6 Aralık 2014 Cumartesi

Sevr’den Büyük Ortadoğu Projesi’ne Türkiye için Biçilen Rol ne ? - 2





Sevr’den Büyük Ortadoğu Projesi’ne Türkiye için Biçilen Rol ne ? - 2


Sevr’den Büyük Ortadoğu Projesi’ne Türkiye için biçilen rol ne -2












Yazımın ilk bölümünde Türkiye topraklarında kurulması planlanan Kürdistan ve Ermenistan’ın planlarının Sevr Antlaşması’na kadar dayandığını yazmıştım. Batı Osmanlı hasta adamken de bu planı yapmıştı, fakat yıllar geçtikçe güçlenen Türkiye bu planın hiçbir zaman gerçekleşmesine izin vermedi. Türkiye Ortadoğu’da giderek gücünü ve etkinliğini arttırırken batı dünyası da Ortadoğu ülkelerini sömürme adına yeni planlar peşimdeydi. Bu planların içinde tabii ki Türkiye’de vardı… Şimdi dilerseniz Sevr Antlaşması’ndan Büyük Ortadoğu Projesi’ne Türkiye için biçilen rolü anlatmaya devam edelim:
Yakışıklılığı nedeniyle Fransızların “Beau Şerif (güzel adam)”, adını taktığı ve istanbul’da “boşherif lakaplı Kürt Şerif Paşa Osmanlı devletinin paşasıydı. Maaşını Osmanlı hazinesinden alıyordu.Paris Barış Konferansı günlerinde, 11 Mayıs 1920'de Sadrazam Tevfık Paşa Sevr’in taslaklarını almak için Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın saatli salonuna girdi. Ermeni Paşa da, Kürt Şerif Paşa da oradaydılar… Fransız Dışişleri Bakanı’nın iki yanında oturmaktaydılar.
Bir Kürdistan ve bir Ermenistan için Fransızlarla pazarlıktaydılar…
Aynı anda Anadolu’dan bir ses yükseliyordu. Mustafa Kemal, Osmanlı Heyeti’nin imzalayacağı hiçbir antlaşmaya uyulmayacağım haykırıyordu. Yanında Kürdü’yle, Çer-kezi’yle, Lazı’yla tüm Türk milleti vardı…
“Artık millet adına tek yetkili organ, Büyük Millet Meclisi’dir,” diyorlardı.
22 Temmuz 1920 Perşembe günü öğleden sonra saat üçte Yıldız Sarayı merasim salonunda toplanan 39 üyeli Saltanat Şûrası oturumu padişah Vahdettin tarafından açıldı. Şûra’da Sadrazam Damat Ferid söz alıp şunları söyledi:
“Paris’te imzalamamız istenen antlaşma, istanbul’u ve küçük bir toprak parçasını bize bırakıyor. Antlaşmayı imzalarsak iyi kötü bu kadar bir varlığımız olacak. İmzalamazsak dünya haritasından silinmekle tehdit ediliyoruz. Bu antlaşmanın imzasını oya sunuyorum. Susanlar imzalayalım demiş sayılacaktır,” dedi ve Topçu Ferik Rıza Paşa dışında herkes bu ölüm fermanına onay verdi…
Sevr Antlaşması Hayata Geçseydi… Trakya ve Batı Anadolu Yunanistan’a, Sivas, Malatya, Adana, Urfa, Antep, Maraş ve Suriye; Fransa’ya, Musul dahil Irak ve Arabistan ingiltere’ye, Güneybatı Anadolu, Oniki Adalar ve Rodos İtalya’ya verilecekti!.Doğu Anadolu’da bir Ermeni ve bir Kürt devleti kurulacaktı!…Boğazlar ve İstanbul, ayrı bir bayrağı olan komisyon tarafından yönetilecek idi!
Eğer Sevr hayata geçseydi yani Türk milleti, dahi bir liderin arkasında birleşmemiş olsaydı şu anda küçücük bir bölgede yaşıyor olacaktık.Ayrıca bunu gölgede bırakan başka şartlara da maruz kalıyor olacaktık. Türklere bırakılan bölgede asker sayısı kısıtlı olacak, devletin ağır silahı bulunmayacaktı; devlet maliyesi Batılı galip devletlerden oluşan bir komisyonca yönetilecekti. Tahkim hakkı olmayacaktı. Kapitülasyonlar sürecekti.Yani tümüyle sömürge bir devlet olacak, toprağı, ordusu, hazinesi Batılılar tarafından kontrol edilen bir devletin bireyleri olarak yaşayacaktık.
Ama bu millet Batı’nın oyununu bozdu. Tüm olanaksızlıklara rağmen büyük bir zafere imza attı ve tüm dünyayı şoka soktu! Yedi Düvele göre bu, bir mucizeydi…
Bütün dünyayı şaşkına çeviren Kurtuluş Savaşı ardından Hollandalı Fiandelsblat gazetesi şu sözleri yazdı:
“Türklerin bu beklenmedik zaferi akla şu soruyu getiriyor: Son nefesini vermekte olan, ölüme mahkûm Türkiye dört yıl süren dünya savaşı sırasında tüm maddi ve manevi kaynaklarını tükettiği halde, nasıl olur da tüm dünyayı şaşkına çevirir!? Sonu gelmiş gibi duran bir ülke, bugün üstelik yapayalnız kaldığı bir anda, müthiş bir örgütlenme yeteneği ve dolu dizgin bir coşku sergiliyor… Londra’da yapılan hesaplarda Mustafa Kemal ve milliyetçi hareketin sıfırı tükettiği, iflasa sürüklendiği, iki kere ikinin dört ettiği gibi ortadaydı. Anadolu dullar ve yetimler ülkesine dönmüştü. Tam dört yıl boyunca milyonlarca insan durmaksızın savaştı ve demir yumruğuyla İngiltere maşası Yunanistan’ı denize döktü. Bu, ulusal davaya duyduğu inançla mümkün oldu.”
Bu uzun yazının sonunda yazar şunları da ekliyor: “İslam düşüncesinin içine girmeliyiz. Bu mucizeyi anlamak için bunu yapmak gerekli. Yoksa böyle giderse,-Asya’nın muazzam kapıları yüzümüze ebediyen kapanacak’.”Kasım 1922, Handelsblat
“Bu îşin Rövanşı Var!”
“Asya’nın kapıları,” işte sihirli sözcük buydu… Tıpkı bugün gibi… Asya pazarlarına el koymak için her şey yapılmalıydı. Din kullanılmalıydı. Türk milleti etnik olduğu kadar dini olarak da ayrıştırılmak, sahte bir İslam yaygınlaştırılmalıydı!
İşte bugün medeniyetler ittifakı, dinlerarası diyalog ve Ilımlı İslam’ın Türkiye’ye dayatılması o günlerde kararlaştırıldı. Osmanlı’ya dönülmeliydi. Mustafa Kemal Türkiye’si çok tehlikeliydi. Türkler ulusal kaynaklarına sahip çıkarlar, ekonomide siyasette bağımsız olurlarsa Batı ne yapardı. Petrol, pamuk, madenler ve suya nasıl el koyarlardı!
O nedenle Lozan’da Lord Curzon şu sözleri söylemişti: “Şimdi bu masada verdiklerimizi yakında ekonomik zorluklar içine düştüğünüzde bir bir geri alacağız!” Geri almak için her şeyi yapacaklardı… 1984'te Türkiye ağır sanayi hamlelerine bir de GAP’ı katınca PKK için düğmeye basıldı. Güneydoğu Anadolu Projesi suyun kontrolü ve Türkiye’nin zenginleşmesi demekti. Bölgesel güç olmak yolunda önemli bir merhaleydi ve PKK terörü bu işi engelleyecek, aynı zamanda 100 yıllık Kürt devleti hayalini destekleyecekti…
“Sevr Hortladı!”
Yıl 1991. Cumhurbaşkanı, Turgut Özal… Kukla bir Kürt devleti için adımlar atılıyor…
Körfez Savaşı Baba Bush’un direktifiyle başlıyor. Önce Amerika’nın kışkırttığı Kürt gruplar ayaklanıyor. Saddam Hüseyin, Kürt Türk o bölge insanlarını yok etme operasyonuna kalkışıyor. Kaçan on binlerce Iraklı Türkiye sınırına dayanıyor.Batı müdahalesi kaçınılmaz hale geliyor. Turgut Özal Amerika’yı yardıma çağırıyor ve işte Çekiç Güç bölgeye böylece çöreklenmiş oluyor! Çekiç Güç kontrolünde bir Kürdistan devletinin tohumu böylece atılmış oluyor.
Irak’ın kuzeyi güvenli bölge ilan ediliyor ve Türkiye-Irak sınırı boyunca 50-60 km.lik şerit Çekiç Güç kontrolüne veriliyor. PKK ve bölgedeki teröristler bu ortamda pamuklar içinde yetiştiriliyor.Çekiç Güç öncesi sayıları bin civarında iken sayısı, Çekiç gücün bölgeye yerleşmesiyle sayısı 25 bine çıkıyor. Unutmayın ki bu adımlar, küresel güçlerin göz diktiği tüm coğrafyalarda aynı sırayla atılır.
Kürt Açılımı 1991!
Benzer şablonla yapılan bir diğer adım tabu konularda tartışma açmaktır. Özal, o yıllarda Türkiye’de pek konuşulmayan konuları tartışmaya açacaktı…“Bir Türk-Kürt Federasyonu kurma fikrini” ortaya atacak, tepkiler sonunda “konuyu tartışmaya açmak istemiştim” diyecekti... Amerikalılar süreci ve tansiyonu böylece kontrol edecekti.
Aynı Turgut Özal yine 1991'de “Türkiye olarak şu Ermeni soykırımını tanısak ve bu iş sona erse”görüşünüde dillendirdi… O nedenle Amerikan büyükelçisi Abramowitz, Türk-Kürt Federasyonu lafını ağzından düşürmüyordu. Tepki gösterenlere “Bunu ben değil, Cumhurbaşkanınız söylüyor!” cevabı veriyordu. Emekli Büyükelçi Coşkun Kırca birkaç kez Amerikalı büyükelçiyi dikkatli konuşmaya davet ettiğinde Abramowitz, Özal’ın arkasına sığınmıştı. O yıllarda Çekiç Güç’ün yarattığı konforlu ortamda Kuzey Irak Batılı yardım kuruluşları ve ajanlarla dolup taşacaktı…
Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında ve Çekiç Güç’ün denetimindeki şeritte bir Kürt devleti için kolları sıvamışlardı. Bölge halkına Batılı kurtarıcılarının geleceği ve bir Kürt devleti kurulacağı müjdesi veriliyordu. O yıllarda oralarda dolaşırken ispanyol Kültür Derneği’nden, Alman yardım kuruluşlarına kadar 200'e yakın derneğin faaliyetine tanık olmuştum.
1995'te Aksiyon dergisi Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis tarafından hazırlanan bir rapora yer verdi. Buna göre İncirlik’ten kalkan Çekiç Güç’e bağlı uçakların PKK’ya havadan malzeme attığı saptanmıştı.
O günlerde İngiliz Daily Telegraph gazetesi de, Amerikalı subayların, PKK’lılarla düzenli toplantılar yaptığını yazdı! Naci Kaptan’ın araştırmasına göre, Amerikan özel kuvveti Delta Force birlikleri, Kuzey Irak’ta peşmergeleri eğitiyordu. Bu haber Frankfurter Allgemeine, Observer gibi Avrupa gazetelerinde ve Londra’da çıkan El Hayat adlı gazetede yayımlanmıştı.
PKK’nın Kürdistan Ulusal Kongresi, 2002 yılı Ocak ayında Brüksel’de Amerika’nın desteğiyle toplanacak ve Amerika’da resmen kabul edilecekti.Batılı ülkeler PKK’ya serbest çalışma şartları sağlıyorlardı. Avrupa Birliği, PKK’yı adı KADEK olarak değiştirilinceye kadar terör örgütleri listesine koymadı. PKK, KADEK adını alınca, bu kez de KADEK, terör örgütleri listesine alınmadı.Bunları görmemek için kör olmak ya da başka devletlere çalışıyor olmak gerekti.Bu arada on binlerce vatan evladı yitirildi…
Kürt Açılımı 1995!
1995'te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Avrupa Birliği’nin terör ile mücadele konusundaki önerilerine şöyle cevap verecekti: “Siz bunu askeri tedbirlerle ortadan kaldıramazsınız diyor. Siz bunlara azınlık hakları tanımalısınız, diyor. O zaman anlatıyoruz ki, bunlar bizim ülkenin tümünün sahibi… Niçin onlara azınlık diyelim!? Azınlık haklarının ikinci adımı başka istikametlere varır. Özerkliğe varır, otonomiye varır sonra da Türkiye’nin parçalanmasına varır.”
Batı zaten bunu istiyordu… Yüz yıl önce olduğu gibi planlar aynıydı. Bir Kürt devleti, bölgedeki ülkelerin ittifakını önleyecek, Türkiye’yi Asya’dan soyutlayıp koparacak ve ikinci İsrail’i petrol coğrafyası üzerine inşa edecekti…O nedenle yeni Boğos Nubar Paşa’lar ile Kürt Şerif Paşa’lar Türkiye’yi sarmış, masada Batılı devletlerle aynı tarafa oturur olmuşlardı.
Arada CIA marifetiyle gerçekleştirilen darbeler, sesini çıkaran gidişe “dur!” diyen tüm aydınları susturacaktı…Türkiye’nin kırmızı çizgileri yavaşça solacaktı. Yabancı büyükelçiler sabır zorlayıcı açıklamalar yapacaklardı.
Amerika’nın Ankara eski büyük elçisi M. Abramowitz, yayımladığı Türkiye raporunda “Türkiye’nin parçalanabileceğini” açıkladı… Abramowitz’in “Türkiye parçalanabilir!” demesinden çok değil bir ay sonra, Almanya’dan yola çıkarak incirlik üssüne malzeme götüren bir NATO tırında, PKK’ya ulaştırılmak üzere hazırlanmış askeri donatım malzemeleri yakalanmıştı…
Yazıma üçüncü bölümde devam edeceğim.
http://blog.radikal.com.tr/dunya/sevrden-buyuk-ortadogu-projesine-turkiye-icin-bicilen-rol-ne--2-72428

..

Sevr’den Büyük Ortadoğu Projesi’ne Türkiye için Biçilen Rol ne ? - 1





Sevr’den Büyük Ortadoğu Projesi’ne Türkiye için Biçilen Rol ne ? -1


Sevr’den Büyük Ortadoğu Projesi’ne Türkiye için biçilen rol ne?DÜNYA
0,0
    


06.09.2014 15:14:28


Amerika Birleşik Devletleri’ni bir şirket olarak yönetenlerin Türkiye’ye özel ilgi duydukları kesin. Çünkü her zaman söylediğimiz gibi Türkiye Avrasya’nın kilidini taşıyor. Ortadoğu’nun zengin petrol yataklarını ve su kaynaklarını ele geçirmek için Türkiye’nin de güdüme girmesi şart. Ortadoğu’daki bütün yaşanan karışıklıklar gizli bir el tarafından gerçekleştiriliyor, belki de yıllar öncesinden ince ince çizilen planlar sırası ve yeri geldiğinde hemen uygulamaya konuyor.
Belki bir tünelin içinden geçtiğimizden bizler Türkiye’nin dışarıyla temaslarının ne kadar yoğunlaştığını fark edemiyoruz. Ama son yıllarda Türkiye’ye gelen gidenin haddi hesabı yok… Amerika Dışişleri Bakanı, Amerikan Genelkurmay Başkanı, Amerikan istihbaratı, Uluslararası Para Fonu yöneticileri, Avrupa Birliği otoriteleri, Türkiye’nin suyuyla yakından ilgilenenler… Tüm forumlar, Habitatlar, Medeniyetler ittifakı Türkiye’de yapılıyor. Barack Obama göreve gelir gelmez ikinci yurtdışı ziyaretini Türkiye’ye yapacağını açıklıyor. Bunların hiçbiri boşa değil ve tesadüf değil….
Ekranlarda sempati dağıtanlar acaba gizli görüşmelerde neler konuşuyor? Irak’tan çekilecek askerler acaba hangi limanlarımız üzerinden geçecekler? Amerika’nın istediği destek neleri kapsıyor? Amerika, Kıbrıs Ermeni sınırı, Fener Patrikhanesi ve güneydoğu konusunda ne “tavsiyelerde” bulunuyor?! Aslında bu tavsiyeler ve dayatmalar 100 yıldır sürüyor… Sevr anlaşmasından Büyük Ortadoğu Projesi’ne, Batı’nın Türkiye için planlarında bir değişiklik yok!…
Bakın Amerikan Dışişleri Bakam Hillary Clinton görevinin ilk günlerinde Türkiye’den rüzgâr gibi geçmeyi ihmal etmedi. Sempati avcılığı için kadın kadına sohbetler bile etti. Clinton, Türkiye’de sadece tek bir televizyon programına konuk olmayı kabul etmişti. Yazar, manken, gazeteci ve sinema yıldızı olan dört kadınımızın sohbet programına konuk olan Dışişleri Bakanı’na Afganistan, Irak, Gazze ve diğer kan kokan coğrafyadaki Amerikan planları sorulmadı.
Amerika’nın paramparça gösterdiği Türkiye haritaları sorulmadı. Çizilen ve burnumuza dayanan yeni Osmanlı haritalarından da söz edilmedi.Michelle Obama’nın giysileri, kadın ve siyasetçi olmanın zorlukları, çocuklar ve eşler konu edildi.Amerika dayatmasıyla yok edilen hak ve özgürlükler konu dışıydı. Onlar misafir ağırlamaktaydı…
Amerika’nın üst düzey yönetimi, gülen yüzüyle sempati avcılığı yaparken, kapalı kapılar ardında bir bölgenin geleceği masaya yatırılıyordu.Detaylar bilinmiyordu!… Kan içindeki Afganistan’da Türk Amerikan işbirliği konuşuluyordu. Peki Nasıl bir işbirliği? Detaylar bilinmiyordu. Kıbrıs konuşuluyordu… Tek Kıbrıs için dayatmalar yapılıyordu. Detaylar bilinmiyordu. Sık sık stratejik müttefik olduğumuzun altı çiziliyordu. Detaylar bilinmiyordu! …
Zaten 60-70 yıldır yaşadıklarımızın özeti buydu. Türk halkı yukarılarda neler olup bittiğinin detaylarını hiç bilemedi. Ziyaretlerin sonuçları yıllar sonra acı bir biçimde öğrenildi…
Amerika’nın Temel Hedefi Ne?
Yıl 1912. Amerikan Başkanı Woodrow Wilson. Türkiye’yi paramparça eden ünlü Wilson İlkeleri’ne adını veren kişi… Türkiye sınırları içine bir Kürdistan ve bir Ermenistan haritaları çizen Amerikan Başkanı… Bakın ne diyor:
“Amerikan kapitalizminin temel hedefi, zayıf ülkelerin hammaddelerini ve ulusal pazarlarını açık birer kapı olarak tutmaktır. Bunun için diplomasi ve gerekirse zor kullanılmalıdır. ..”
Diplomasiyi de zoru da kullandılar. Ezilen halkların dostu olarak ünlenen başkan Wilson, hammaddelere el koymak için sayısız harita çizdi. Orijinal “Wilson haritasına dikkatle bakınız. Türkiye’nin doğu bölgeleri tamamıyla yeniden şekillendirilmişti. Wilson haritasında bir Ermenistan ve bir Kürdistan çiziliydi. Tarih 8 Ocak 1918'di…
90 yıl sonra bu hayal doğrultusunda biraz yol katettiklerini kabul etmek gerek. Irak işgal edilmiş, petrolün en fazla olduğu kuzey bölgesi Çekiç Güç’ün kontrolüne verilmiş ve parlamentosuyla bayrağıyla bir Kürt devleti fiilen oluşturulmuştu.Hatta işgal edilmiş Irak devleti cumhurbaşkanlığına da bir Kürt getirilmişti.Wilson’ın söylediği gibi Amerika, dünyadaki tüm hammadde ve ulusal pazarlara talipti ve bunun için her şey yapılabilirdi.
“Bir Kurtlar Sofrasıydı Avrupa ve Sofrada Ortadoğu Vardı…”
Ortadoğu’nun göz kamaştıran zenginliği daha Birinci Paylaşım Savaşı’nda emperyalist devletlerin gündemindeydi…I. Dünya Savaşı, emperyalist devletler arasında bir paylaşım savaşıydı. Kavga, kara altın içindi, bu bir petrol kavgasıydı. Petrolü geleceğin yakıtı olarak kavrayan ilk ülke ingiltere’ydi. Onu Rusya izledi.
1897'de Osmanlı topraklarında ilk petrol arama çalışmaları başlatılmıştı. Osmanlı henüz petrolün stratejik önemini kavramış değildi, ingiltere 1899'da Osmanlı toprağı olan Kuveyt’e yerleşmiş petrol arıyordu. Osmanlı toprağında ilk petrol kuyusu 1900'de European Petroleum Company tarafından açıldı ve büyük çapta petrol çıkartıldı.
Petrolün en yoğun bulunduğu yer, Osmanlı devleti topraklarıydı ve de Osmanlı hasta adamdı; güçsüzdü, borç batağındaydı. O halde paylaşım oradan başlayacaktı.
Gelelim paylaşımcılara; I. Dünya Savaşı’nın galip devletleri paylaşımda hemfikirdiler ama paylarını beğenmiyor, bir-birleriyle didişiyorlardı, ingiltere ve Fransa savaş sürerken Osmanlı topraklarını aralarında paylaştırıyorlardı…Fransızlar iki yıl sonra, giriştikleri savaşın nedenini ve Osmanlı topraklarının nimetlerini şöyle açıklayacaklardı:
“Kilikya, Suriye, Filistin, Kürdistan ve Musul bize hemen şunları sağlayacaktır:
Buğday: Yılda 115 milyon kental;
Petrol: Başka hiçbir yerde bulamadığımız ve yarın onsuz büyük bir millet olunamayacak olan petrol hayati önemdedir. Petrolsüz ne ordu ne deniz kuvveti mümkündür.
Pamuk ve yün: işletmelerimiz bu maddeleri büyük güçlük ve korkunç fiyatlarla ingiltere ve Amerika’dan alabiliyor.”
İşte paylaşımcılardan biri olan Fransa için Osmanlı topraklarını uğrunda ölünür yapan bunlardı.
Bu gizli anlaşmalar ve belgeler Rusya’da Ekim Devrimi patlayınca ortalığa saçıldı… Ruslar gizli paylaşım anlaşmalarını Türkiye’ye ve dünyaya açıklayacaktı. 1917 yılıydı…
Kâğıt üzerinde bir paylaşma yapılmıştı ama devletler o kadar da kolay bölünüp, parçalanamıyorlardı. Kesilip, biçilecek bölgelerde paylaşıma hazır müttefikler yaratılmalı, bölge insanı bölüşülmeye hazır olmalıydı! Nasıl mı? Aynı bugün olduğu gibi!
Batı’nın kozları: Kürtler ve Ermeniler
Osmanlı’ya karşı en kolay oynanacak kart etnik karttı. Çeşitli etnik gruplar ayrı devletler kurma yönünde kolayca kışkırtılabilirdi. Buna en iyi örnek ünlü İngiliz ajanı Lawrence’ın Arabistan’daki faaliyetleriydi.
Petrolün en yoğun bulunduğu Arap bölgelerinde Lawrence, Arapları Osmanlı’dan ayırmak üzere ayaklandırmış ve Osmanlı’ya karşı savaştırmıştı. İşte 1920'ye gelirken Anadolu, Lawrencelarla tıka basa dolmuştu. Amerika, Ermenistan ve Kürdistan haritaları çizerken İngiltere ve Fransa, Osmanlı uyruklu Ermeni ve Kürtleri ayrı devlet kurma yönünde kışkırtıp silahlandırdılar.”Halklara özgürlük!” çığlıkları atıyorlardı. Gözlerini petrol coğrafyasına dikmişlerdi.
III. Enternasyonal’in yayın organında ingiltere’nin Kürt politikası şöyle açıklanıyordu:
“Eğer bugün ingiliz ‘bilginleri’, dünya tarihinde önce Kürtlere karşı ‘adalet’ sağlanması gerektiğinden ve ‘gerçek’ Kürdistan ın kurulmasına yardımın zorunlu olduğundan dem vuruyorsa, doğrusu bu ‘adaletin fazlasıyla petrol ve kan koktuğunu söylemek gerekir.”Ağustos 1930 International Press (Metin Aydoğan’ın Bitmeyen Oyun adlı kitabından alıntı; s.123.)
“Türkler Defolsun!”
Yıl 1918… Savaş bitti. Osmanlı yenik düşmüştü, ingiliz Agamemnon zırhlısı Yunanistan’ın Mondros Limanı’na demirliydi. Rauf Orbay başkanlığındaki Osmanlı heyeti bu zırhlıda imzaladığı Mondros Mütarekesiyle silahlarını teslim etti, galip devletlere istedikleri yeri işgal etme hakkı tanındı. Yunan ordusu izmir’e çıktı ve Ege bölgesini işgale başladı.5 Şubat 1919 günlü Fransız Journal des Debat gazetesi birinci sayfadan şunları yazıyordu:
“Hemen hemen beş yüz yıl boyunca güney Avrupa’yı yıkan ve Doğu Akdeniz bölgesindeki bütün uygarlığı çökerten bu uğursuz Türk ırkım Asya’ya sürmeli.”
Batılı devletlerin Türklere en ağır hakaretler yönelttiği, her yandan kuşattığı bugünlerde Anadolu kaynıyordu. Ulusal direniş başlıyor, bir millet uyanıyordu. 16 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Paşa yanında Rauf Orbay’la Şişli’den yola çıktı, Tophane rıhtımında bekleyen yaşlı Bandırma vapuruna bindiler. Türkiye’nin kaderini ve Batı’nın planlarını değiştirecek bir yolculuktu bu. Galip devletler Anadolu’da başlayan bu direnişin er geç bastırılacağından emindiler, içerde adamları vardı. Bunların en bariz örnekleriydi Kürt Şerif Paşa ile Ermeni Boğos Nubar Paşa.
Ajanlar Anadolu’da at oynatırken, Batı’yla yakından ilişkili bu iki paşa, Osmanlı devleti toprakları üzerinde bir Ermenistan ve Kürdistan kurulması teklifini Fransız onayına sunmuşlardı.
Yazıma ikinci bölümde devam edeceğim.

..

KIBRIS TÜRKÜNÜN ONUR MÜCADELESİNDE LİDERLİK YAPANLAR

.

KIBRIS TÜRKÜNÜN  ONUR MÜCADELESİNDE LİDERLİK YAPANLAR  DEVLET ADAMLARIMIZI RAHMETLE ANIYORUM..

DE. FAZIL KÜÇÜK;


Dr. Fazıl Küçük, 14 Mart 1906 Lefkoşa kazasına bağlı Ortaköy’de dünyaya geldi.

İlk öğrenimini ve orta öğreniminin bir kısmını Lefkoşa’da yaptı. Orta öğreniminin geriye kalan kısmını İstanbul’da Özel İstiklal Lisesi’nde tamamladı. 

Mezun olduktan sonra İstanbul Tıp Fakültesi’nin birinci sınıfını tamamlayıp sırasıyla Fransa ve İsviçre’ye gitti. 

Lozan Üniversitesi’nde tıp tahsilini bitirdikten sonra bir klinikte ihtisas yaparak ‘dahiliye uzmanı’ oldu.

1937 yılının Mayıs ayında Kıbrıs’a dönerek, Lefkoşa’da serbest doktor olarak çalışmaya başladı. 

Halkçı kişiliğinden ve mesleğindeki başarısından dolayı kendisini topluma çok çabuk sevdirdi. Fakir halkın ve köylülerin Lefkoşa’ya en fazla uğradığı gün olan Cuma günleri halka parasız tedavi uyguladı ve bunu doktorluğu bıraktığı son güne kadar sürdürdü.

Dr. Fazıl Küçük’ün aktif siyasi hayata atılması, her ne kadar adaya döndüğü 1937 yılında başlarsa da, siyasi faaliyetleri ve koşe yazarlığı 1931 yılına kadar uzanır. 

Henüz bir üniversite öğrencisi iken, Türk Maarifinin İngiliz müdürler tarafından yönetilmesinde ısrar eden ‘Kavanin Meclisi’nin Türk üyelerine karşı çetin bir mücadeleye girdi.

Bütün siyasi hayatı boyunca, Türk okulları ile Vakıflar İdaresi’nin Türk halkına devredilmesi için İngiliz koloni idaresine karşı savaş açtı. 

Kıbrıs Türk halkının örgütlenmesi ve kendi meslek kuruluşlarının altında faaliyet göstermesi için yıllarca uğraştı.

1931 yılındaki Rum isyanının ardından ara verilen Belediye seçimlerini 1943 yılında ezici bir çoğunlukla ‘üye’ olarak kazandı ve bu görevi altı yıl aralıksız devam ettirdi.

1943 yılında kurulan ve O’nun da üyesi olduğu KATAK (Kıbrıs Adası Türk Azınlıklar Kurumu)’dan ayrılarak 23 Nisan, 1944 tarihinde KMTHP(Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi)’ni kurdu. Bu partinin programındaki ana hedeflerden biri de Enosis’i (Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı) önlemekti. 1949 yılında KATAK ile KMTHP birleşerek KMTBP(Kıbrıs Milli Türk Birliği Partisi) ismi altında yeniden oluşur.

Dr. Küçük, o yıllarda devamlı olarak Türkiye’ye gider, ancak oradaki hükümetlerden beklediği yakınlığı görmez. Bunun üzerine Kıbrıs davasını Türk milletine mal edebilmek için Anadolu’yu karış karış gezer. Türk halkına, Kıbrıs’ta başlattığı mücadeleyi anlatabilmek için büyük şehirlerde mitingler düzenler. O’nu destekleyenler ilk önce öğrenci dernekleri, onun ardından sivil toplum örgütleri ve basın olur. Bıkmadan, usanmadan verdiği mücadele Türkiye halkının tüm birimleri tarafından kabul görür.

Türk milletinin de desteğini arkasına aldıktan sonra, 1955 yılında kanlı terör eylemlerine başlayan EOKA örgütüne karşı Kıbrıs Türk halkının direnebilmesi için KITEMB (Kıbrıs’ın İstikbali için Türk Mukavemet Birliği) isimli örgütü kurar. Rumların tehditlerine rağmen mücadeleye devam eder ve KITEMB’nin yerine yine aynı yılın Eylül ayında VOLKAN isimli teşkilatı oluşturur. Daha sonra en büyük silahlı mücadeleyi verecek olan TMT(Türk Mukavemet Teşkilatı)’nın zirvesinde bulunur.

1959 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan Zürih anlaşmasının ardından Londra’da yapılan konferansta Kıbrıs Türk halkını temsil eder ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmasını imzalar. Bu cumhuriyetin anayasasına göre Cumhurbaşkanı Muavini Türk olacaktı. Kıbrıs Türk halkı da O’nu bir kurtarıcı olarak görmekteydi ve 3 Aralık 1959 tarihinde yapılan seçimi rakipsiz olarak kazanır.

Rumların 21 Aralık 1963 tarihinde ‘Kanlı Noel’ diye adlandırılan Türklere karşı silahlı saldırılarının ardından oluşturulan Genel Komite’nin başkanı olur. Bu komitenin yerine 1967 yılında ‘Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi’ kurulur ve onun başına da yine Dr. Fazıl Küçük geçer. Cumhurbaşkan Muavinliği ile Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi görevini 18 Şubat 1973 tarihinde bırakır. Ancak 1983 yılında hastalanır ve 15 Ocak, 1984 tarihinde tutulduğu hastalıktan kurtulamayarak Londra’da tedavi gördüğü hastahanede 78 yaşında hayata gözlerini yumar. “Tanrı Kıbrıs Türkünü korusun, onun yanında olsun” diyerek canından daha çok sevdiği halkına veda eder.

Naaşı Kıbrıs’a getirilerek 23 Ocak 1984 tarihinde Lefkoşa yakınlarındaki Hamitköy’de bulunan Anıt Tepe’ye gömülür. Ve... ‘Anıt Mezar’ onun cenneti olur...


http://www.kktcb.org/content01.aspx?id=2&sayfa=7&select=1





RAUF DENKTAŞ;





27 Ocak 1924'te Kıbrıs'ın Baf Kasabasında doğmuştur. Yargıç merhum Mehmet Raif bey’in en küçük oğludur. 

1941’de Lefkoşa İngiliz Okulundan mezun olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllardı. Mezun olduktan sonra Mağusa'da tercümanlık, Mahkemede memuriyet, sonra bir yıl da İngiliz Okulunda öğretmenlik yapmıştır. 

1944’de British Council’dan burslu olarak İngiltere'de Hukuk tahsili yapmış ve 1947 yılında Lincoln's Inn'den mezun olmuştur. Aynı yıl Kıbrıs'a dönüp Avukatlığa başlamıştır. 

1942 yılında Dr. Fazıl Küçük’ün yayınlamaya başladığı Halkın Sesi gazetesinde, babasından ve o’nun milliyetçi, Atatürkçü arkadaşlarından işiterek öğrendiği “Türk Haklarının İngilizler tarafından gasbedildiği” konularının ele alındığını gören Denktaş, Dr. Küçük’le tanışır ve Halkın Sesi’nde imzalı veya imzasız, bazen Akın Yılmaz adı altında yazılar yazmaya başlar. Bu ilişki Denktaş’ın Londra’da tahsil yıllarında da devam eder. Denktaş ada’ya döndükten sonra lider Dr. Küçük’ün yanında yakın bir dost ve gerektiğinde danışman olarak çalışacaktır. 

1948 yılında zamanın Kıbrıs Valisi tarafından kurulan Anayasa Konseyinde üye olarak çalışmıştır. Rum kilisesinin baskısı altında Konseye katılmış olan Komunist Akel Partisi Konsey’den çekilince Meclis kapatılmıştır. Türk temsilcilerin ısrarlı talepleri sonucu Hakim Mehmet Zeka bey’in başkanlığında “Türk İşleri Komisyonu” kurulmuş, Rauf Denktaş bu komisyonda da çalışarak, İngiliz Müstemleke İdaresi’nin gasbettiği hakların iadesi için bir Rapor’un hazırlanmasında nazım rol oynamıştır. Hükümetin kabul ettiği bu raporda öngörülen yasaların yapılabilmesi için Başsavcılığa görev verilir ancak Başsavcılıkta bir Türk savcı yoktur. Liderliğin talebi üzerine 1949’da Denktaş Hukuk Bürosundan ayrılır ve küçük bir maaş ile savcı yardımcısı olur. 

Bir kaç yıl içinde tamamlanması gereken yasalarla ilgili çalışmalar 1954 yılına kadar uzar. Arada Denktaş savcılığa terfi etmiştir. 1954’de Kıbrıs’ta yer altını kuracak olan bir takım insan; Yunanistan’dan ada’ya gizlice girerken yakalanır. Bunların takibi ve yargıya havalesi ile Denktaş’ın görevi daha da önem taşır. 1957 sonunda İngilizlerin ada’yı 5-10 yıl içinde Yunanistan’a devredeceğini görev Denktaş, Savcılıktan istifa ederek, Dr. Küçük’ün yanında fiili rolünü alır. 

Hükümetteki görevinden istifa ettikten sonra toplum problemlerinde daha aktif bir rol oynamağa başlayan Denktaş 1957 sonlarında Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanlığına seçilmiştir. Aynı yıl Rumların Atina’dan sevk ve idare edilen EOKA yer altı teşkilatının saldırıları karşısında etkin bir kuruluşa olan ihtiyacı gören Denktaş, iki arkadaşı ile birlikte Kasım 1957’de Türk Mukavemet Teşkilatı’nı kurar. Bu teşkilat o güne kadar var olan Volkan Teşkilatı’nın yerini alır ve kısa bir zaman içinde, Denktaş’ın ısrarlı talepleri sonucu olarak Türkiye’nin uzman kişileri tarafından EOKA’ya cevap verebilecek etkin bir Mukavemet Teşkilatı haline getirilir. 

Halkın Sesi gazetesinin haftalık İngilizce nüshasının hazırlanmasında da önemli rol oynayan Rauf Denktaş, 1958’de büyük ölçüde artan EOKA saldırıları karşısında Türk Mukavemetinin etkili şekilde görev yapmasını sağlar. TMT’nin yayın organı olan Nacak gazetesi Denktaş’ın gazetesiymiş görüntüsü içinde Kıbrıs Türklerine yön gösterir, mukavemet telkin eder. Nacak’ın son yazı işleri sorumlusu da Alper Faik Genç’ti. Türk Hükümetinin, bir ayda yüz’e yaklaşan Türk kayıpları karşısında kararlı çıkışı ve aynı yıl Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda rahmetli Fatin Rüştü Zorlu’nun Yunanlı karşıtı Averof’u mağlup etmesi sonucu Yunanlılar Kıbrıs’ta eşit şartlarda bir ortaklık Cumhuriyeti kurulmasına razı olmuş görünürler. Dr. Küçük ve Rauf Denktaş bu genel kurul toplantısında kulis faaliyeti yapmışlardır. 1959’da Zürih Anlaşması’nın hazırlanmasında Rauf Denktaş’ın perde arkasında etkin rolü olmuştur. Türkiye’nin garantisinin 650 kişilik bir Alay’la “etkin ve fiili” bir duruma getirilmesi Denktaş’ın ısrarı ve Dr. Küçük’ün de o’nu desteklemesi ile mümkün olmuştur. 

Aynı yıl Londra Konferansı’na katılan Türk Heyetinde de yerini alan Denktaş’ın Fatin Rüştü Zorlu’ya “Makarios bu anlaşmaları er geç yıkacak ve Enosis yoluna çıkacaktır. Burada bir rol oynamaktadır. İleride bu anlaşmaların kendisine zorla kabul ettirildiğini savunarak ortaklığı bozacaktır” mealindeki değerlendirmesi, ne yazık ki, ortaklık Devletinin kuruluşu ile işleme konmuş ve 1963’de Kıbrıs’ta Enosis uğruna tedhiş yeniden başlamıştır. 

1959-63 yılları arasında Ruaf Denktaş’ınTürk Hükümetine gönderdiği raporlar, gelmekte olan tehlikeye işaret etmekte, tedbir istemekteydi. 1960 ihtilalinden yeni çıkmış olan Türkiye’nin Kıbrıs’taki Büyükelçisi, ne yazık ki, bu raporların Türkiye tarafından kale alınmamasını sağlamış ve böylelikle 1963’de patlak veren tedhiş karşısında Türkiye’nin hazırlıksız yakalanmasına neden olmuştur. 

1960’da Yeni kurulan ortaklık Cumhuriyetinde Rauf Denktaş Cemaat Meclisi Başkanlığı ile İcra Komitesi Başkanlığına seçilmiştir.

1963 olaylarından sonra Londra Konferansı ve Birleşmiş Milletlerde Türk Halkının haklarını savunan Denktaş’ın Makarios tarafından adaya dönüşü yasaklanmış ve istenmeyen adam ilan edilmiştir. Bu sürede Ankara’da Dışişlerinde Kıbrıs dairesinde çalışmış, ve New York, Londra, Brüksel, Paris gibi merkezlerde konferanslar vererek Kıbrıs’taki olayları anlatmaya çalışmıştır. 1964 Temmuz’unda öğrencilerle birlikte gizli yoldan Kıbrıs’taki Erenköy’e çıkmış Erenköy savaşında gazeteci Ömer Sami Coşar ile birlikte yer almıştır. Bölgesel ateş kes anlaşması üzerine ayni yoldan gizlice geri Ankara’ya dönerek İnönü hükümetine bilgi vererek askeri müdahale istemiştir. Bu arada Türkiye’nin hava müdahalesi ile darbelenen Makarios BM’nin önerdiği ateşkes anlaşmasına razı olmuş, Denktaş Ankara’daki görevine devam etmiştir. 

1967 sonunda gizlice küçük bir gemiyle iki arkadaşı ile birlikte tekrar adaya çıkmış, ancak, Rumlar tarafından yakalanmış ve esir düşmüştür. Türkiye Cumhuriyetinin baskısı ile 13 gün sonra Ankara’ya iade edilmiştir. 

Ada’ya 1968 Nisan ayında normal yoldan dönebilmiştir. Haziran 1968’de Rum liderlerinden Glafkos Clerides Makarios’un temsilcisi, Denktaş da Denktaş da Dr. Küçük’ün temsilcisi olarak ilk toplumlararası görüşmelere başlamışlardır. Denktaş, 1960 Antlaşmalarında içte Türk-Rum, dışta Türkiye-Yunanistan arasında garantilenen dengelerin bozulmaması kaydıyla, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortaklarından biri olarak bölgesel otonomi önermiş, ve görüşmeler Türkiye’den ve Yunanistan’dan uzmanların da katılımı ile 1974’e kadar devam etmiştir. Klerides’in ve Yunanistan’ın tavsiyesine rağmen Başpiskopos Makarios bu anlaşmayı “Türk tarafı azınlık statüsünü kabul etmiyor, ortaklık statüsünde ısrar ediyor; Türkiye’nin garantörlüğü devam ediyor” diyerek ret etmiştir. 

Rauf Denktaş, 5 Temmuz 1970 tarihinde yapılan genel seçimlerde yeniden Türk Cemaat Meclisine Meclis Başkanı seçilmiştir. 

16 Şubat 1973 tarihinde Kıbrıs Türk Toplumu tarafından yeniden Başkan seçilmiş ve 28 Şubat 1973'te gerekli andı içtikten sonra Kıbrıs Cumhurbaşkan Muavini ve Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı olarak göreve başlamıştır. 

1974 Türk Barış Harekâtı sonrasında 13 Şubat 1975'te Makarios’un adaya dönüşü nedeniyle, buna reaksiyon olarak ve Makarios’un meşruiyetini kaybettiğini tescil için ayrı devlet kurmayı öneren Denktaş’ın bu önerisini o günkü Irmak Hükümeti kabul edememiş bunun üzerine Kıbrıs Türk Federe Devletinin ilânını sağlamış ve Devlet Başkanı ve Meclis Başkanı görevlerini yürütmüştür. Federe Devlet Anayasası uyarınca 20 Haziran 1976 günü yapılan ilk Genel Seçimlerde büyük bir çoğunlukla, Halk tarafından seçilmiştir. 1981'de ikinci kez Devlet Başkanlığına seçilen Denktaş, 1983'de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ilan etmiş ve 1985'de Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. 1990, 1995 ve 2000 yıllarındaki' Cumhurbaşkanlığı seçimlerini tekrar kazanarak görevine devam etmiştir. Ancak 2005’deki Cumhurbaşkanlığı seçimine aday olmamış, Annan Planı nedeniyle görüş ayrılığına düştüğü Türk Hükümetine, Kıbrıs meselesini halletmek fırsatını vermek istemiştir. 

İngilizce ve Rumca'yı iyi bilen Denktaş evlidir. Üç oğlu ve üç kızı olmuştur. Bir kızını beyin tümörü nedeniyle 2 ½ yaşında, bir oğlunu 7 yaşında bademcik ameliyatında, bir oğlunu 34 yaşında trafik kazasında yitirmiştir. Bugün bir oğlu, iki kızı ve on bir torunu vardır. 

Bugüne dek yayınlanmış 50’nin üzerinde kitabı ve risalesi, yüzlerce makalesi ve bir film senaryosu (İşgal Altında) vardır. 10 ciltlik HATIRALAR kitabı, Karkot Deresi, Kıbrıs Girit Olmasın son yayınlarından bazılarıdır. Yazarlık - Fotoğrafçılık en sevdiği uğraşlarıdır. Amerika - İngiltere - Avusturalya - İtalya - Türk-Cumhuriyetleri - Polonya - Fransa - Avusturya ve Türkiye Cumhuriyetinde fotoğraf sergileri açmış, sayısız konferanslar vermiş ve çeşitli ödüller ile fahri doktora ve profesörlük payeleri almıştır. Bunlardan bazıları şunlardır. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından eserleri ve eserlerinde ortaya koyduğu fikirleri savunma kararlılığından ötürü Türkiye Yazarlar Birliği Şeref üyeliğine seçilmiştir. Türk Dünyası hizmet ödülü ve 10 Ocak 2000’de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Adamı” ödülü ve 6 Nisan 2000’de Atatürk Dil ve Tarih Yüksek kurumu tarafından ATATÜRK uluslararası Barış ödülünü almıştır. 

** 6 Temmuz 2005 tarihinde de Türkiye Cumhuriyeti Devleti Sayın Rauf R. DENKTAŞ’a Üstün Hizmet ŞEREF MADALYASI vermiştir. 

** 25 Ekim 2005 tarihinde Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Senatosu’nun Türk Dünyasına yapmış olduğum üstün hizmetlerimden dolayı Fahri Doktora ünvanı vermiştir. 

** Kıbrıs konusunda görüşlerinin doğrulandığı nedeniyle Liderlik Ödülü almıştır. 

** 28 Haziran 2006 – 20. Yüzyıldan iz bırakan halk önderi ödülü’nü aldı. 

 

13 Ocak 2012'de vefat eden Sayın Rauf R. DENKTAŞ, rahatsızlanana kadar Lefkoşa'daki resmi ofisinde çalışmalarını sürdürmekteydiler.



Kıbrıs Türk halkının özgürlük mücadelesi lideri  Dr. Fazıl Küçük ise, ölümünün 29. Yıldönümü olan 15 Ocak Çarşamba kabri başında anılacak.
Bu arada, Güzelyurt Kaymakamlığı’ndan verilen bilgiye göre, anma törenlerinin yapılacağı günlerde Güzelyurt’ta, Denktaş için saat 10.00’da, Dr. Fazıl Küçük için 10.20’de Sivil Savunma Müdürlüğü’nce çalınacak sirenler eşliğinde ilgili kuruluşlarda bayraklar yarıya indirilecek.

..

DERVİŞ EROĞLU: “FİLİSTİN KONUSUNDAKİ DUYARLILIĞIN KIBRIS TÜRKLERİNE DE GÖSTERİLMESİNİ DİLERİM”




DERVİŞ EROĞLU: “FİLİSTİN KONUSUNDAKİ DUYARLILIĞIN KIBRIS TÜRKLERİNE DE GÖSTERİLMESİNİ DİLERİM”




15 ARALIK 2012


EROĞLU: “FİLİSTİN KONUSUNDAKİ DUYARLILIĞIN KIBRIS TÜRKLERİNE DE GÖSTERİLMESİNİ DİLERİM”
KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu, Filistin davasının Kıbrıslı Müslümanlar olarak kendilerinin de davası olduğunu vurguladı  ve Birleşmiş Milletler ile  tüm dünyanın  Kıbrıs Türk halkına karşı ödevlerini de yerine getirmesini, Filistin konusunda gösterdiği duyarlılığı Kıbrıs Türkleri’ne de göstermesini umduğunu söyledi.
BM ve dünyanın Kıbrıslı Türkleri mağdur, Rumları tüm uzlaşmazlıklarına rağmen avantajlı konumda tutmaktan vazgeçmesini dileyen Eroğlu, “Elbette her İslam ülkesinin kendine özgü sorunlarla boğuştuğu ve yıpratıldığının bilincindeyiz. Ama diyoruz ki artık dünya, Filistin konusunda gösterdiği duyarlılığı Kıbrıs Türkleri’ne de göstermelidir” dedi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda geçtiğimiz haftalarda Filistin’in gözlemci devlet statüsü kararının alınmasında anavatan Türkiye’nin büyük rol oynadığını dile getiren Eroğlu, emeği geçen herkesi tebrik edip şükranlarını sundu.
“İSLAM ALEMİ DİPLOMATLARINA VE SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNE ÇAĞRI”
Kıbrıs’ta gençliğin ambargolardan kurtulması, halkın geleceğe güvenle bakabilmesi için müzakereleri bütün içtenlikleriyle yürüttüklerini vurgulayan Eroğlu, “Fakat Kıbrıs Rumları’na gösterilen müsamaha bir nebze aşağıya çekilmediği sürece adil ve kalıcı bir çözüme gidilmesini beklemek son derece güçtür. Bu noktada uluslararası platformlarda görev yapan tüm İslam alemi diplomatlarına ve sivil toplum gönüllülerine bu çağrıyı yapmak isterim. Kıbrıs sorununu Müslüman Kıbrıslı Türkler yaratmadı. Sürdüren de biz değiliz! Bu basit gerçeği uluslararası topluma bir türlü anlatamıyoruz; çünkü anlamak istemiyorlar. Ama er veya geç anlayacaklardır” diye konuştu.
İstanbul’da bulunan Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, İslam-Türk Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’nin düzenlediği “Kıbrıs Gençliğinin Sorunlarının Tespiti ve Çözüm Önerilerinin Geliştirilmesi” konulu çalıştayın açılışında yaptığı konuşmada, İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’nin “Kıbrıs ve Gençlik” konulu konferansına davet edilmiş olmaktan ötürü son derece mutlu olduğunu söyledi. “Böylesi önemli bir kuruluşun Kıbrıs gençliğinin sorunlarının saptanmasına ve bunlarla ilgili çözüm önerilerinin ortaya konulmasına yönelik bir çalıştay düzenlemesi bizler için anlamlı ve önemlidir” diyen Eroğlu, İslam Dünyası’nın dünyada hak ettiği yerde olmadığını, medeni dünyaya çok önemli katkılar sağlayan İslam ülkelerinin ekonomik ve siyasal anlamda daha ileri noktalarda olması gerektiğini vurguladı. 7 milyarlık dünya nüfusunun yaklaşık bir buçuk milyarlık kısmının  Müslüman olduğunu, yani dünya nüfusunun yaklaşık beşte birinin Müslüman olduğunu kaydeden Eroğlu, şöyle konuştu: “Bu nüfusun % 78’i İslam ülkelerinde yaşıyor. İki bin 30 yılında dünyadaki Müslüman nüfusun 2.2 milyara ulaşması bekleniyor. Buna rağmen İslam ülkelerinin toplam dünya üretimindeki payı henüz yüzde onlar seviyesindedir. İslam dünyası maalesef son yıllarda sıklıkla yalan ve kara propagandanın hedefi haline getirilmiştir. Terörizmle, terörle İslam Dünyası zorla örtüştürülmeye çalışılmaktadır. İslamofobi özellikle Batı ülkelerinde yaygındır”.
Pek çok yerde ve pek çok konuda İslam ülke ve topluluklarının haklarının  çiğnenmekte ya da görmezden gelinmekte olduğuna dikkat çeken Cumhurbaşkanı Eroğlu, bunlardan birinin de Kıbrıs olduğunu vurguladı. Eroğlu şöyle devam etti: “Kıbrıs’ta yaşayan biz Müslüman Kıbrıs Türkleri’nin hak ve hukuku 1963’ten beri sürekli çiğnenmektedir.Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti maalesef anavatan Türkiye dışında hiç bir ülke tarafından de-jure olarak tanınmamaktadır. De-facto olarak biliniyoruz ama resmen tanınmıyoruz. Rum-Yunan ikilisinin, ‘eğer Kıbrıs Türkleri’ne uygulanan siyasi ve ekonomik ambargolar kalkarsa Kıbrıs konusunda çözüm olmaz’ yalanı dolayısıyla biz doğrudan ticaret yapamıyoruz. Ulaşım ve haberleşmemizi ancak ve ancak anavatan Türkiye üzerinden sağlamaktayız. Neredeyse hiç bir sportif, kültürel ve sanatsal olaya kendi devletimizin bayrağı altında katılmamız mümkün olmuyor”.
Kıbrıslı Türkler’in ekonomide, sosyal ve siyasi yaşamda, olması gereken noktada olamamasının gençlerin istihdam, dışa açılma gibi sorunları derinliğine yaşamasına neden olduğunu ifade eden Eroğlu, “tabii bu sıkıntılarımıza rağmen başardıklarımızı da göz ardı etmemeliyiz. Anavatan Türkiye’nin de desteğiyle üniversiteler alanında yaşadığımız gelişme tüm halkımız ve ülkemiz adına gurur vericidir” dedi. KKTC’de bugün  üniversitede elli altı bin civarında öğrenci bulunduğunu, bu rakamın nüfus göz önünde tutulduğu zaman dünyada eşine az rastlanan bir olgu olduğunu, yüksek öğrenimin KKTC’de ekonominin temel sektörlerinden biri halini aldığını anlatan Cumhurbaşkanı Eroğlu, ancak bu sektörün gelişimini sürdürmesi için özellikle üçüncü ülkelerden gelen öğrencilerin hem çeşitliliğinin hem de sayısının artırılmasına ihtiyaç olduğunu  söyledi.
“KKTC’YE İSLAM DÜNYASI’NDAN SAĞLANACAK DESTEK İSTİHDAM YARATACAK”
Bu çalıştayda bu konuda ne yapılabileceği üzerinde durulmasını beklediklerini ifade eden Eroğlu, bu konuda KKTC’ye İslam Dünyası’ndan sağlanacak desteğin pek çok gence istihdam yaratacağını, devlete güç katacağını kaydetti. 8 üniversiteden, hem KKTC  halkının, hem Anadolu gençliğinin hem de Filistin başta olmak üzere İslam İşbirliği Örgütü’nün hemen tüm üye ülkelerinden gençler faydalandığını dile getiren Eroğlu, Kıbrıslı Türk gençliği üniversite ortamlarında İslam Dünyasından gelen gençlerle karşılıklı dayanışma geceleriyle kültürler diyaloğuna girdiğini belirtti. Eroğlu, “Bizler de İslam dünyasından ülkemize okumaya gelen bu gençlerin çeşitli etkinliklerine destek vermekte ve onların en iyi şekilde Yüksek Öğrenim görmelerinin koşullarını hazırlamaktayız. Anadolu’dan gelen öğrenci gençlerimiz ise bizler için altın değerindedir. Onlar Kıbrıs’a gelince Milli Davamız Kıbrıs konusunu daha iyi öğrenmekte, geriye döndüklerinde bizim gönüllü elçilerimiz olmaktadır. Dolayısıyla Anavatan Türkiye ve İslam ülkelerinden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne üniversite öğrencisi gelmesinin bizler için ekonomik, sosyal ve stratejik önemi büyüktür” ifadelerini kullandı.
“TURİZMDE DE HER GÜN İLERLİYORUZ”
Üniversite olayının yanı sıra turizmde de her gün daha ileri gittiklerini vurgulayan Cumhurbaşkanı Eroğlu,  İslam ülkelerinden daha fazla turistin KKTC’ye gelmesini, hatta yatırımlar yapılmasını mutlaka sağlamaları gerektiğini vurguladı. “Bu yönde de sizlerden gelecek fikirlerin, bu çalıştayda ortaya konulacakların bizler tarafından dikkate alınacağını bilmenizde fayda var” diyen Eroğlu, KKTC’nin sağlık alanında önemli atılımlar sağlamış bir ülke olduğunu, sağlık turizmini geliştirmenin de önümüzdeki dönem adına büyük bir kazanım olacağına inandığını kaydetti.
SU PROJESİ
Eroğlu,  Anavatan Türkiye’den Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne deniz altından borularla su getirilmesi projesinin  başladığını ve  hedefin  7 Mart 2014’te suyun Kıbrıs’a ulaştırılması olduğunu kaydederek, bu projenin tamamlanması ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tarım, üniversite sektörü ve turizmde daha ileri gitmesi için olanakların daha da artacağına, güçleneceğine inandıklarını ifade etti.
SİVİL TOPLUMUN ÖNEMİ
Değişen dünya şartları içinde artık sivil toplumun, sosyal hayatın en önemli bir parçası haline geldiğini kaydeden Eroğlu, siyasetin sadece devlet üzerinden yapılan bir aktivite olmaktan çıktığını, geniş toplum kesimlerinin katılımını sağlayacak şekilde genişlediğini vurguladı. Özellikle gençlerin sivil toplum içindeki faaliyetlerinin, toplumsal dinamiklerin de temelini oluşturduğunu belirten Cumhurbaşkanı Eroğlu, “Bu nedenle organizasyonunuz büyük önem taşımaktadır.  Küreselleşme süreciyle birlikte sivil toplum örgütleri Batı dünyasında olduğu kadar artık Doğu Dünyasının da gündemini meşgul ediyor. Esasen çağımızda Doğu-Batı ayrımı da birçok diğer ayrım gibi, anlamını giderek yitirmekte, dünyamız giderek globalleşmekte, küçülmektedir” şeklinde konuştu.
GENÇLİK DİNAMİZM VE DEĞİŞİM TALEBİNDE
Genelde İslam dünyası özelde Arap dünyasında son 2 yıldır gençliğin  büyük bir dinamizm ve değişim talebinde bulunduğunu dile getiren Eroğlu, Tunus’ta başlayıp Mısır’a ve Libya’ya ve nihayet Suriye’ye sirayet eden Arap Baharını Müslüman Kıbrıs Türkler olarak yakından takip ettiklerini ve  ilgilendiklerini belirtti. Artık İslam Dünyasının kuru siyasal hayatları, kurgulu rejimleri değil halka yakın ve iç içe geçebilen yönetimleri talep ettiğini ifade eden Eroğlu, bu noktada gençliğin  son derece önemli bir rol oynadığını vurguladı.
“GENÇLER GELECEĞE GÜVENLE BAKMAK İSTİYOR”
Eroğlu konuşmasına şöyle devam etti: “Gençler geleceğe daha güvenli bakmak istiyorlar. Burada büyük lider Mustafa Kemal’in nerdeyse bir asır önce gençliğe verdiği kıymeti hatırlamamak elde değildir. Kendisini bir kez daha minnetle anıyor, yâd ediyoruz. Kıbrıs deyince daha 1950’lerde Mısır’da Hür Subaylar hareketinin İngiliz yönetimine karşı geliştirdiği yeniliklerin paralelinde aydınlanma ateşi Müslüman Kıbrıs Türkleri de sarmıştı. O yıllarda Kıbrıs’ta EOKA hareketi olarak doğmuş önce İngilizleri, ama sonrasında 3 asır Osmanlı’nın ortak yönetiminde yaşamış Kıbrıslı Türkleri katletmeye yönelmişti. Kıbrıs Ağustos 1960’ta ayrı devlet statüsünü kazanmış, ama 3 yıl gibi kısa bir süre sonra yeniden Rum saldırısına maruz kalmıştır.  Bu sefer terör devleti ele geçirmiş, Rum siyasi-ruhani liderliği ortaklığından Müslüman Kıbrıs Türkleri’ne yönelmişti.  Biliyor, hatırlıyor ve üzülerek belirtmek istiyoruz ki Mısır’ın büyük lideri Cemal Abdül Nasır, “bağlantısızlık” adına Kıbrıs’ta Papaz Makarios’un yanında durmuş ve Kıbrıslı Müslümanları katleden anlayışı bir tür meşru saymıştı. 1964 Kahire Zirvesi adeta Makarios’un doğal platformu olmuş ve Kıbrıslı Rum Ortodoksları Müslümanlara tercih etmişlerdi. Allah o günleri bir kez daha göstermesin.”
1950, 60 ve 70’li yıların başlarına kadar Rum katliamlarına maruz kalmış Müslüman Kıbrıslı Türkler’in 20 Temmuz 1974’te yüce Türk milletinin özverisiyle, canı ve kanıyla gerçekleştirdiği Barış Harekâtı’yla güvenlik ve özgürlüğüne kavuştuğunu anlatan Eroğlu, o günden sonra da her türlü ekonomik atılıma anavatan Türkiye’nin destek verdiğini söyledi. “Elbette üreten ve üretmekten büyük onur duyan Kıbrıs Türkleri, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin girişimleriyle on yıllardır çeşitli ambargolarla karşılaşmaktadır. Narenciye, patates, hayvan ürünlerini Avrupa ve diğer 3. dünya ülkelerine ihraçta çeşitli sorunlarla karşılaşmaktadır” diyen Eroğlu, bu noktada, üretimden her geçen gün kopartılan Kıbrıs Türkü’nün gençliği de bu durumdan mağdur olduğunu söyledi.
“DEVLETSİZLİK EN BÜYÜK ZULÜMDÜR”
Genç insanlar için devletsiz kalmak kadar acı bir durum olmadığının farkında olduğunu ifade eden Eroğlu,  insanların kimliklerini, hür iradelerini ifade etmelerine imkân vermeyecek devletsizliğin en büyük zulüm  olduğunu söyledi. Kıbrıs Türk gençliğinin Filistin gençliğinin yaşadığı zulmü 1955-1974 arası dönemde yaşadığını ifade eden Eroğlu, bundan ötürü Filistin denildiğinde Kıbrıslı Türk gençlerinin her dönem dayanışma duyguları gösterdiğini kaydetti.
“FİLİSTİN DAVASI BİZİM DE DAVAMIZDIR”
Filistin davasının Kıbrıslı Müslümanlar olarak kendilerinin de davası olduğunu vurgulayan Eroğlu, Büyük Lider Yaser Arafat’ı da andı ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda geçtiğimiz haftalarda Filistin’in gözlemci Devlet statüsü kararının alınmasında Anavatan Türkiye’nin büyük rol oynadığını dile getirdi.
“DÜNYA FİLİSTİN’E GÖSTERDİĞİ DUYARLILIĞI KIBRISLI TÜRKLERE DE GÖSTERMELİDİR”
Eroğlu, “Emeği geçen herkesi bu vesileyle tebrik eder şükranlarımı sunarım. Kahraman Filistin halkını, kardeşlerimizi selamlar, onarlı kutlarım. Dileriz gün gele Birleşmiş Milletler Kıbrıs Türk Halkı’na karşı ödevlerini de yerine getirir ve bizi mağdur, Rumları tüm uzlaşmazlıklarına rağmen avantajlı konumda tutmaktan vazgeçer. Elbette her İslam ülkesinin kendine özgü sorunlarla boğuştuğu ve yıpratıldığının bilincindeyiz.  Ama diyoruz ki artık Dünya Filistin konusunda gösterdiği duyarlılığı Kıbrıs Türleri’ne de dünya göstermelidir” diye konuştu.
“MÜZAKERELERİ BÜTÜN İÇTENLİĞİMİZLE YÜRÜTÜYORUZ”
Gençliğin ambargolardan kurtulması, halkın geleceğe güvenle bakabilmesi için müzakereleri bütün içtenlikleriyle yürüttüklerini vurgulayan Eroğlu, “Fakat Kıbrıs Rumları’na gösterilen müsamaha bir nebze aşağıya çekilmediği sürece adil ve kalıcı bir çözüme gidilmesini beklemek son derece güçtür. Bu noktada uluslar arası platformlarda görev yapan tüm İslam alemi diplomatlarına ve sivil toplum gönüllülerine bu çağrıyı yapmak isterim. Kıbrıs sorununu Müslüman Kıbrıslı Türkler yaratmadı. Sürdüren de biz değiliz! Bu basit gerçeği uluslar arası topluma bir türlü anlatamıyoruz; çünkü anlamak istemiyorlar. Ama er veya geç anlayacaklarıdır” dedi. Kıbrıs konusunda hangi noktada olduklarını ve yakın gelecekte kendilerini nelerin beklediği ile ilgili olarak da bilgiler veren Cumhurbaşkanı Eroğlu, Kıbrıs Rum tarafının bir seçim sürecine girdiğini, 2 aya kadar Rum Başkanlık seçiminin  yapılmış olacağını, bu süreçte kimin seçilip seçilmeyeceğine Kıbrıs Rum halkının  karar vereceğini belirtti ve şöyle konuştu:
“6 LİDER DEĞİŞTİ ANCAKI POLİTİKALARINDA KAYDA DEĞER DEĞİŞİKLİK OLMADI”
“Bugüne kadar 6 Rum lider değişmiş, ancak politikalarında kayda değer bir değişiklik olmamıştır. Seçilecek olan 7’nci liderin sadece lider değişikliğiyle sınırlı kalmayacağı, bir politika değişikliğine de yol açacağını ümit etmekteyiz.  Bizim nasıl ilerleneceği, konusundaki görüşlerimiz ortadadır. Sonuç alıcı görüşmeler yapılabilmesi için; Kıbrıs’ta var olan gerçekler dikkate alınarak;  Belirli bir zaman takvimi, anlamlı müzakereler ve bunun sonunda garantörlerin de katılacağı bir sürecin elzem olduğu ortadadır.Ucu açık görüşmeler 44 yıldır sürmekte olup bir sonuç vermemiştir. Kıbrıs Rum tarafı anlamlı ve sonuç alıcı müzakere yerine sadece konuşmayı ve yine konuşmayı yeğlemektedir. Bir yandan Anavatan Türkiye ile görüşmek isterken, diğer yandan bunu sağlayacak çok taraflı, yani 4’lü veya 5’li toplantıdan ısrarla kaçmaktadır”.
Geçmişte Başkan adaylarından Anastasiadis’in bu tür bir toplantıya sıcak baktığı şeklinde açıklamalar yaptığını, seçildiği takdirde  bu konudaki tutumunu müstakbel ortaklarının baskısıyla değiştirmeyeceğini umduğu söyleyen Eroğlu, Anastasiadis’in seçim kampanyası esnasında söyledikleri ve müstakbel ortağı ile imzalamış olduğu protokolün kafalarda ciddi soru işaretleri yarattığını,  görüşmelerin geleceği konusunda pek fazla ümit bırakmadığını kaydetti. Diğer şeyler yanında Anastasiadis’in, “Hristofyas’ın verdiği tatlı tavizleri” geri alacağını söylediğini, ifade eden Eroğlu, Rum Ulusal Konseyinin yüzde 75’inin desteğini almadan öneri dahi yapmayacağından bahsettiğini, görüşmelerin seviyesini liderler düzeyinden görüşmeciler düzeyine indireceğinden söz ettiğini belirtti..
“BİZ ÇÖZÜM İSTİYORUZ”
Eroğlu, “Umarız seçim atmosferinde söylenmekte olan bu sözler gün gele dönüp Sayın Anastasiadis’in elini kolunu bağlamaz. Biz çözüm istiyoruz. Daha fazla gecikmeye gerek yok diyoruz. Statükoyu devam ettirmek Kıbrıs Rum tarafının işine gelmektedir. Rahattırlar çünkü uluslararası alandaki haksız tanınmışlıkları ve bin bir siyasi manevra ve şantajla tek yanlı olarak elde ettikleri AB üyelikleri onlara Kıbrıslı Türklerle güç ve refah paylaşımı konusunda herhangi bir neden bırakmamaktadır. Umarız Dünya artık gerçekleri görür” diye konuştu.
“İSLAM DÜNYASI, TÜRKİYE VE KKTC ÖNÜNDE PARLAK BİR GELECEK VAR”
Çalıştaya  aslında gençliğin dinamizmini görmeye ve onların enerjisinden istifade etmeye geldiklerini, genç insanlarla birlikte olmanın her zaman çok büyük bir mutluluk kaynağı olduğunu ifade eden Eroğlu, “Gençlerimizin gözlerindeki mutluluk, geleceğe umutla bakmalarını sağlamak bizim için en büyük güzelliktir. Benim gelecekle ilgili en küçük bir endişem yoktur.Çünkü gençlerimizin iyi yetişmekte olduğunu, Dünya’da ne olup bittiğini iyi algıladıklarını görüyorum.Onların, enerjileri, yurt, Devlet ve İnsan sevgileri ile geleceği daha güzel yapacaklarına yürekten inanıyorum. İslam Dünyası, Anavatanımız Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin önünde parlak bir gelecek vardır. Yeter ki birlik-beraberlik içinde, el-ele, kardeşçe, dostça bir birimize destek olalım. Var olan desteği daha da artıralım” dedi.
Kaynak: Kıbrıs Postası
http://politikaakademisi.org/eroglu-filistin-konusundaki-duyarliligin-kibris-turklerine-de-gosterilmesini-dilerim/
.




KYOTO PROTOKOLÜ NEDİR, DÜNÜ BUGÜNÜ YARINI




KYOTO PROTOKOLÜ NEDİR, DÜNÜ BUGÜNÜ YARINI




04 EYLÜL 2012


KYOTO PROTOKOLÜ’NÜN DÜNÜ BUGÜNÜ YARINI
Kyoto Protokolü gelişmiş ülkelerin sera gazı salınımlarını 1990 yılına göre % 5,2 azaltmalarını öngörüp atmosferdeki sera gazı yoğunluğunun, iklime tehlikeli etki yapmayacak seviyelerde dengede kalmasını sağlamaya yönelik Birleşmiş Milletler kontorülünde Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde imzası bulunan ülkerce imzalanması planlanmış küresel ısınma ve iklim değişikliği ile ilgili en somut ve tek uluslararası çevre protokolüdür.
Küresel iklim değişikliği konusunda ilk zirve, 1992’de Rio’da gerçekleştirdi. Katılımcı ülkeler, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni imzalandı. Sözleşme gereği yapılan taraflar toplantısının ilki 1995 yılında Berlin’de yapılırken üçüncüsü Aralık 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde düzenlendi. Bu toplantıda imzalanan “Kyoto Protokolü” gereği sanayileşmiş ülkeler, 1990’a göre seragazı salımlarını 2008-2012 yılları arasında yüzde 5,2 oranında düşürmeyi taahhüt ettiler. Bununla birlikte, iki anlaşma arasındaki en önemli ayrım, düzenledikleri yükümlülüklerin hukuki niteliği ile ilgilidir. Sözleşme sanayileşmiş ülkelerin sera gazı salımlarını stabilize etmeleri yönünde bağlayıcı olmayan bir yükümlülük tanımlamışken, protokol sanayileşmiş ülke taraflarına bağlayıcı sera gazı salım sınırlama ve azaltım yükümlülükleri getirmiştir. Protokolün ülkelerin onayına ve uygulamasına hazır hale getirilmesi için gerekli ayrıntılı uygulama kuralları 2001 yılında Marakeş’te gerçekleştirilen 7. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmiştir. Rusya’nın 18 Kasım 2004’te katılması ve 55 ülke şartının yerine gelmesiyle 90 gün sonra 16 Şubat 2005’te yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’ne Mayıs 2010 itibariyle 191 ülke ve Avrupa Birliği taraf olmuştur.*
Protokolün uluslararası bir gündem maddesi haline gelmesi ise aslında küresel ısınma ile ilgili “Stern Raporu” denilen bir rapora dayanıyor. İngiltere hükümetinin baş ekonomik danışmanı olan Nicholas Stern tarafından Britanya hükümeti için hazırlanan ve küresel ısınma tehlikesine karşı alınması gereken ”Mevsim Değişikliğinin Ekonomisi” başlıklı 30 Ekim 2006’da yayımlanan bu raporda Kyoto Protokolü’ne uymayan başta ABD olmak üzere Çin, Hindistan gibi milyarlık nüfuslarıyla hızla büyüyen ülkelerin atmosferi bu hızla kirletmeye devam etmeleri halinde olacaklara dikkat çeken Stern, 1930’dakilere benzer “buhran” uyarısında bulunuyordu. Rapora göre; “2050 yılına kadar gezegenimizin atmosferindeki karbondioksit yoğunluğu 450-550 milyon partiküler madde (ppm) düzeyinde tutmak için alınacak önlemlerin maliyeti 2006 yılı için dünya ekonomilerinin ürettiği toplam gelirin sadece % 1’ine ancak ulaşıyor. Bu da 2006 yılının fiyatlarıyla 650 milyar dolar. Oysa söz konusu önlemlerin alınması gecikirse küresel ısınmadan dolayı 2050’ye değin ortaya çıkacak olan çevre felaketlerinin, bulaşıcı hastalıkların ve ekonomik kayıpların maliyeti, dünya gelirinin % 3,5’ini aşacak”.*
Protokülün Türkiye ayağı ise sivil toplum örgütlerinin, doğa ve ekoloji kuruluşlarının, aktivistlerin ve konu ile ilgili uzmanların yıllarca süren yoğun kulisleri sonucu (örnek vermek gerekirse; o dönemde Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü imzalaması için toplanan, 17 cilde sığan yaklaşık 168 bin imza, Meclis Küresel Isınma Araştırma Komisyonu’na teslim edilmişti) hükümet nezdince dikkate alınarak meclise sunulmuş, 243 kabul, 3 ret, 6 da çekimser oy ile yasalaşmıştır. Türkiye 5386 sayılı Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne yönelik Kyoto Protokolü’ne katılmamızın uygun bulunduğuna dair Kanun’un 5 Şubat 2009’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabulü ve 13 Mayıs 2009 tarih ve 2009/14979 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nın ardından, katılım aracının Birleşmiş Milletler’e sunulmasıyla 26 Ağustos 2009 tarihinde Kyoto Protokolü’ne taraf olmuştur”.*
Türkiye’nin protokolü imzalaması üzerine Doğa Derneği Başkanı Güven Eken şu açıklamaları yapmıştı: ”Son 10 yılda Avrupa’da doğal kaynaklarını en hızlı tüketen ülke olan Türkiye’de Kyoto, umarız tersine bir dönüşün sembolü olur ve Türkiye’nin doğa politikası iyi yönde değişir. Doğa Derneği, protokolün imzalanmasını önemli bir adım olarak görüyor. Ancak Türkiye için asıl gerekli olan bu protokolün özünün anlaşılması ve uygulamada önemli adımlar atılması.” Yeşiller Partisi’nden Ümit Şahin Türkiye’nin durumunu şöyle özetlemişti: “Hükümet Kyoto’yu imzaladı ama başka adım atmadı. Kyoto’yu imzalamak formaliten ibaret değildir. Tüm enerji politikalarını değiştirmek gereklidir“.
Protokole göre ülkelerin temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmelerinin gerekmesi yanı sıra ülkeler, yeni ormanlık alanlar yaratarak karbondioksit emen depolar oluşturabiliyorlar eğer emisyon fazlaları varsa kotalarını doldurmayan ülkelerden emisyon kredisi satın alabiliyor ya da kalkınmakta olan ülkelere temiz enerji teknolojisi transfer ederek bundan kredi sağlayabiliyorlar. Fakat Kyoto Protokolü bir dizi sorunu ve anlaşmazlığı da beraberinde getirdi. Örneğin, atmosfere en fazla sera gazı salan Amerika Birleşik Devletleri ve diğer bir önde gelen sanayileşmiş ülke olan Avustralya Kyoto Protokolünün dışında kaldı. Daha sonra 2007 yılında Kevin Rudd’un başbakan olarak yemin edip göreve başlamasından sonra ilk gündem maddesi olarak Kyoto Protokolü’nü imzalayan Avustralya ABD’yi yalnız bırakmıştır. Bu haliyle, ABD, dünyada protokolü imzalamayan tek ülke olarak çeşitli açıklamalar yaparak imzalamamasının arkasındaki gerekçeleri kamuoyuna sıralamıştır. Kyoto Protokolü sanayileşmiş ülkelerin önüne, sera gazı emisyonlarında 2012 yılına kadar ne kadar indirime gideceklerini belirleyen somut hedefler koyuyordu. Buna göre, Amerika Birleşik Devletleri böyle bir hedef konmasına karşı çıktı. Küresel ısınmaya ilişkin bilimsel verileri sorguladığı gibi, çözümün sera gazı salınımında indirime gitmek değil, temiz enerji kaynaklarını geliştirmek olduğunu düşünen Amerikalı yetkililer, Kyoto Protokolü’nü reddetmelerine rağmen temiz enerji teknolojileri ve iklim araştırmaları için yılda beş milyar dolar harcadıklarını söylediler. Karşıtları ise, yenilenebilir ve temiz enerji teknolojileri geliştirmenin olumlu olduğuna, fakat şu andaki sera gazı emisyonlarında indirime gitmeden bu çabaların kendi başına küresel ısınmayı engelleyemeyeceğine dikkat çektiler. Bir diğer tartışma konusu ise, Kyoto Protokolü’nde, kalkınmakta olan ülkelere emisyon sınırı konmamasıydı. Bu ülkeler, atmosferin kirlenmesinden asıl olarak sanayileşmiş ülkelerin sorumlu olduğunu ve sınırlamaları onların üstlenmesi gerektiğini savundular, ayrıca Kyoto hedefleriyle kendi sanayileşme süreçlerinin engellenmemesi gerektiğini söylediler. Fakat bazı kalkınmakta olan ülke ekonomileri hızla büyüyor ve atmosfere salınan sera gazı miktarı endişe verici oranlarda yükseliyordu. Örneğin Çin 2002 yılında küresel düzeyde atmosfere salınan sera gazlarının yüzde 13,6’sından sorumlu ve bu oran Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra ikinci büyük rakamdı. Yine Hindistan yüzde 4,2 ile atmosferi en fazla kirletenler arasında beşinci sıraya yükselmiş durumdaydı. Kyoto Protokolü’nde de, hem bu nedenle, hem de emisyon düzeyleri zaten sanayileşmiş ülkelere kıyasla çok düşük olduğu için kalkınmakta olan ülkelere emisyonları sınırlayıcı hedefler konmamıştı.*
Ancak çevreciler protokolün çoktan yetersiz hale geldiğini, ayrıca çevreyi yüksek düzeyde kirleten ülkelerin, gerçekleşenden daha fazla salım düzeyi hakkı olan ülkelerin kullanılmamış “kredilerini” almasına olanak sağlayan salım değiş tokuşunu da eleştirdiler. Protokol kapsamında ülkeler üç gruba ayrılıyordu. İlk bölüm gelişmiş ülkeler. İkinci bölümde gelişmekte olan ülkelerin salım maliyetlerini üstelenen gelişmiş ülkeler var. Türkiye 2002’de yürürlüğe giren düzeltmeyle, kendini birinci bölümde saydırmıştı.* Kanada ise 2011 Aralık ayında Çevre Bakanı Peter Kent’in yaptığı ”Kyoto, Kanada için geçmişte kaldı. Anlaşmadan çekilmek için yasal hakkımızı kullanıyoruzKanada’nın Kyoto nedeniyle yükümlülüklerinin ülkeye maliyeti 13 milyar doların üzerinde olacak. Bu Kanadalı her aile için 1,600 dolar. Kyoto’nun Kanadalılara maliyeti bu. Bu, beceriksiz Liberal hükümetin mirası.” açıklaması ile Kyoto’dan resmen çekilen ilk ülke olmuştu.
3-14 Aralık 2007 tarihleri arasında Endonezya’nın Bali kentinde, 7-18 Aralık 2009 tarihleri arasında Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da, 29 Kasım-10 Aralık 2010 tarihleri arasında Meksika’nın Cancun kentinde, 28 Kasım – 9 Aralık 2011 tarihleri arasında Güney Afrika’nın Durban kentinde, 2-14 Mayıs 2012 tarihlerinde Almanya’nın Bonn kentinde gerçekleştirilen ve çeşitli aktivistler tarafından sıkça protestolarla ve eleştirilerle karşılaşan dünya iklim zirvelerinde (2009’da Kopenhag’daki görüşmeler, bağlayıcı ve küresel düzeyde geçerli bir anlaşma sağlanamadan sona ermişti.) Kyoto sonrası politikalar tartışılsa da bu zirvelerden yeni bir protokol çıkmamakla beraber Kyoto Protokolü’nün içerdiği vaatlere yönelik çalışmaları sürdürme kararları çıktı. Aralık ayında Kopenhag’da düzenlenecek iklim zirvesinde sera gazı emisyonlarını azaltmasını öngören ve 2012 yılında sonra erecek olan Kyoto antlaşmasının yerine geçecek yeni bir anlaşmanın sağlanması gerekiyor.
* İşaretli paragrafların bir kısmı Bianet, BBC, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Ntvmsnbc.com internet sitelerinden derlenmiştir.
Halil Emrah MACİT
UPA İstanbul Üniversitesi Temsilcisi
http://politikaakademisi.org/kyoto-protokolunun-dunu-bugunu-yarini/

....