediğimiz çok oldu. Ama parti içi disiplin diye bir şey var. Yanlışı görüyorsunuz ama ses çıkartmıyorsunuz. Bugün Müslümanların birbiriyle kavga ettiği bir ortam var. İslam’ın içerisinde olmayan birçok şey meşru görülüyor. Bu durumu biz parti içinde de eleştiriyorduk. Kendi içimizde yaptığımız toplantılarda, varsa şikâyetiniz söyleyin deniyordu. Ama birçok arkadaş, ‘başımıza iş açarız’ diye sessiz kalıyordu. Yaşadığım o kadar çok şey var ki bakanlarla, milletvekilleriyle. Aslında bugünleri işaret eden şeylerdi. Bir endişe, bir korku vardı. Demek ki Sayın Başbakan’ın bildiği, hani o yolsuzluklarla ilgili uyarıların olduğu MİT raporu içten içe kulaklarına fısıldanmıştı. Bir korku salınmıştı. Bu korkuyla beraber içeride kalmaktan başka şansları olmayan insanlar topluluğu oluşturulmuş gibi geldi bana. Son süreçte bunu düşünmeye başladım. Baktığınız zaman ‘Yahu nasıl oluyor, buna niye bir şey söyleyemiyor?’ dediğiniz insanların niye diyemediklerini görme fırsatını da yakalamış oluyorsunuz. “Fırat’ın yanında bir kuzu kaybolsa bunun sorumluluğu bendedir.” diyen bir anlayışın, bugün yaptıklarına bakın. Yani “Gerekiyorsa cadı avı yapacağız.” açıklamasını en ön sırada izleyip avuçları patlayana kadar alkışlayan insanları görmek, ‘geçmişte bunları söyledik, bunlar düzgün insanlar ama bugün düştüğümüz durum maalesef bize bunu da alkışlatıyor’ diyen bir anlayışa evrilmeleri inanın çok üzücü. Bunları görünce doğru yerde olduğunuzu anlıyorsunuz. Muhakeme duygusunu kaybeden bir yapıya doğru gidiyoruz. Hissizleşmişlik veya biat etmişlik, sonuna kadar bağlanmışlık -Allah korusun- ülkemize zarar verecek boyuta gidiyor.
-Halen görüştükleriniz var mı?
Evet. Parti içinde çok değerli dostlarım var. Onlarla bir kopma yaşamadım. Ama birçoğu selam vermekten çekiniyor. Hatırlayın grup toplantısında “Bunlara selam bile vermeyeceksiniz!” diye bir talimatı oldu Sayın Başbakan’ın. Hani diyorlar ya ‘Talimatla geldi, talimatla gitti’... Talimatla kim hareket ediyor, kim iradesinin dışında, kim tuzluk ben onu insanların yorumuna bırakıyorum. Parti iç disiplini kisvesine bürünmüş böyle bir yapı var. O açıdan bize birçok farklı şey söyleyebilir. ‘Metni Hakan Şükür yazmadı’ dediler. Banka müdürünün evindeki ayakkabı kutusundan çıkan paranın benim kardeşim tarafından konulduğunu söylediler. Bunu söylediler, banka müdürüne takipsizlik verdiler ama para hâlâ bize gelmedi (gülüyor)!
-17 Aralık öncesi dershane tartışmaları yaşandı. Size göre dönemin başbakanı durduk yere Hizmet Hareketi’nin üzerine niçin gitti?
Durduk yere olduğunu düşünmüyorum. Bunların ortadan kaldırılması, bunların tartışılır duruma gelmesi için büyük bir çalışma olduğunu görüyorum. Ben Tayyip Bey’i uzun vadede etrafında çok farklı oluşumlar oluşması için bu duruma getirdiklerini düşünüyorum. O böyle mi düşünüyordur, ‘Artık bunu anladım ama iş işten geçti’ mi der onu bilmiyorum.
-Siz bu dershane tartışmalarının çıktığı dönemde istifa ettiniz.
O, bardağı taşıran damlaydı. Ben partinin içine girdikten, yaşadığım birçok konudan sonra istifa etmeyi çok düşünmüştüm.
-Dershane tartışmaları öncesi mi?
Evet.
-Ama sizin için ‘talimatla geldi, talimatla gitti’ dedi Mehmet Ali Şahin.
Ucuz siyaset yapıyorlar. Bir yere bağlayıp bir yere vurmak, sizin üzerinizden koca bir hareketi zor duruma düşürmek istiyorlar. Futbolun sıkıntıları ve çözümleri için gittiğim yerden milletvekili adayı olarak çıktım. Doğruyu, olayın nasıl cereyan ettiğini kendileri gibi bana bu teklifi yapan da biliyor. Ben biliyorum, Allah biliyor...
-İstifa etmeden önce Fethullah Gülen’le görüşüp onun telkini ile ayrıldığınız söylendi…
Tamamen uydurma. Hatta tam tersi, dershane tartışmalarından önce birçok kez istifa etmek istedim. Ama kalmaya zorlayan kişi Hocaefendi’ydi. “Onlar bizim kardeşimiz, siz çıkarsanız, şimdi yanlış anlaşılır. Türkiye’de çok güzel şeyler oldu. Yani sizin girişiniz nasıl bir olaysa, çıkışınız, sebebi ne olursa olsun, farklı dedikoduları beraberinde getirir, zarar verir.” gibilerinden telkinlerde bulundu. Hani ben girerken sormuş olsaydım, belki de bana ‘girme’ diyecekti, bilmiyorum. Girerken de sorma imkânım olmamıştı.
-Gezi olaylarındaki sessizliğiniz de eleştirildi.
Bize “Kabataş’ta böyle bir şey oldu” dendi. Öyle bir ekip var ki içeride, ya böyle böyle yapılmış, bir dedikodu merkezi çalışıyor. Sen de halk gibi ‘Nasıl böyle bir şey olabilir?’ diyorsun. ‘Yaa, bunu da mı yapmışlar?’ konumundasınız. Ama bunların yalan olduğu bugün ortaya çıkıyor. O gün ortaya hiçbir şey çıkmamış. Siz bu etkileşimler içerisinde en azından sessiz kalmayı, kaçmayı, bir şey söylememeyi seçiyorsunuz. Çünkü dostlarınız gitmiş Gezi’de eylem yapıyor. Ama bu ortamları kullanan marjinal gruplar da oluşmuş. Onları da bilinçli bir şekilde belki Taksim’deki kalabalıkların arasına katmış olabilirler. Bugün sakin şekilde düşündüğümüz zaman bütün bu olayları partideki kemikleşmeyi sağlamak için yapılmış bir kurgu olarak bile düşünebiliriz. Ama olaylar yaşanırken kolay değil Gezi’nin arkasında durmak. Ama o günkü suskunluğumuz için eleştiriliyorsak bu eleştiriyi de başımızın üzerine koyarız. Evet, insanlar ‘O zaman konuşsaydın, bize niye destek olmadın’ diyor ama içinde olmayan insan bunu anlayamaz. Ben şu an yaşananlarla ilgili olarak da halka kesinlikle bir şey demiyorum. Çünkü müthiş bir algı operasyonu var.
-İdris Naim Şahin bir oligarşik yapıdan bahsetti. Siz bu yapıyı hissettiniz mi?
Belli bir his vardı ama ben onu konumlandırıp anlamlandıramamıştım. Herhalde bunu yapabilmek için yakın ve birebir yaşamak gerekiyor. Eskiden kolaylıkla ulaşıp bir şeyler paylaşabildiğimiz Başbakan’ın etrafına adeta görünmez bir duvar örülmüş durumdaydı. Ulaşabilmek için büyük kalkanları geçmek zorundaydınız. Uyarmak, söylemek, fikirlerinizi anlatmak çok güç artık. Sanırım İdris Bey’in kastettiği yapı bu. Aslında bugünkü pek çok meselenin kökeninde de aynı sıkıntı var gibi. Bir yerleri ele geçirme düşünceleri, F.Bahçe mesela, ses kayıtlarında çıktı. Böyle onlarca, yüzlerce başlık var.
-Milletvekilliğinin hiç mi önemi yok?
Görünürde var gibi. Açıkçası bana uymayan ve yaşadığımda hayal kırıklığına uğradığım bir fonksiyon söz konusu. Bir konudaki fikrinizi önceden öğreniyorlar, test etmek için size birilerini gönderiyorlar, eğer düşündükleriniz işlerine hiç gelmiyorsa o konuda kamuoyu önünde hiç fikrinizi sormuyorlar. Ama onlar gibi düşünürseniz, isminizi kullanarak ‘Hakan da böyle düşünüyor’ diyorlar. Beni rahatsız eden bu yapı. Kaldı ki Meclis’e gidip 15 saat oturan adam hiç olmadım.
-Kullanılmaya çalışıldığınız anlar hiç olmadı mı?
Oldu. Şike sürecinde cezaların düşürülmesi meselesi. Evet, cezalar fazlaydı. Ama olaylar patlayınca düşürülmeye çalışılmasını onaylamadım. Yasa görüşülürken atlayıp İstanbul’a geldim. Partiden çok önemli bir yetkili de arkamdan geldi. “Bu yasa ile ilgili Meclis’te sen konuş.” dedi. “Ben hukukçu değilim.” dedim. “Ben yasanın geçmemesini düşünüyorum, siz bana bunun tersini yap diyorsunuz. Yapamam.” dedim. “Böyle mi söyleyelim beyefendiye?” dedi. “Söyleyin.” dedim.
-Tekrar dershane tartışmalarına dönersek, ‘öncesi var’ diyorsunuz. Biraz daha açar mısınız?
Dershanede yapmak istedikleri, çok önceden planladıkları bir şeyin bir kavga sebebi. Kimin planı bilmiyorum. Kendisine dayatılmış, bunları bitireceksiniz denmiş belki. Dershane gerekli. Bunu yapmak isteyenler de bunu biliyor. Anayasa’ya aykırı bir şeyi siz ortaya atıyorsanız, bunun altında başka bir şey aramaya gerek yok. Bu bir kavga sebebi. Bir şey yapmak isterseniz önce onun zeminini oluşturursunuz. Milletvekillerin kulağından, oradan buradan girip böyle böyle bir şey olacak, bunun zeminini hazırlayın falan dersiniz. Öyle bir hazırlık ben sezdim zaten. Ardahan Milletvekili Orhan Atalay’ın dershaneleri KCK ile eşdeğer tutan açıklaması böyle bir hazırlığın ürünüydü bence. Ben Meclis’te kendisine “Daha önce dershaneler ile ilgili olumlu şeyler söylüyordun, şimdi bunu niye söyledin?” diye sordum. Bana yanlış anlaşıldığını, basın toplantısı yapacağını söyledi. Gitti, yine aynı şeyleri söyledi. Demek ki bir plan vardı. Ayrıca bu arkadaşın terörle ilgili son yaşananlardan sonra hâlâ aynı düşünüp düşünmediğini merak da ediyorum. O dönem Fikri Işık komisyon başkanıydı, Nabi Avcı, Hüseyin Çelik hepsiyle konuştum. Dershanelerin bir kavga sebebi olarak çıktığını anlamak geç olmadı. Sosyal medyada bir şey yazmaya başlayınca, gelenler, gidenler parti temsilcileri, “Bak güzel söyledin, ettin, artık bu konuyu kapat, daha fazla büyümesin.” diye beni ikna etmeye çalıştılar. “Yahu” dedim, “Başbakan’a ulaşamıyorum, bari siz söyleyin. Neden böyle bir şey yapılıyor?” Ve o meşhur duvar bu anlarda önümüze çıkıp korkunç bir sessizlik ve tepkisizlik. Bunu sağduyu ile yorumlamak mümkün değil.
..

Suriye’de Uçuşa Yasak Bölge Oluşturulması,


Suriye’de Uçuşa Yasak Bölge Oluşturulması

TUZAĞA DİKKAT ( ÇEKİÇ GÜÇ II ) VERSİYONUDUR,


10 Ekim Cuma, 2014

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD dönüşünde, Türkiye’nin IŞİD ile mücadelesinde atacağı 3 adımı açıkladı: Uçuşa yasaklı bölgenin ilan edilmesi, Suriye tarafında güvenli bölge oluşturulması[1]  ve eğit-donat anlayışıyla sürecin kimlerle nasıl yürütüleceğinin belirlenmesi.[2]  Cumhurbaşkanı, bu doğrultuda TSK’nın sınırda uçuşa yasak bölge ve tampon bölge oluşturulması için hazırlık içinde olduğunu belirtti. Buna karşılık, ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel ve Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, IŞİD hedeflerine yönelik sürdürülen hava saldırılarıyla ilgili düzenledikleri basın toplantısında; “Tampon bölge, belli bir noktada mümkün olabilir ama şu anda bu bizim kampanyamızın bir parçası değil” açıklamasında bulundu.
Başlangıçta IŞİD’e karşı oluşturulan koalisyonda bulunmayan Türkiye, rehinelerin kurtarılması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyareti sonrası gerekli adımları atmaya kararlı görünüyor. Aslında Suriye’de uçuşa yasak bölge ve tampon bölge talepleri Türkiye tarafından IŞİD teröründen önce de dile getirilmişti. Ancak Rusya ve İran tarafından desteklenen Esed rejimine karşı ABD, Türkiye’nin taleplerine olumlu yanıt vermemişti.  Yapılan açıklamalara bakıldığında IŞİD’in bölgede güç kazanmasından sonra da ABD’nin, Ankara’nın taleplerine öncelik verdiği söylenemez. Bununla birlikte, ABD Başkanı Obama’nın da bir konuşmasında belirttiği gibi IŞİD’le mücadelenin uzun bir müddet devam edeceği göz önüne alınırsa, Türkiye’nin uçuşa yasak bölge ve tampon bölge taleplerinin değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu yazıda Türkiye’nin üzerinde ısrarla durduğu uçuşa yasak bölgenin hukuki ve siyasi yönleri ele alınacaktır.
Uçuşa Yasak Bölgenin Hukuki Boyutu
Coğrafi alanı tanımlayan uçuşa yasak bölge kavramı, bir devletin hava ülkesindeki egemenliğinin diğer bir devlet, devletler grubu veya uluslararası örgüt tarafından kısıtlanarak askeri uçuşlardan arındırılmasını kapsamaktadır. Temelde, uçuşa yasak bölge kavramının salt kendisi hukuki olmayan askeri bir terimdir. Bu doğrultuda, BM Güvenlik Konseyi’nin 781 (1992) ve 816 (1993) sayılı kararlarında uçuşa yasak bölge (no-fly zone) kavramı yerine uçuşların yasaklanması (flight ban) ifadesi kullanılmıştır. Sadece 1973 (2011) sayılı kararda uçuşa yasak bölgeye yer verilmiştir. Aynı fonksiyonu icra etseler de ilgili kararlar, uçuşa yasak bölge kavramının salt kendisinin hukuki olmadığını göstermektedir.[3]  
Uçuşa yasak bölgenin hukuki olabilmesi için BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) kararı gerekmektedir. BMGK, uluslararası barış ve güvenliğin tehdit edildiğini saptayıp BM Antlaşmasının 7. Bölümü çerçevesinde gerekli tedbirlerin alınmasını kararlaştırabilir. Uçuşa yasak bölgenin ilan edilmesi de BMGK’nın alabileceği tedbirlerden biridir.
Ayrıca BMGK kararı ile oluşturulan uçuşa yasak bölge, Uluslararası Sivil Havacılık Anlaşması’nın (Şikago Sözleşmesi) 9. maddesinden ayrılmaktadır. Sözleşme’nin 9. maddesi, devlete askeri zaruret ve kamu güvenliği hallerinde kendi hava sahasını diğer devletlere kapatma hakkı tanımaktadır.[4]  Uçuşa yasak bölge ise BMGK’nın aldığı tedbirlerden biridir.
Uçuşa yasak bölge, I. ve II. Dünya Savaşlarından sonra Almanya’da uygulanmış olmakla birlikte uluslararası hukuk literatüründe yerini alması 1992 yılında Bosna-Hersek’le olmuştur. BMGK, insani uçuşların güvenliğini sağlamak amacıyla Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin hava sahasını BM Koruma Gücü’nün (UNPROFOR) yetkisi dışındaki tüm askeri uçuşlara kapatmıştır. Yasağın ihlali halinde ise üye devletlere tüm gerekli önlemleri alma yetkisi tanımıştır. Kavramın gündeme geldiği diğer durum ise ABD, İngiltere ve Fransa tarafından (Çekiç Güç) 1991 yılından 2003’e kadar Kürtlerin bulunduğu 36. paralelin kuzeyiyle Şiilerin bulunduğu 32. paralelin güneyini Irak askeri uçaklarına yasaklanmasıdır. Çekiç Gücü oluşturan devletler, her ne kadar uçuşa yasak bölge ilanını 688 sayılı BMGK kararına dayandırmış olsalar da ilgili karar, BM Antlaşmasının 7. Bölümü çerçevesinde alınmadığı gibi uçuşa yasak bölge de ihdas etmemiştir. Bu nedenle Çekiç Gücün Irak’ta oluşturduğu uçuşa yasak bölgenin uluslararası hukuka aykırı olduğu kabul edilmektedir.[5]  
Güvenlik Konseyi kararıyla uçuşa yasak bölge ihdas edilmesinin son örneği ise Libya’dır. BMGK, 2011 yılında Libya’daki iç savaş nedeniyle uçuşa yasak bölgeyi içeren 1973 sayılı kararı almıştı. Libya savaş uçakları muhalif halk hareketini bastırmak için saldırılarda bulunuyordu. Bunun üzerine, BMGK kararıyla Libya hava ülkesinde uçuşa yasak bölge ihdas edilerek Kaddafi güçlerini etkisizleştirme ve sivilleri koruma amaçlanmıştır. Ek olarak 1973 sayılı kararda uçuşa yasak bölgenin kapsamı açıkça ifade edilmiştir. Buna göre, sadece insancıl uçuşlar ve uçuşa yasak bölgenin uygulanması için yapılacak uçuşlar dışında Libya hava sahası tüm uçuşlara kapatılmıştır.
Görüldüğü üzere BMGK’nın konuya ilişkin bir kararı olmadan uçuşa yasak bölge ilan edilmez. Bunun tek istisnası ev sahibi devletin buna rıza göstermesidir. Ancak yaptırımın özü itibarıyla herhangi bir devletin kendi egemenliğini kısıtlamak istemesi örneklerde görüldüğü üzere olası değildir. Ev sahibi devletin rızasıyla uçuşa yasak bölgenin ihdas edilmesi günümüz şartlarında sadece bir terör örgütünün devletin hava sahasında aktif olması halinde gerçekleşebilecek bir yaptırımdır. IŞİD’e yönelik olarak ise Suriye hükümetinin böyle bir talebi veya rızası söz konusu değildir.
Özetle, Suriye’de ihdas edilecek uçuşa yasak bölgenin hukuki olabilmesi için ya BM Güvenlik Konseyi’nin kararı ya da ilgili devletin talebi veya rızası gerekmektedir. Ancak Suriye hükümetinin herhangi bir rızası olmadığı gibi Rusya’nın Esed rejimine yönelebilecek her türlü yaptırımı veto edecek olması nedeniyle BMGK kararının çıkabileceği de söylenemez.
 Uçuşa Yasak Bölgenin Oluşturulması İçin Uluslararası Konsensüse İhtiyaç Vardır
Türkiye’nin Suriye’de uçuşa yasak bölge ilan edilmesini talep etme sebeplerine geçmeden önce böyle bir bölgenin oluşturulmasının ‘zor ve riskli’ bir görev olduğunun ve devletlerin bireysel olarak başvurabilecekleri bir yaptırım olmadığının altının çizilmesi gerekmektedir. Bunun için uluslararası bir konsensüs ve işbirliğine ihtiyaç vardır. Geçen yıl Esed rejimine karşı uçuşa yasak bölgenin oluşturulması gündeme geldiğinde ABD Genelkurmay Başkanı Dempsey, bunun ABD’ye aylık 1 milyar dolar maliyetinin olacağını ifade etmişti.[6]  Böyle bir yaptırımın risklerinin yanında maliyetli olduğu açıktır. Dolayısıyla Türkiye veya yalnızca ABD’nin girişimiyle Suriye’de uçuşa yasak bölgenin oluşturulması zor görünmektedir.
Türkiye’nin Uçuşa Yasak Bölge Talep Etmesinin Gerekçesi
Suriye’de 2011 yılından bu yana devam eden iç savaşta Batılı devletler doğrudan herhangi bir askeri müdahaleye başvurmamasına rağmen IŞİD’le mücadele için Suriye’de hava saldırılarına başladılar. ABD ve müttefiklerinin müdahalesindeki asıl amaç IŞİD’in bitirilmesi iken Türkiye’nin uçuşa yasak bölge ilan edilme talebinin ise IŞİD’ten ziyade Esed rejimine yönelik olduğu görülüyor. Öncelikle, uçuşa yasak bölge yukarıda belirtildiği üzere askeri uçakların saldırılarına yöneliktir. IŞİD ise şu an için havadan herhangi bir tehlike oluşturmamaktadır. Bu nedenle uçuşa yasak bölgenin ilan edilmesi, IŞİD’e yönelik olmasından ziyade Esed rejimini hedef almaktadır.
Ayrıca, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Esed’in devrilmesi şartıyla Suriye’ye asker gönderilebileceğini açıklaması[7], Türkiye’nin taleplerinin temel hedefinin Esed rejimi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Suriye iç savaşında Esed’in yüz binlerce insanı özellikle hava saldırılarıyla öldürdüğü bilinen bir vakıadır. Esed rejimi meşruiyetini yitirmiş olması nedeniyle Türkiye’nin rejimi insani gerekçelerle hedef alması doğrudur. Ancak uluslararası kamuoyunun gündeminde Suriye’de şu an için rejim probleminden ziyade terörizm sorunu ilk plandadır. Esed rejimine yönelik her eylem ise Rusya ve İran tarafından engellenilmektedir.
Ek olarak Türkiye’nin Suriye’de uçuşa yasak bölge ilan edilmesini istemesinde insani gerekçelerin yanında siyasi avantaj yakalama çabasının da yer aldığı kabul edilmektedir. Buna göre Hükümet, Suriye’deki iç savaşın başlangıcından beri  desteklediği Özgür Suriye Ordusu’ndan Esed’i devirip Mısır’daki Müslüman Kardeşler örneğinde olduğu gibi kendileri ile yakın ilişkiler içine girmesini beklemektedir. Anılan nedenle Türkiye’nin, Batılı devletlerin Suriye sınırlarında IŞİD’e müdahalesini fırsata çevirme arayışında olduğu görüşü söz konusudur.
Sonuç
Ankara’nın sıklıkla dile getirdiği uçuşa yasak bölgenin ABD ve müttefikleri tarafından ne derece dikkate alınacağı zaman içerisinde görülecektir. Ancak uçuşa yasak bölgenin uluslararası hukuka uygun olabilmesi için ya BM Güvenlik Konseyi kararı ile ya da ilgili devletin rızası gerekmektedir. Bunun dışında devletlerin bireysel eylemleri hukuka aykırı olacaktır. Türkiye’nin bu talebinin arkasında insani saiklerin olduğunu göstermesi için Esed’le beraber IŞİD’e karşı da sarih bir biçimde atılacak adımların belirlenmesi gerekir. Bu açıdan uçuşa yasak bölge sadece Esed rejimini nazara veren bir taleptir ve IŞİD için halihazırda gerekli görülmemektedir. Ancak kangren haline gelen Suriye sorununda her talep ayrıntılarıyla ele alınmalıdır.
Abdullah Tunç


[1]Cumhurbaşkanı, gazeticelerin sorularını cevaplarken tampon bölge yerine güvenli bölge denmesinin daha uygun olduğunu belirtmişti.
[3] Stefan A. Kaiser, No-Fly Zones Established by the United Nations Security Council, ZLW 60. Jg. 3/2011, s. 402
[5] Kaiser, a.g.m, s. 406-407

Çekiç Güç ve Olağanüstü Hal


Çekiç Güç ve Olağanüstü Hal



06.12.2014  ZAMAN
İdris Gürsoy

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Çekiç Güç ve Olağanüstü Hal'in süresini bir
ay daha uzattı. Kamuoyu önünde verilen sözler bir kere daha unutuldu.
1984'ten bu yana PKK'ya karşı bir askeri mücadele yürütülüyor; binlerce
gencimizi toprağa veriyor, milyarlarca liramızı silah ve cephaneye
harcıyoruz. Ancak PKK bir türlü bitirilemiyor. Bu, PKK'nın gücünden mi,
yoksa bizim bilmediğimiz bazı sebeplerden mi kaynaklanıyor?.
Bir askeri yetkiliye sordum: PKK neden bitirilemiyor?
Cevabı şu oldu: "Harbin askeri ve siyasi iki yönü vardır... Genelkurmay
askeri harekatı planlar ve uygular. Sivil otorite, harekatın siyasi hedeflerini
ortaya koyar. Harpte askeri ve siyasi hedeflere ulaşılırsa başarı gelir. Sadece
askeri hedeflere ulaşmak yeterli değildir."
Bu açıdan bakınca Türk ordusunun içeride ve sınır ötesinde gerçekleştirdiği
harekatlar askeri açıdan başarılı olsa bile, harbin siyasi hedeflerine
ulaşılamadığı için netice alınamıyor. Harekatlar, siyasi hedefi olmayan,
askeri bir harekat olarak kalıyor.
Çelik Harekatı bu konuda en güzel misal: 35 bin askerin kullanıldığı
harekatta hedef kesin sonuç almak olmalıydı. TSK, sadece kampları yok
etmek isteseydi bunu 1992'de olduğu gibi daha küçük bir kuvvetle de
yapabilirdi. Ancak, her sınır ötesi harekattan sonra PKK kamplara geri
döndü. K.Irak'ta değişen bir şey olmadı. Siyasi irade böylesine büyük çapta
operasyonlara "evet" derken mutlaka harekatın siyasi sonuçlarını ve
hedeflerini de belirleyip, buna göre politikalar izlemeliydi.
PKK'nın arkasındaki güçler, "siyasi hedefe" ulaşılmasına izin vermediler.
Çünkü şu safhada örgütün bitmesi istenmiyor. Harekatı sadece askeri
hedeflerle sınırlı tutmayı başardılar. K.Irak'ta PKK'ya büyük bir darbe
vurulmasına izin verildi, ama yok edilmesi Tükiye'ye yapılan baskılarla
önlendi.
Bölgedeki yetkililer şunu söylüyor: "Çekiç Güç PKK'ya yardım ediyor.
Helikopterlerin gece uçuşu yasakken Çekiç Güç helikopterleri her gece Cudi
'ye uçuyor. Operasyonlarda dağlarda ele geçirilen ağır silahlar buraya nasıl
geliyor? Baskınlar önceden PKK'ya haber veriliyor. Türk uçakları çoğu
zaman boş mağaraları bombalıyor."
Milli Güvenlik Kurulu toplanıyor, bu gerçeklere rağmen "Çekiç Güç'ün
süresinin uzatılmasını" tavsiye ediyor, Parlamento da bunu onaylıyor.
Aynı, askeri yetkiliye, "Çekiç Güç neden gönderilmiyor?" diye sordum.

06.12.2014 
ZAMAN


Cevabı şu oldu: "Biliyorsunuz, Demirel, hükümet olmadan Çekiç Güç'e
şiddetle karşıydı, Özal'ı acımasızca eleştiriyordu. Ancak başbakan olunca,
Çekiç Güç'e "evet" dedi. Onu izleyen başbakanların da muhalefet ve
iktidardaki tutumları farklı oldu. Türkiye'de acaba hükümet her istediğini
yapabiliyor mu?"
PKK'nın 5. Kongresi'nin yeri, zamanı biliniyordu. Örgütün beyin takımının
katıldığı bu kongrenin yapıldığı mağaraya baskın yapılarak, PKK yok
edilemez miydi?
Evet.. bitirilebilirdi. Belki de bitirilmesine izin vermediler...
K. Irak'ta faaliyet gösteren gönüllü kuruluşların gayesi "Kürt Devleti"nin
kurulmasına yardımcı olmak... 92'de sayıları 17 iken, bugün 90'ın üzerine
çıkmış. Türkiye üzerinden bölgeye gidiyorlar, Türkiye aleyhine çalışıyorlar.
Türkiye bu kuruluşları izliyor, gayelerini biliyor ancak tedbir alıp
engellemiyor.
Atruş kampında Türkiye'den göç eden Kürtler BM gözetimi altında
barındırılıyor. İstihbarat yetkilileri, bu kampta PKK'lıların olduğunu biliyor.
Ama hiçbir şey yapılmıyor.
Örgütün başı Apo, MİT tarafından adım adım izleniyor. Ortadan
kaldırılamıyor..
Eli kolu bağlı Türkiye, PKK ile amansız bir mücadeleye girmişken, ilginç
bir gelişme daha oluyor. Bölgedeki örgütleri destekleyen İsrail'le askeri
işbirliği anlaşması imzalanıyor. MOSSAD'ın, PKK ile mücadelede
Türkiye'ye yardımcı olacağı açıklanıyor.
Olağanüstü Hal uygulaması da verilen sözlere rağmen sona erdirilemedi.
Türkiye, PKK'yı bitirmek, bölgede güçlü devlet olmak istiyorsa, harbin
siyasi gereklerini de yerine getirmelidir. Bu sebeple Çekiç Güç'ün görev
süresinin uzatılmaması ve Olağanüstü Hal'in kaldırılması hayati önem
taşımaktadır.

Muhabir:

http://www.zaman.com.tr/null/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=437947 



Sevr’den Büyük Ortadoğu Projesi’ne Türkiye için biçilen Rol ne ? – 3




Sevr’den Büyük Ortadoğu Projesi’ne Türkiye için biçilen Rol ne ? – 3



Sevr’den Büyük Ortadoğu Projesi’ne Türkiye için biçilen rol ne – 3













Türkiye yönlendirilen bir ülke değil, yönlendiren ülke olacak

Hedef 1: 

Türk topraklarında komünist birKürdistan… Hedef 2: Türk topraklarında komünist bir Ermenistan  Hedef 3: Bölünmüş ve güdüme girmiş bir Türkiye’yi sömürmek veOrtadoğunun tam ortasında batının kölesi bir devlet oluşturmak… Batı dünyası bu hedefler için yıllardır çalışıyor ve yılmadan yeni planlar ortaya atılıyor. Artık sabırları kalmadı. Oradan oraya saldıran aç bir canavar gibi sömürecek ülkelerin peşindeler.
90'ları nasıl geçirdik… Kürdistan devletinin kurulması yolunda Batılı devletlere destek verdik. Ermenistan lobisinin istekleri doğrultusunda adımlar attık.Hatırlarsanız Sevr anlaşması içinde bir başlık daha vardı. İstanbul’a çöreklenmesi düşünülen bir Bizans devleti…
Bu konudaki kırmızı çizgiler de Fener Rum Patrikhanesi’nin aktif katılımıyla pembeleşti…
1994'te Avrupa Birliği, Fener Rum Patrikhanesi Patriği Bartholomeos’u “Bizans devlet başkanı” olarak seçtiğini duyurdu.Avrupa Birliği’nden devlet başkanı unvanı edinen Fener Patriği, basına verdiği demeçlerde “Lozan’ı tanımıyoruz,” diyecekti!
Avrupa Birliği, Fener Patrik’ine İstanbul merkezli Bizans Devleti başkanı unvanını verirken, Fener Patrikliğinin tıpkı Vatikan devleti gibi bir statüye kavuşturulması ve Türkiye toprakları üzerinde bir tür “devlet içinde devlet” olup çıkacağı düşünülüyordu.
Avrupa Birliği’nin Bizans devlet başkanı unvanı verdiği Fener Rum Patriği, aynı yıl Belçika’ya gidiyor ve orada Belçika Kralı tarafından devlet başkanı sıfatıyla ağırlanıyordu.
Bugün nasıl Pentagon danışmanı, Stratfor düşünce merkezi başkanı George Friedman yeni Osmanlı haritaları yayınlıyorsa, 1918'de de 1994'te de benzer haritalar ortalıkta uçuşuyordu…
Gördüğünüz harita Esquire dergisinin Şubat 1994 sayısında yayınlandı. “İstanbul başkentli bir Yakındoğu federasyonu” gösteriliyor.Bu yayından birkaç gün sonra, The New York Times Magazine’de Robert D. Kaplan imzalı bir yazıda İstanbul başkentli “Yakındoğu Federasyonu” kurulması gerektiği savunuldu; ardından aynı düşünce CIA eski Türkiye şefi Paul Henze’nin raporunda Tüm bunlar olurken Amerikan istihbarat Teşkilatı CIA otoriteleri, CNN televizyonuna çıkarak “Doğu Bloku ve Rusya’daki bütün üst düzey ajanlarımızı Türkiye’ye kaydırıyoruz. Yakında Türkiye’de çok büyük karışıklıklar çıkabilir,” diyordu…
Cumhurbaşkanı Demirel, 1 Mayıs 1995 günü Milliyet gazetesi yöneticilerini makamına çağırıyor “Batı Sevr’i istiyor,” diyordu…Lord Curzon’un hayaleti Türkiye üzerinde dolaşıyordu…
Gümrük Birliği Kâbusu…
1995'te bayram havasında bir kutlama yapıldı. Halk ne olduğunu anlamadı. Birçok Avrupalı üst düzey Türkiye’ye doluştu. Havai fişekler eşliğinde bir kutlama yapıldı.
Türkiye, Avrupa Birliğine girmeden Gümrük Birliğine sokulmuştu. Yani tüm gelirlerine el konacak, hiçbir şey üretemeyecek ama her şeyi satın almak zorunda kalacaktı. Üstelik, yok oluşunu kutlayacaktı.
Halkın hangi sarmalın içine itildiği ortaya çıkmamalıydı, bunun için televizyonlar kullanılacaktı. Batı, basın yayın vasıtasıyla Türk halkının beynini dumura uğratacaktı.
Medyanın önemli bir bölümü ve bir kısım aydın Avrupa Birliği’ne bağlı kurumların, Avrupalı vakıfların maaş bordrosuna alınmıştı.Cüceler tarafından sıkı sıkı bağlandığı yerde yatan bir devdi Türkiye…Üzerinde türlü oyunlar oynanıyordu. Psikolojik operasyonlar insanları umutsuzluğa sürüklüyordu…
Kürt Açılımı 1999!
1999'da Apo Kenya’da yakalandı ve Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde idam cezası uygulanmadı. İmralı’da, mahkemesi sırasında Batı’nın tüm üst düzey isimleri, dünyanın en ünlü gazetecileri sorgulamayı izledi…Batı’dan Öcalan’a destek mesajları yağıyordu…
Fransız Cumhurbaşkanı’nm eşi Madam Mitterand’m açıklaması gazetelerdeydi. Ne mi diyordu?
“Ben Apo’dan daha çok Apo’cuyum. Abdullah’ın kalbimde çok özel bir yeri var.”
Vatikan bir bildiri yayımlıyor: “1918'den beri Kürtler bağımsızlıklarına kavuşmayı bekliyorlar.”
Türkiye’yi ziyaret eden Avrupa Birliği dönem başkanı, “Apo’yu asarsanız AB’ye giremezsiniz,” diyordu. Ardından Leyla Zana’yı hapishanede ziyarete gidiyor, sonra Türkiye Cumhuriyeti hükümetine HADFP’li belediye başkanlarıyla diyalog tavsiyesinde bulunuyordu. Yoksa AB kapısı kapanıverirdi! Öcalan idama mahkûm oldu ama AB uyum yasaları çerçevesinde idam cezası kaldırıldı. İmralı’dan avukatları aracılığıyla yandaşlarına görüşlerini iletmeye devam etti…
Öcalan mahkemeye verdiği savunmasında kendisinin Batılı ülkelerce korunup, beslendiğini, Batılı ülkelerden silah, malzeme ve para yardımları alarak Türkiye’ye karşı savaştıklarını açıkladı. Batı’nın Sevr’i uygulama peşinde koştuğu ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü parçalamayı amaçladığı açıkça ortaya konmuştu. Sorgusunda kullandığı bir cümle her şeyi özetliyordu: “Şeyh Sait’in devamıydım kullanıldım’.”
İngilizler Lozan’da Musul meselesi görüşülürken Şeyh Sait’i kullanmışlardı… Fransızlarla Hatay için boğuşulurken, Dersim isyanı patlamıştı… Türk ordusu Kıbrıs’taki kıyıma “Dur!” deyince ASALA örgütü katliama başlamıştı… Güneydoğu Anadolu projesi ile Türkiye suyun kontrolünü sağlayacak ve bölgesel güç olabilecekken PKK ortaya çıkmıştı…
“Laiklikten Vazgeçin!”
2000'lerde SEVR anlaşmasından Büyük Ortadoğu Projesi’ne izler düşmeye devam edecek, “ılımlı İslam” adı altında Türk insanının inanışları deforme edilecekti.
Amerikan gizli servisinin Türkiye’ye pek aşina adı Graham Fuller, Türkiye’nin laiklikten vazgeçmesi gerektiğini vaaz ediyordu. Tarikatlara izin verilmeliydi.
1995'e kadar Amerikan politikaları karşıtı söylemleriyle tanınan Fethullah Gülen, 1995 sonrası Amerika’yı yüceltmeye başlayacaktı. Gülen’e göre “Amerika’dan habersiz iş yapılmaz!”dı. Amerika’da İslamcı akımla ilgili raporda Ilımlı İslam temsilcisi olarak Gülen’in adı geçecek ve Gülen 1997'de Papa’yla görüştürülecekti.
Bir Müslüman olarak yaşamak için bula bula ABD’yi bulan Gülen, Amerikan politikaları ve mezalimi ile ilgili ağzını hiç açmayacaktı. Türkiye’deki “Amerikan açılımları’nı da sonuna kadar destekleyecekti.
Bütün bunlar olurken Türkiye inanılmaz ölçüde fakirleşecek, ithalatı artacak, ihracatı düşecek, tüm kaynakları yabancı ellere geçecek, para getiren neyi varsa satılacak, sanayi tesisleri şalterlerini kapatacak ve halk yokluğun pençesinde kıvranacaktı…Dünya Bankası raporuna göre halkın yüzde 20'si yoksulluk sınırı altında yaşamaya başlayacaktı.
Türkiye’nin önüne konan yem, Avrupa Birliği üyeliği. Bu sayede Batı, demokrasi adına bölücülük, insan hakları adına gericilik, dinlerarası diyalog adına misyonerlik, çevrecilik adına suyumuzu ele geçirme operasyonları yapıyor… Bir Kürt devletinin kültürünü yaratmak için televizyonlar açıyor, yeni bir Kürtçe yaratmaya çalışıyor.
Hatırlayın! Lord Curzon, Lozan Konferansı’nda, Musul-Kerkük konusu görüşülürken Kürtleri kastederek, “Ben onlara bir alfabe verdiğim gün, görürsünüz,” demişti…
Şimdi Batı bölgede ortak Kürt kültürü yaratma peşinde. Maddi çıkarları bunu gerektiriyor. Batı, içinden geçtiği krizle sallanırken Asya’nın kilidi Türkiye’yi kırmaya çalışıyor.
Aslında dünya 21. yüzyıla 20. yüzyıl başındaki koşullarla giriyor.
Türkiye o zamanki gibi bugün de kilit ülke. Amerikan Başkanı, CFR’nin en önemli isimlerinden Bili Clinton’m sözlerini unutmayalım:
“20. yüzyılın ilk elli yılını Türkiye belirledi. 21. yüzyılın ilk 50yılı da Türkiye’nin alacağı doğrultuda şekillenecek’.”
Kilit ülke Türkiye, bakalım 21. yüzyılın ilk çeyreğinde kendi çıkarları çerçevesinde bir politikayla kirli oyunlara cevap verebilecek mi? Benim en ufak bir kuşkum yok. Bu millet düşünülebilecek her melanete karşı koyabildi. Bu oyunlarla da başa çıkacaktır. Bu çıkışta yine Mustafa Kemal’in sözleri yolumuzu aydınlatacaktır. 1922'de yepyeni bir cumhuriyetin eşiğinde Mustafa Kemal şöyle demişti:
“Ulusal mücadelenin amacı tam bağımsızlıktır. Tam bağımsızlık ancak mali bağımsızlıkla gerçekleştirilebilir!”
O nedenle Türk halkı mali bağımsızlığını dışarıya peşkeş çekenleri görmeli, kendi refahıyla ve ülkenin bekasıyla oynayanları tespit edebilmelidir. Türkiyenin kaynaklarının “özelleştirme” adı altında batı dünyasına servis edilmesine şiddetle karşı çıkmalıdır. Bütün bunların yanında kurtuluşu Avrupa Birliği’nde değil Türk İslam Birliği’nde görmeldir.