6 Aralık 2014 Cumartesi

ADANA MUTABAKATI VE TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİNDE BUGÜN



ADANA MUTABAKATI VE TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİNDE  BUGÜN,





ADANA MUTABAKATI VE BUGÜN
Türkiye’de son aylarda Suriye’deki muhalif toplumsal hareketlere yönelik artan baskılar ve devlet güçlerinin isyancılara yönelik yaptığı katliamlar nedeniyle bu ülkeye yönelik tepkilerin giderek yükseldiği ve hatta bir askeri müdahalenin konuşulduğu günlerde, Türkiye’ye şimdilerde bu ülkeye müdahale hakkını verdiği iddia edilen[1] 1998 tarihli Adana Mutabakatı’nın nasıl bir ortamda gerçekleştiğini hatırlamakta fayda var.
1998 yılı Türkiye’de terör olaylarının yine yükselişe geçtiği ve toplumsal öfkenin üst düzeye ulaştığı bir yıldı. 28 Şubat sürecinin ardından muğlâk bir dönemden geçen ve ordunun ön plana çıktığı Türkiye’de sinirler; hem siyasal gerginlikler, hem de PKK terörünün yol açtığı milliyetçi öfke nedeniyle hatırlanacağı üzere üst noktadaydı. Suriye’nin PKK terör örgütüne uzunca bir süredir destek verdiği de Türk devletince biliniyordu. Böyle bir ortamda, 1998 sonbaharındaki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bu konuda alınan karar gereğince, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye sınırındaki Hatay şehrine giderek burada bu ülkeye yönelik çok sert bir konuşma yapmış ve bu ülkenin teröre destek vermeye devam etmesi halinde Türkiye için bunun bir savaş sebebi sayılacağını söylemişti.[2] Ateş’in bu açıklamasının ardından Türk ve dünya kamuoyunda Suriye ile Türkiye arasında savaş çıkma ihtimalinin arttığına yönelik yayınlar Suriye yönetimini endişelendirmiş ve Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek Suriye ve Türkiye arasında mekik dokuyarak, savaşı önlemek adına arabulucu bir rol üstlenmişti.[3] Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu daha sonra yaptığı bir açıklamada Türkiye’nin o dönemde savaşa tam anlamıyla hazır olmadığını, ancak Türk basınının da çabalarıyla Suriye’nin böyle bir algıya kapılarak geri adım atmak zorunda kaldığını ifade etmişti.[4] Aslında Türk hükümetinin ordunun hazırlanmasından daha büyük bir endişesi, bu savaşı fırsat bilecek Yunanistan’ın batıda bir şeylere kalkışmasıydı.[5] Ayrıca Başbakan Bülent Ecevit terör örgütünün Suriye’den çıkarılması durumunda Irak’ın kuzeyine yerleşebileceği ve bunun Türkiye için daha büyük bir sorun yaratabileceği endişesindeydi.[6] Bunlara ek olarak dönemin Dış İşleri Bakanı merhum İsmail Cem kendi şahsi bağlantıları sayesinde Fransa’nın Türkiye’nin böyle bir müdahalesine ses çıkarmayacağını düşünse de, Arap ülkeleri, Rusya ve Çin’in böyle bir askeri operasyona çok ciddi tepki verebileceğini düşünüyordu.[7] ABD de aslında böyle bir operasyona karşıydı, ABD Başkanı Bill Clinton’ın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e yazdığı mektup Türkiye’nin Mübarek’in arabuluculuğunu kabul etmesini telkin ediyordu.[8] Mübarek’in arabuluculuğu sonucunda Suriye geri adım atmak zorunda kalmış ve Türkiye ile Suriye arasında çok ciddi bir gerginlik sonrası Adana Mutabakatı imzalanmıştı. Adana Mutabakatı 20 Ekim 1998’de Türk heyetine başkanlık eden büyükelçi Uğur Ziyal ve Suriye heyetine başkanlık eden Siyasi Güvenlik Başkanı Tümgeneral Adnan Badr El Hassan arasında imzalanmıştı. Bu anlaşma ile Suriye, Türkiye’nin güvenlik kaygıları konusunda Türkiye’ye bazı sözler vermiş oluyordu.[9] Dönemin Dış İşleri Bakanı İsmail Cem’e göre belki bu anlaşma Suriye’den terör örgütünün hemen tasfiyesi sonucuna yol açmayacaktı ama PKK lideri Öcalan’ın Suriye’de saklanmasının engellenmesi ve iki ülke arasındaki iyi niyetin ortaya konması açısından çok önemliydi.[10] Nitekim bu sürecin devamında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarak bir süre Rusya ve İtalya’da saklanması, daha sonrasında ise Kenya’da Yunanistan büyükelçiliği yakınlarında yakalanması süreçleri yaşanmıştı.[11]
Peki Türkiye’nin 14 yıl önce, üstelik demokrasisini sendeleten 28 Şubat sürecinin hemen ardından medyanın da desteğiyle başarıyla gerçekleştirdiği psikolojik operasyon bugün hangi ölçüde yapılabiliyor ve yapılamıyorsa eksiklikler nedir biraz da bu konu üzerinde duralım. Bunu yapabilmek için öncelikle iki durum arasındaki somut farklılıkları dikkate almamız gerekiyor. Birinci durumda Türkiye kendisine yönelik faaliyetler yapan bir terör örgütüne destek sağlayan komşusu Suriye’ye yönelik ulusal menfaatleri doğrultusunda bir müdahaleye hazırlanıyordu ve eli bu anlamda hukuki ve ahlaki olarak son derece kuvvetliydi. Realizm perspektifiyle hareket eden Türkiye, sert güç kullanma tehdidi ile Suriye’yi caydırmış ve diplomasi ile krizi kan dökülmeden çözmeyi başarmıştı. Bugün ise Türkiye ulusal menfaatlerinden öte ilkesel olarak savunduğu demokrasi ve insan hakları bağlamında (İdealizm) Suriye’deki rejimin katliamlarını kınıyor ve burada akan kanı durdurmak için çeşitli diplomatik girişimlerde bulunuyor. Türkiye’nin eli ahlaki açıdan yine son derece kuvvetli olmasına karşın, Birleşmiş Milletler’de Rusya ve Çin’in vetosu sonrası hukuki olarak henüz bir aşama kaydedilememiş durumda. Bu noktada Türk kamuoyunda, geçen yıllar içerisinde ülkede yaşanan önemli değişim ve dönüşümlere rağmen hala İdealizm perspektifinin yeterince kuvvetlenmediğini ve taban bulamadığını söylemek mümkün. Zira bugün Suriye’de yaşananlar PKK teröründen bile daha vahşi de olsa, Türk kamuoyu kendi vatandaşlarına ve askerlerine zarar gelmediği için aynı ölçüde bir duyarlılık göstermiyor. Bu noktada kamuoyunu etkilemek için hükümetin kaçınmaya çalıştığı bir yöntem olan mezhepsel rekabetin gündeme getirilmesi ise hem Türkiye’nin sosyal barışı, hem de demokratik düzeyi açısından asla başvurulmaması gereken bir yöntem. Hatta Türkiye’nin şu an Suriye’ye yönelik daha aktif politikalar izleyememesinde iktidarın geçmişteki bazı uygulamalarından rahatsız olan farklı inanç grupları ve laiklik hassasiyeti yüksek kesimlerin muhalefetlerinin de etkili olduğunu söylemek mümkün. İktidarın bu açıdan farklı toplumsal kesimlere yeterince güven verememesi ve böylesi bir ortamda 4+4+4 eğitim reformu gibi tartışmalı bir projeyi gündeme getirmesinin ne derece yanlış bir hamle olduğu açıkça ortada.
1998 ile 2012 arasındaki ikinci önemli farklılık kuşkusuz ordunun durumuyla ilgilidir. 1998’de demokrasiye “balans ayarı” niteliğinde olduğu iddia edilen bir müdahalede bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri, içeride ve dışarıda demokrat çevrelerden gelen kimi eleştirilere rağmen gücünün zirvesinde ve savaşma konusunda oldukça azimli bir görüntü çizmekteydi. Bugün ise demokratikleşme sürecinin doğal bir sonucu olarak yaşanan hukuki süreçlerde hoyratça davranılması, tutuklu yargılama usulünün infaza dönüşmesi ve suçluluğu ispat edilen kişiler yerine ordunun bir bütün olarak itibarının zedelenmesi sebebiyle ordunun müdahale konusunda daha isteksiz bir görüntü çizdiğini, dahası içeride ve dışarıda orduya duyulan güvenin oldukça azalmış olduğunu söylemek mümkün. Zaten bu yüzden 1998’i çağrıştırır şekilde 2011 yılı sonlarında Suriye sınırına giderek Türk Silahlı Kuvvetleri birliklerini denetleyen Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu’nun ziyareti ne iç, ne de dış basında beklenen ilgiyi görmedi ve sonuçta da ciddi bir etki yaratamadı.[12] Bu noktada Türk kamuoyuna ek olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de henüz demokrasiyi yayma fikrini, uğrunda savaşılması gereken bir değer olarak görüp görmediği son derece tartışmalı bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda dış politikada etkinliğini arttıran ve bir bölgesel güce evrildiği söylenen Türkiye’nin bu ani ve çok hızlı gelişim süreci, bu gelişimin beraberinde getirdiği sorumlulukların Türkiye kamuoyuna ve kurumlarına yeterince ciddi ve kapsamlı ölçüde anlatılamamasına neden olmuştur.
1998 ve 2012 arasındaki bir diğer önemli fark da PKK ve Kürt meselesinin konum değiştirmesiyle ilgilidir. 1998’de Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin birkaç yıldır zaten ağır kayıplar verdirilen PKK’ya çok ağır bir darbe olacağı ve terör örgütünün bitirilme noktasına getirileceği umulmaktaydı. Günümüzde ise bu durumun oldukça zıttı bir şekilde Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin Suriye’de Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile birleşmesi muhtemel bir Kürt bölgesinin oluşmasına yol açabileceği ve Arap Baharı’nın Kürt Baharı’na dönüşebileceği endişeleri bulunmaktadır. Bu endişelerin gerçekçi temellerinin olup olmadığı tartışılır olmasına karşın, özellikle Kuzey Irak yönetiminin varlığı ve bağımsızlığa yönelik sinyallerinin, dahası Türkiye’de yıllar içerisinde siyasallaşan ve zemin kazanan Kürt milliyetçiliğinin daha etkili bir konumda olmasının devletin güvenlikçi ve içe kapanmacı reflekslerini güçlendirdiği görülmektedir.
1998 ile 2012 koşulları arasındaki kanımca en büyük fark ise bölgesel durumla ilgilidir. 1998’de Türkiye’nin Suriye’ye girmesi muhtemelen iki ülke arasında bir süre devam edecek ve Türkiye’nin üstünlüğü ile sonuçlanacak bir savaş senaryosunu gündeme getiriyordu. Bugün ise İran’ın nükleer programının sona erdirilmesini bir varoluş meselesi olarak gören İsrail’in endişeleri, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık düşleri ve Kürt meselesinin patlamaya hazır bir bombaya dönüşmesi, Irak’ta ve Lübnan’daki mezhepsel gerginlikler ve tabii ki Rusya ve Çin’in bu bölgesel meseleye gösterdikleri özel ilgi nedeniyle Türkiye’nin yapacağı küçük bir hamle peşi sıra çok büyük yeni hamlelerin ve bölgesel bir savaşın tetikleyicisi olabilir. Bu nedenle Türkiye’nin 1998’den farklı olarak çok daha temkinli ve soğukkanlı hareket etmesi gerekmektedir.
Bu ciddi farklılıklara ek olarak Türkiye’de yıllardır alışık olunmadık şekilde üç dönem üst üste tek parti iktidarı kuran Adalet ve Kalkınma Partisi’ne muhalif kesimlerin iktidar olma şanslarını düşük gördükleri ve bu partinin kendilerine yönelik tutumlarını iyi niyetli bulmadıkları için bu olayda Türkiye’nin 1998’den farklı olarak tek ses veremediği, bunun da Türkiye’nin elini zayıflattığı söylenebilir. Yine 1998’de medyanın çok daha aktif ve etkin bir pozisyon alması durumu karşımıza çıkarken, şimdilerde medyada da oldukça kararsız ve nereye gittiğini bilmeyen bir havanın yansıtılması Türkiye’nin çizgisini belirsiz kılmaktadır.
Tüm bu farklılıklara ve sorunlara karşın, Türkiye’nin 1990’ların sonlarından itibaren demokrasiyi ve insan haklarını bir dış politika normu olarak kabul etmesi (bu konuda da son yıllarda bazı hatalar yapılmıştır – Sudan Devlet Başkanı Ömer El -Beşir’e verilen destek gibi) alkışlanacak bir husustur. Fakat bu hususları kullanarak “insani müdahale” refleksleri geliştirmek için, Türkiye’nin öncelikle kendi zayıf karnı olan siyasal ve sosyoekonomik sorunlarını çözmesi ve kamuoyunu bu yeni strateji doğrultusunda yeniden yapılandırması gerekmektedir. Dahası bölgede İran-İsrail, Sünni-Şii gerginliklerinin zirvede olduğu bir dönemde Türkiye’nin insani endişeleri ve iyi niyetli yaklaşımlarının her zaman için istismar ve heba edilmesi riski bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye her şeye rağmen öncelikle kendi çıkarları doğrultusunda soğukkanlı ve akılcı hareket etmelidir.
Dr. Ozan ÖRMECİ
KAYNAKÇA
- “Adana agreement paves legal path for Turkish invention in Syria”, Today’s Zaman, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi: http://www.todayszaman.com/newsDetail_getNewsById.action?newsId=276894.
- Cem, İsmail. 2001. Turkey in the New Century. Mersin: Rustem Bookshop.
- Dündar, Can. 2008. Ben Böyle Veda Etmeliyim “İsmail Cem Kitabı”. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Milliyet, 9-10 Kasım 2007.
- “Suriye’ye 13 yıl sonra anlamlı mesaj!”, Rota Haber, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi:http://www.rotahaber.com/Suriyeye-13-yil-sonra-anlamli-mesaj_226763.html.

[1] Bu konuda bir makale için; “Adana agreement paves legal path for Turkish invention in Syria”, Today’s Zaman, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi:http://www.todayszaman.com/newsDetail_getNewsById.action?newsId=276894.
[2] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 226.
[3] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 227.
[4] Milliyet, 9 Kasım 2010, sayfa 20.
[5] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[6] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[7] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[8] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[9] İsmail Cem, Turkey in the New Century, sayfa 85.
[10] İsmail Cem, Turkey in the New Century, sayfa 86.
[11] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 228.
[12] Bu ziyaretle ilgili detaylar için; “Suriye’ye 13 yıl sonra anlamlı mesaj!”, Rota Haber, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi: http://www.rotahaber.com/Suriyeye-13-yil-sonra-anlamli-mesaj_226763.html.


..

ENERJİ DEVİ RUSYA FEDERASYONU VE RUSYA-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE ENERJİ..




ENERJİ DEVİ RUSYA FEDERASYONU VE RUSYA-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE ENERJİ..



09 MAYIS 2012

ENERJİ DEVİ RUSYA FEDERASYONU VE RUSYA-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE ENERJİ
          Uluslararası İlişkilerde tarih boyunca devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde birçok konu etkili rol oynamıştır. Devletler, hedeflerine ulaşabilmek ve ulusal çıkarlarını koruyabilmek için dış politikalarında, büyük mücadeleler vermişlerdir ve günümüzde de bu süreç hala devam etmektedir. Özellikle Soğuk Savaş sonrasında uluslararası sistemdeki köklü değişim, sistemin aktörlerini de önemli değişikliklere zorlamış; devletler arasındaki ilişkilerde, dış politika alanında ekonomik unsurların öne çıktığı yeni bir ortam oluşmuştur. Yeni oluşan bu tabloda öne çıkan en önemli alanlardan biri ise enerji olmuş, devletler enerjiyi bir diplomasi aracı olarak kullanmış ve bu süreç son yıllarda artarak devam etmiştir.
         Rus dış politikası, SSCB’nin yıkılması ile Soğuk Savaş sonrasında önemli bir değişimden geçmiştir. Dönemin yarattığı koşullar içerisinde, bağımsızlığını yeni kazanan bir devlet olan RF, ilk etapta ulusal çıkarlarını belirleyememiş, Batı’ya karşı ideolojik bir çıkış yerine, Batı ile işbirliğine dayanan, istikrarlı ilişkiler kurma politikası izlemiştir. Özellikle Boris Yeltsin döneminde izlenen liberal politikalar, RF için yeterli olmamış; bilhassa derin bir ekonomik krizin yaşanması hem iç hem de dış politikayı etkilemiştir. Yeltsin sonrasında, Mart 2000’de yapılan RF Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Putin ile birlikte yeni bir dönem başlamış, iç ve dış politikada değişiklikler gözlemlenmiştir. Özellikle Hazar Bölgesi enerji kaynaklarına önem vermesi ve buradan ekonomik ve siyasi fayda elde etmeyi amaçlaması sonucu Rus ekonomisi oldukça güçlenmiştir. Yeni oluşan dış politika ile RF için ekonomik çıkar ve araçlar ilk sırada yer almış, enerji politikaları ile boru hatları stratejileri merkezi karar alma organlarınca belirlenmiş ve dış politika aracına dönüştürülmüştür.
         Dünyanın en büyük doğal gaz ihracatçısı ve üçüncü en büyük petrol ihracatçısı olan Rusya Federasyonu, zengin enerji rezervlerine sahip olmanın yanında, petrol ve doğal gazı tüketici ülkelere ulaştırmada da sahip olduğu boru hatları ağı ile stratejik açıdan önemli bir konuma ulaşmıştır (Lough, 2011).  Putin ile birlikte bu alanda elini oldukça güçlendiren RF, diğer kaynak ülkeler ve geçiş ülkeleri ile oluşturduğu boru hattı diplomasisinde kendi çıkarlarını gözeten tutumlar sergilemiştir. Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan gibi kaynak ülkeleri kendi kontrolünde tutmak için çeşitli stratejiler geliştiren RF, enerjiyi ve boru hatlarını politik araç olarak kullanmıştır. Aynı şekilde, geçiş ülkelerinde de  benzer politikalar uygulamış ve 2006’da Ukrayna ile yaşanan doğal gaz krizi, bunu gösteren en somut örneklerden biri olmuştur. Ukranya ile RF’nin arasında yaşanan doğal gaz krizi enerji alanında olsa da Ukrayna’nın batı yanlısı politikalar izlemesi sonucu RF’nin çıkarlarından uzaklaşması, satır aralarından algılanan neden olmuştur. RF, boru hatları ve enerjide izlediği stratejiyi, Ukrayna’ya karşı kullandığı gibi yine Belarus ve Gürcistan gibi diğer geçiş ülkelerine karşı da kullanmıştır. RF’nin bu tutumu ile beraber geçiş ülkelerinin ve RF’nin güvenilirliği sorgulanmış, yaşanan olaylar hem geçiş ülkesi, hem de tüketici ülke olan Türkiye’yi ve diğer tüketici ülkeleri de tedirgin etmiştir.
         Türkiye’nin bu tablodaki yeri, coğrafi konumu nedeniyle oldukça önemlidir. Petrol ve doğal gaz rezervi açısından kıt kaynaklara sahip olan bir devlet olarak Türkiye, enerjinin nakli konusunda önemli bir noktadadır ve “enerji geçiş merkezi” haline gelmektedir. Çünkü dünyadaki kanıtlanmış doğal gaz rezervlerinin % 71.8’i, petrol rezervlerinin ise; % 72.7’si Türkiye’nin çevresindeki coğrafyada yer almaktadır (T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2012). Ancak Türkiye’nin enerji alanında yaşadığı bağımlılık dikkat edilmesi gereken diğer bir unsurdur. Nitekim 2010 yılında, yaklaşık olarak 38.07 milyar metreküp doğal gaz (The World Factbook, 2012) ve yaklaşık 2.9 milyon ton (EPDK, 2011) petrol ithal eden Türkiye’nin bu noktada yaşadığı bağımlılık durumu, izlemiş olduğu politikalara da etki etmektedir. Özellikle ithal edilen doğal gazın % 65’inin RF’den temin edilmesi (İskender, 2011), Türkiye’nin RF’ye karşı yaşadığı bağımlılığı gözler önüne sermektedir. Türkiye enerji kaynakları açısından RF’ye karşı bağımlı olan bir ülke olmakla birlikte RF için de önemli bir pazar ve geçiş ülkesidir. Bu nedenle her iki ülke için enerji ilişkileri çok boyutlu olarak seyretmekte ve bu alanda gerçekleşen ve gerçekleşmete olan projeler çeşitli diplomasi ataklarını meydana getirmektedir.
         Örneğin, Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı ve Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı gibi Türkiye’nin enerji koridoru olması için katkı sağlayan, boğazlardaki geçiş trafiğinin azaltılmasına yardımcı olan, bölgedeki enerji kaynaklarını RF’nin tekelinden kurtaran bu projeler, RF tarafından olumsuz karşılanmıştır. Çünkü RF’nin projelerde yer almayışı, onun kontrolünün azalmasına neden olmuş, çıkarlarına ters düşmüştür. Özellikle BTC Ham Petrol Boru Hattı  sürecinde projeyi engellemek için RF, Hazar’ın Statüsü, Dağlık Karabağ gibi konularda Azerbaycan’a baskıda bulunmuştur. Bununla birlikte gündemde olan Nabucco DGBH Projesi de RF’nin çıkarlarına ters düşmüş; hattın Türkmenistan, Özbekistan ve Kazakistan’ı RF’den koparmaya çalışan bir ABD projesi olduğu savunulmuştur. Tabiki Nabucco DGBH Projesi için tek engel Rusya olmamıştır, kaynak sıkıntısı vb. sorunlar da projenin aksaklık yaşamasına neden olmuştur. Ancak tüm bunlarla beraber, RF, Nabucco DGBH Projesi’ne rakip olarak Güney Akım projesini geliştirmiş, Azerbaycan gibi kaynak ülkelerle yüklü miktarda gaz alım antlaşmaları yapmıştır. Mavi Akım projesi de RF’nin önemli bir hamlesi olmuş, geçiş ülkeleri by-pass edilerek Türkiye’ye doğrudan ulaşılan bu proje ile RF’nin eli güçlenmiş, geçiş ülkeleri devre dışı kalmış, TR’nin ise artan bağımlılığı ve re-export (üçüncü ülkelere satamayışı) hakkının olmayışı ile pazarlık gücü zayıflamış, diğer kaynak ülkeler ile ilişkileri gerilemiştir. Samsun-Ceyhan PBH Projesi ise boru hattı diplomasisine örnek olan, hamlelerin net olarak gözlemlendiği diğer bir projedir. Çünkü Nabucco DGBH Projesi ile Güney Akım DGBH Projesi arasında pazarlık konusu haline gelmiştir. Türkiye, çıkarları ile örtüşmese de Samsun-Ceyhan PBH Projesi’nin gerçekleşebilmesi için Güney Akım DGBH Projesi’ne yeşil ışık yakmış, bunun karşılığında RF’den Samsun-Ceyhan PBH Projesi için destek almıştır.
         Bu projeler, özellikle Türkiye’yi yakından ilgilendirdikleri için örnek verilmiştir. Aksi halde boru hatları diplomasisinin aktif olarak gözlemlendiği pek çok proje söz konusudur. Her ne kadar BTC Ham Petrol Boru Hattı ve BTE Doğal Gaz Boru Hattı gibi hatlar Türkiye’yi enerji koridoruna dönüştürse de, Türkiye’nin enerji arz güvenliğinin sağlanması açısından fayda sağlasa da, sürecin  Türkiye’nin aleyhinde işlediği ortadadır. Adım adım gelişen süreçte RF akıllıca stratejiler izleyip, hamlelerini ona göre belirlediği için mevcut durumda, Türkiye’ye kıyasla daha kuvvetli ve avantajlı bir konumdadır. Türkiye’nin boru hatları diplomasisinde RF’ye karşı net bir politika izleyememesine Batılı devletlerin etkileri, kaynak ülke olarak RF’nin enerji alanında daha güçlü olması ve bir dış politika aracı olarak boru hatlarını başarılı şekilde kullanması gibi etkenler de mevcuttur ama Türkiye’nin çıkarlarını en üst düzeyde koruyacak “enerji politikası”nın olmayışı diğer nedenlerden daha kuvvetli etkiler doğurmaktadır.
         Enerji alanında güzergah ülke olduğu için üretici ülkelerle, tüketici ülkeler arasında bir “köprü” özelliğini taşıyan Türkiye, doğru bir boru hattı diplomasisi geliştirmek ve enerji merkezi olma yolunda başarılı olmak için,
  • Ulusal çıkarları koruyan ve ulusal çıkarlardan taviz vermeyen bir enerji politikası geliştirilmeli.
  • RF’den, AB’den ve ABD’den gelen “anlık tepkiler”e göre, “anlık enerji politikası” izlenmemeli.
  • Enerji alanında belirlenen hedefler, akılcı, mantıklı ve uygulanabilir olmalı.
  • Boru hatları diplomasisini başarılı bir şekilde uygulamak için konunun uzmanı bilimadamları, akademisyenler, bürokratlar ve devlet adamları ile çalışılmalı.
  • Dahil olunan projelerdeki antlaşma metinleri iyi analiz edilmeli ve hukuksal boşluklardan doğacak, Türkiye’nin aleyhine işleyecek bir sürecin olmaması için gerekli özen gösterilmeli.
  • RF karşısında Türkiye’nin elinin güçlü olduğu alanlar belirlenip, onlar üzerinden strateji geliştirilmeli.
  • Doğal gaz ve petrol tüketimini azaltacak alternatif enerji kaynakları geliştirilmeli.
  • RF’ye karşı enerji alanında yaşadığımız bağımlılığı kırmak adına, diğer ülkeler ile doğru ilişkiler izlenerek kaynak ülkelerde çeşitliliğe gidilmeli.
         Uluslararası ilişkilerde ve dış politikada vazgeçilmemesi gereken en önemli husus, “ulusal menfaatlerin” her zaman öncelikli görülmesi ve bu konuda kararlı ve istikrarlı politikalar geliştirilmesinin hayati önem taşıdığıdır. Yanlış belirlenen, yerinde ve zamanında uygulanmayan politikanın getireceği zararlar ne kadar büyükse, doğru uygulanan ve milli çıkarları koruyacak doğrultuda belirlenen politikanın kazandıracağı faydalar da o kadar büyük olur. Elindeki diplomatik araçları kullanamayan devletler, uluslararası sistemde etkin bir güç olamayacakları gibi, kendi ulusal çıkarlarını savunmak ve korumakta da başarılı olamazlar. Bu konuda başarılı olabilmek için stratejilerin doğru olarak saptanması, bu stratejiler esas alınarak taktikler benimsenmesi ve uygulanması gerekmektedir. Burada diğer devletlerin amaçlarını, çıkarlarını iyi belirleyebilmek, uyguladıkları taktikleri görebilmek, bir sonraki adımlarını tahmin edebilmek, Türkiye’nin çıkarlarına uygun politika belirleyip bu yönde strateji geliştirebilmek için çok önemlidir.
         Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle ve zengin enerji kaynaklarına sahip bölgeler arasında olmakla çok büyük öneme sahip bir ülkedir. Bu önem hiçbir zaman unutulmadığında, istikrarlı ve ulusal çıkaları koruyan bir enerji politikası geliştirildiği ve başarılı boru hatları diplomasisi ile pekiştirildiği takdirde, Türkiye enerji alanında söz sahibi olan bir ülke konumuna gelecek, dünya enerji güvenliğini sağlayan en önemli aktörlerden biri olacak ve enerji merkezi olma hedefine kavuşulacaktır.
Burcu KANBAL


KAYNAKÇA
- Lough, J. (2011, May). “Russia’s Energy Diplomacy,” briefing paper, Chatham House. Nisan 6 tarihinde:http://www.chathamhouse.org/sites/default/files/19352_0511bp_lough.pdf adresinden alınmıştır.
 – T.C. Dışişleri Bakanlığı. (2012, Ocak, 24). “Türkiye’nin Enerji Stratejisi”. 24 Ocak 2012 tarihinde:http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-enerji-stratejisi.tr.mfa adresinden alınmıştır.
- The World Factbook. (2012, Ocak, 24) “Turkey”. 24 Ocak 2012 tarihinde: hppts://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/tu.html adresinden alınmıştır.
 – EPDK. (2011, Aralık). “Petrol Piyasası Sektör Raporu Temmuz 2011”. 18 Aralık 2011 tarihinde: http://www.epdk.org.tr/documents/10157/88fb3f64-ccaa-4fd9-af2c-d52b344fa047 adresinden alınmıştır.
- İskender, S. (2011, Mart, 14). “Başbakan’ın Rusya Seyahati ve Enerji Gündemi”, TÜTEV, 14 Mart 2011 tarihinde:  http://tutev.org.tr/index.php/makale/578-babakanin-rusya-seyahat-ve-enerji-guendem adresinden alınmıştır.
http://politikaakademisi.org/enerji-devi-rusya-federasyonu-ve-rusya-turkiye-iliskilerinde-enerji/
..

TÜRKİYE SİYASETİNDE BABALAR VE OĞULLAR



TÜRKİYE SİYASETİNDE BABALAR VE OĞULLAR.,




27 KASIM 2014


TÜRKİYE SİYASETİNDE BABALAR VE OĞULLAR
Giriş
Bir önceki yazıda Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar isimli romanından esinlenilerek hazırlanmış olan “Türkiye Siyasetinde Tutunamayanlar” başlıklı derlemenin devamı olarak, bu sefer de İvan Turgenyev’in ölümsüz eseri Babalar ve Oğullar’dan esinlenilerek “Türkiye Siyasetinde Babalar ve Oğullar” yazısı kaleme alınmıştır. Bu derlemede, -her ne kadar başlangıçta farklı meslek tercihlerinde bulunsalar da- zamanla baba mesleği siyasetin yolunu tutan Erdal İnönü, Aydın Menderes, Ahmet Özal ve Fatih Erbakan’ın öyküleri bir araya getirilmiştir.
erdal inönü TÜRKİYE SİYASETİNDE BABALAR VE OĞULLAR
Erdal İnönü
İsmet İnönü… Türkiye’nin siyasi tarihine “ağır” damga vurmuş bir isim. Atatürk’ün karizması altında 20 yılın üzerinde Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık görevlerinde bulunan İnönü’nün çocukları, babalarının aksine siyasetle pek içli dışlı olmamışlardır. İki oğlu (Ömer ve Erdal) ve bir de kızı (Özden) bulunan İsmet İnönü’nün ortanca evladı olan Erdal İnönü, 6 Haziran 1926 tarihinde dünyaya gelmiş ve Atatürk’ün elinde büyümüş saygıdeğer bir şahsiyettir. İlk, Orta ve Lise öğrenimini Ankara’da en iyi okullarda başarıyla tamamlamıştır. 1947 yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik bölümünü bitirmiş ve sonrasında ABD’de California Teknoloji Enstitüsü’nde 1948’de yüksek lisans ve 1951’de doktora derecelerini almıştır. Yurtdışındaki akademik çalışmalarını tamamladıktan sonra, biraz babası İsmet İnönü’nün isteği, biraz da annesi Mevhibe İnönü’nün annelik hasretinin tutuşmasından ötürü Türkiye’ye dönmüştür. Oldukça başarılı bir akademik kariyeri olmasından ötürü, döndükten sonra lisans eğitimini tamamladığı Ankara Üniversitesi’ne asistan olarak girmiştir. Yoğun akademik çalışmaları neticesinde kısa zamanda Doçent olduktan sonra, 1957-1960 yılları arasında ABD’de “Atom Enerjisinden Yararlanma Programı” kapsamında çeşitli kurumlarda araştırmalar yaparak, bu defa ODTÜ’ye Profesör olarak dönmüştür. Daha sonra -kısa süreli de olsa- ODTÜ Rektörlüğü’ne kadar yükselmiştir. Ancak bu yükselme, babası İnönü’nün kudretinden ziyade Erdal İnönü’nün kişisel gayretleriyle gerçekleşmiştir. Erdal İnönü, yaklaşık bir yıl süren Rektörlük görevinden ayrılarak, Boğaziçi Üniversitesi’nde akademik çalışmalarına devam etmiştir.
Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu en önemli fizikçilerden biri olan Erdal İnönü, akademideki bu yüksek profilini ne yazık ki siyasette gösterememiştir. 1980 darbesinin siyasi yasaklılar listesi bir hayli kabarık olunca, Erdal İnönü 1983 yılında Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) Kurucu Genel Başkanlığı görevini üstlenerek fiili olarak siyasete girmiştir. Bu parti, daha sonra Halkçı Parti ile birleşince, Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) ortaya çıkmış ve Erdal İnönü bu partinin Genel Başkanı olmuştur. 1986 ara seçimlerinde İzmir milletvekili olan Erdal İnönü, daha sonra 1987 ve 1991 genel seçimlerinde de aynı ilden vekillik görevine devam etmiştir.
Erdal İnönü’nün siyasi kariyerinin yükselişe geçtiği dönem olan 1990’ların başı, Türkiye’nin içinde bulunduğu en buhranlı dönemlerden birisidir. Terör, yolsuzluk, adam kaçırma, sokak eylemleri, grevler, vb. gibi karmaşık bir dönemde gerçekleşen 1991 genel seçimleri sonrasında, Süleyman Demirel liderliğindeki Doğru Yol Partisi’nin (DYP) SHP ile kurmuş olduğu koalisyon hükümetinde, Erdal İnönü, Başbakan Yardımcılığı ve Devlet Bakanlığı görevlerini üstlenmiştir. Çalkantılı geçen bir süreç sonunda, Erdal İnönü bu görevden 1993’de ayrılmıştır. Bu aşamadan sonra, SHP Cumhuriyet Halk Partisi ile birleşince, İnönü 27 Mart 1995’de sadece 7 ay sürecek olan Dışişleri Bakanlığı gibi uzmanlığının çok ötesinde olan bir göreve atanmıştır. Bu görevden sonra, siyasetin gerçekten kendi işi olmadığını fark edince, 1995’de siyasetten elini eteğini çekmiştir.
Özal’ın hayatını kaybetmesi ve Demirel’in Cumhurbaşkanı olmasıyla boş kalan Başbakanlık görevini 16 Mayıs-25 Haziran 1993 arasında vekâleten yürütmüş olması, pratik anlamda Erdal İnönü’nün siyasi kariyerinde zirveye çıktığı noktadır. Siyaseti her daim bir fizik problemi gibi gören Erdal İnönü, -ara ara sertleşse de- her zaman ılımlı politikaları tercih etmiş olması ile, babası ve otoriter bir siyasetçi olan İsmet İnönü ile farklılaşır. Öyle ki, SHP’deyken parti içi hizbin liderleri olan İsmail Cem’i 1988’de ve Deniz Baykal’ı 1989, 1990 ve 1992’de ılımlı politikası sayesinde yenilgiye uğratmıştır. Ilımlı politikalarına bir başka örnek ise; 1991 erken genel seçimlerinde Halkın Emek Partisi’nden bir grup milletvekilinin SHP listesinden meclise girmelerine izin vermesidir.
Sigaradan nefret eden ve sıklıkla korumasız hareket ederek halkın içine karışan Erdal İnönü’yü, babası İsmet İnönü’den ayıran bir başka özellik ise; hiç kuşkusuz esprili kimliği olmuştur. Öyle ki, bir gün hiç sıcak bakmadığı siyasete neden girdiğini sorduklarında şu anlamlı cevabı vermiştir: “Ülkemi benden daha kötüleri yönetmesin diye!”.(1) 2005’in sonuna doğru kan kanseri teşhisi konulan Erdal İnönü, 2007 Ekim’inde ABD’de Houston’da 81 yaşında hayata veda etmiştir.
Erdal İnönü, babası İsmet İnönü gibi Türkiye siyasetinde “yoğun” bir iz bırakmamış olsa da, siyasi kariyeri boyunca her zaman beyefendiliği, alçak gönüllülüğü ve kibarlığıyla tanınmıştır. Öyle ki, devlet töreni ile uğurlanan cenaze töreninde birçok siyasi parti lideri onu pozitif kimliğiyle betimlemiştir. Bu açıdan Erdal İnönü, Türkiye siyasetinde emsallerine nazaran başarılı bir grafik çizmiştir. Hiç kuşkusuz, siyasi kimliğinin ötesinde, Fizik bilimine yapmış olduğu katkılarla Türkiye’yi yurtdışında başarıyla temsil etmesi, ülkeye yapmış olduğu en büyük hizmettir.
aydın menderes 300x165 TÜRKİYE SİYASETİNDE BABALAR VE OĞULLAR
Aydın Menderes
Adnan Menderes… Türkiye demokrasinin postallarla ilk kez tarumar edildiği 27 Mayıs cuntasının 1961’de idama mahkûm ettiği, ama milletin yüreğinde acı hislerle yaşattığı bir lider. Kendi acı hayatı kadar, evlatlarının da acılarla boğuştuğu bir lider.
Menderes ailesinin en küçük ferdi olan Aydın Menderes, 5 Mayıs 1946’da dünyaya gelmiştir. TED Ankara Koleji’ni bitirdikten sonra, lisans eğitimini 1968’de Ankara Üniversitesi İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde tamamlamıştır. Bundan sonra siyasetin onda acı hatıralar uyandırmasından ötürü, bir süre iş hayatında yer almıştır. Uzun süre siyasete girmemeye çabaladıysa da, en sonunda 1970’de baba ocağı Aydın’da, Demokratik Parti’nin İl Başkanlığı sıfatıyla siyasete atılmıştır.
1976’da askerlik görevini tamamladıktan sonra, 1977’de Adalet Partisi’nden Konya milletvekilliği görevini yürütmüştür. 12 Eylül’ün uçsuz bucaksız siyasi yasaklılar listesinde, Aydın Menderes de yer almıştır. İlerleyen zamanda yasaklar kalkmış olsa da, siyasetten soğumuş ve geri dönmemiştir. Fakat ilerleyen dönemde yoğun ısrarlar sonucu, 1993’ün Mayıs ayında Büyük Değişim Partisi’ni(2) kurmuştur. Kısa zaman sonra yeniden kurulan Demokrat Parti’den (DP) gelen teklif üzerine de DP’nin başına geçmiştir. Ancak ulusal seçim barajı sebebiyle 1995 genel seçimlerinde milletvekili olabilmek için Refah Partisi’ne (RP) katılmış ve İstanbul milletvekili olmuştur. İlerleyen süreçte Necmettin Erbakan’ın pratik oy hamlesiyle, partinin Genel Başkan Yardımcısı da olmuştur.
RP kapatılınca Fazilet Partisi’de göreve devam eden Aydın Menderes, 1999 genel seçimlerinde İstanbul milletvekili olarak tekrar parlamentoya girmiştir. Aydın Menderes’in buradaki macerası da uzun sürmeyince, Doğru Yol Partisi’ne (DYP) geçmiştir. Oğul Menderes, 2002 genel seçimlerinde Aydın’dan milletvekili adayı olduysa da, DYP ulusal barajı geçemeyince meclise girememiştir. Mehmet Ağar’ın liderliğindeki DYP’nin gelecek vaat etmediğini anlayan Aydın Menderes, buradan da istifa etmiştir. Bu noktada Menderes’in sık sık parti değiştirmesi, seçmen nezdinde bir istikrarsızlık profili çizmiştir.
Aydın Menderes, siyasette bulunduğu süre içerisinde babası Adnan Menderes’in Türkiye siyasetinde bırakmış olduğu derin etki sayesinde her zaman özel bir konumda olmuştur. Muaviye’nin Şam’da vermiş olduğu son hutbede cemaatine söylediği gibi; “Gözlerinizde hala Ali için döktüğünüz gözyaşlarının izlerini görüyorum!” derken Aydın Menderes’i gören herkes, onda biraz da idam edilen Adnan Menderes’ten bir parça görmüştür. Hayatı boyunca babası Adnan Menderes’in onurlu çizgisinde siyasi hayatına devam eden Aydın Menderes’in siyasi yaşamını fiili olarak bitiren olay ise, 1996’daki elim trafik kazası olmuştur. Kazadan sonra yarı felçli duruma gelen Aydın Menderes, 23 Aralık 2011’de 65 yaşında babası Adnan Menderes’in yanına göçmüştür.
Siyasi kariyerindeki iniş ve çıkışlara rağmen, Aydın Menderes’in babası Adnan Menderes gibi kitlesel bir siyasi harekete önderlik edecek kadar karizmatik bir lider olduğunu söyleyemeyiz. Bunun yanı sıra, şu da şöylenebilir ki; Menderes’in, Erdal İnönü’nün bilimadamı ve Ahmet Özal’a işadamı kimliğinden ziyade siyasetçi kimliği daha ağır basmıştır.
ahmet özal 300x155 TÜRKİYE SİYASETİNDE BABALAR VE OĞULLAR
Tevfik Ahmet Özal 
Turgut Özal… 1980 cuntasının ekonomik buhrana son vermesi için göreve getirilmiş ve sivilleşme döneminde önemli görevler üstelenmiş bir isim. O dönemde imrendiği iki isim; ABD Başbakanı Ronald Reagan ve Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher gibi dünya piyasalarını kasıp kavuran neo-liberal ekonomik politikaların Türkiye’deki simgesi olmuş olan Özal, toplum nazarında olumlu bir siyasi profil çizmesine rağmen, almış olduğu ekonomik kararlar her daim tartışma konusu olmuştur. Bu noktada Özal’ı tartışmaların odağı haline getiren bir diğer husus ise; yakın akrabalarını devlet ve hükümet kurumlarında kilit noktalara yerleştirmiş olmasıdır. Bunun toplum nezdinde yarattığı olumsuz karşılık ise, hakkında çıkan yolsuzluk iddiaları olmuştur. Kardeşleri Korkut Özal ve Yusuf Bozkurt Özal kadar, Özal’ın oğlu Ahmet Özal da bu tartışmaların odak noktasında yer almıştır.
1955’de dünyaya gelen Ahmet Özal, babasının teşvikiyle gittiği ABD’de, lisans eğitimini North Carolina State University’de tamamladıktan sonra, master eğitimini de alarak Türkiye’ye dönmüştür. Babasının vefatından sonra siyasete atılan Ahmet Özal’ın siyasi kariyerindeki tek başarısı, 21. dönem Malatya bağımsız milletvekilliği görevi olmuştur. Bunun dışında, 2009’da ütopik bir hedefle girdiği İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminde hezimete uğrayınca, fiilen siyasetten çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. Ahmet Özal’ı gündemde tutan asıl unsur; siyasi yaşamından ziyade iş hayatındaki başarılı profili olmuştur. 1989’da Türkiye’nin ilk özel televizyon kanalı olan Star TV’yi, Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluklarından birine imza attığı iddia edilen Uzan ailesi ile beraber kurmuştur. Kanalın kurulumunu Magic Box gibi çokuluslu bir şirket yapmış olsa da, firmanın Türkiye’deki ayakları Uzan ailesi ve Ahmet Özal olmuştur. O dönemde anayasanın 133. maddesine göre; radyo ve televizyon kurma hakkı devlet organı olan TRT’nin tekelinde olsa da, zamanla bu tekelleşme dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’ın ortağı olduğu Star TV lehine kaymıştır. Bu durum, o dönemde Turgut Özal’a karşı kullanılan argümanlardan biri olmuştur.
Siyasi kariyeri çok uzun olmayan Ahmet Özal, bugün babası Turgut Özal adına kurulmuş olan vakfın yönetim kurulu başkanlığı görevini yürütmektedir.
fatih erbakan 300x155 TÜRKİYE SİYASETİNDE BABALAR VE OĞULLAR
Muhammed Ali Fatih Erbakan
Necmettin Erbakan… Birilerinin “Takunyalı Başbakan” olarak adlandırdığı ve 28 Şubat sürecinde ağır darbe alan Prof. Dr. Necmettin Erbakan hocanın kendisi gibi mühendis olan oğlu Muhammed Ali Fatih Erbakan, 1 Ocak 1979’da dünyaya gelmiştir. Eğitim hayatı babası Erbakan hoca tarafından şekillendirilen Fatih Erbakan, Ortaokulu Ankara Merkez İmam Hatip Ortaokulu’nda tamamladıktan sonra, Lise eğitimini Ankara Ayrancı Lisesi’nde tamamlamıştır. Lise eğitimden sonra babasının teşvikiyle mühendislik eğitimi için girdiği Başkent Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünden dereceyle mezun olmuştur. Daha sonra her ne kadar yüksek lisans eğitimi için İngiltere’ye gitmiş olsa da, kısa süre sonra Türkiye’ye dönmek zorunda kalmıştır. Lisans eğitimini aldığı Başkent Üniversitesi’nden yüksek lisans ve doktora derecelerini de almıştır.
Fatih Erbakan, her ne kadar araştırma şirketi olan Andy-Ar’ın 2011 yılında yayınladığı bir araştırmaya göre; en beğenilen siyasi liderler sıralamasında ilk 10 içerisinde gösterilmiş(3) olsa da, şu ana kadar babası Erbakan hoca gibi Türkiye siyasetinde önemli bir konuma gelememiştir. Oğul Erbakan, bugün aktif olarak siyasete devam etmektedir ve hâlihazırda Saadet Partisi Genel Başkan Danışmanı görevini yürütmektedir. Bunun yanı sıra, 2012’den beri partinin Genel İdare Kurulu’nda da yer almaktadır.
Sonuç
İvan Turgenyev, Babalar ve Oğullar isimli eserinde, baba ve oğul karakterleri üzerinden iki Rus jenerasyonu arasındaki farkı tasavvur etmeye çalışmıştır. Bu derleme de, Türkiye siyasetinde iki farklı kuşağı yansıtan babaların ve oğulların siyasi başarılarını ve başarısızlıklarını ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Derlemedeki örnekler üzerinden de görüleceği gibi, farklı konjonktürlerde iktidara gelen babalarının yolundan giden oğullar, babaları kadar önemli bir başarıya imza atamamış olsalar da, bazıları hoş bir seda bırakmıştır.

Hacı Mehmet BOYRAZ

Kaynakça
  1. tuses.org.tr/erdal-inonu/erdal-inonunun-esprileri, (26.11.2014).
  2. Bu partiyle ilgili olarak bakınız: http://politikaakademisi.org/turkiye-siyasetinde-tutunamayanlar/.
  3. http://andy-ar.com/wp-content/uploads/2012/08/T%C3%BCrkiye-siyasi-g%C3%BCndem-agustos2012.pdf, (27.11.2014).

Üç Türkiye Vizyonu



Üç Türkiye Vizyonu.,


Perşembe, 28 Temmuz 2011

Türk Dış Politikası ve dünya siyasetinde son yıllarda yaşanan hızlı gelişmeler ve değişimler ve bunlara ek olarak Türkiye’nin iç siyasette yaşadığı sert tartışmalar, 2023 yılı yaklaşırken 21. yüzyılda Türkiye’nin dış politikası açısından önünde üç farklı vizyon oluşacağını göstermektedir. Bu yazıda Türkiye kamuoyunun ilerleyen yıllarda daha net olarak tartışacağını düşündüğüm üç Türkiye vizyonunu (bağımsız Türkiye, Avrupa Birliği üyesi Türkiye ve Yeni Osmanlı) tartışmaya açacağım.
Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda yaşanacak iç ve dış politikadaki sert kutuplaşmalar neticesinde ortaya koyabileceği ilk vizyon kısaca “bağımsız Türkiye” olarak adlandırılabilecek olan Türkiye’nin kendi ulusal ve uluslararası meselelerinin karmaşıklığı nedeniyle daha izolasyonist (içe kapanmacı) bir politika izlemesi anlamına gelecek olan yoldur. İç politikada laiklik-İslamcılık tartışmaları, Kürt sorunu, yapılan yanlış ekonomik tercihlerin ve uygulanan istihdamsız büyüme modellerinin sonucu olan Cumhuriyet tarihinin en yüksek işsizlik oranı ve terör vakası gibi çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olan ve bugüne dek bunları çözmek yerine siyaseten kutuplaşmaya daha yatkın bir görüntü çizen Türkiye’de, önümüzdeki on yıllarda siyasal kutuplaşmanın daha da artması ve dışarıdan bu sorunlara müdahalelerin tepki yaratması kuşkusuz bazı çevrelerde Türkiye’nin kendi içine kapanması modelini gündeme getirecektir. Türkiye’nin ulaşmış olduğu dış ticaret hacmi ve kültürel ve ekonomik dışa açıklık ortamında içe kapanmacılık pek cazip bir seçenek olarak gözükmese de, sorunlarına küreselleşme ortamında barışçıl çözüm getiremeyeceğine kanaat getiren Türk devleti, ilerleyen yıllarda içe kapanmacılığı ciddi anlamda bir seçenek olarak ortaya koyabilecektir. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin ayakta kalabilmesini sağlamış olan izolasyonizm; dünya politikasında yaşanabilecek yeni kutuplaşmalar ve gruplaşmalar ortamında da Türkiye için yeniden cazip hale gelebilir. Küreselleşmeye ulus-devlet ve laiklik gibi bazı temel noktalarda kuşkuyla yaklaşan Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk bürokrasisi bu noktada temel aktör olmaya elverişli adaylar olarak karşımıza çıkarken, siyasal arenada da küreselleşme karşıtı sosyalist, İslamcı, milliyetçi ve Kemalist kesimler için izolasyonizm daha güvenli bir seçenek olarak algılanabilir. Amerika Birleşik Devletleri ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerin de geçmişte sonradan birer dünya süper gücü olarak ortaya çıkmalarına ortam sağlamış olan izolasyonizm, yine de 21. yüzyıl dünyasında ve küreselleşme ortamında (internet teknolojisi, gelişen finans sektörü vs.) dış dünyadan destek görmeyecek ve Türkiye’nin ekonomik pastasını muhtemelen küçültecek bir formüldür. Ancak Türkiye’nin iç siyasal meselelerini devletin kuruluş ilkelerinden çok sapmadan çözebilmesi ve reel ekonomisini güçlendirmesi adına izolasyonizm ve bağımsız Türkiye modeli hem devlet elitleri, hem de halkın önemli bir bölümü tarafından daha güvenli bir seçenek olarak algılanabilir. İçe kapanan bir Türkiye’nin dışarıda kabul görmesinin yegâne makul gözüken unsuru ise geçmişte Amerikalı ünlü finans spekülatörü ve yatırımcı George Soros’un da belirttiği gibi “en iyi ihraç malı” olan ordusunu küresel güçlerin ve sistemin emrine sunmaktır. Bu noktada kimilerine göre şimdiden başlamış olan yeni Soğuk Savaş’ın getireceği koşullar (İran, Çin, Rusya ve Suriye gibi ülkelere karşı Batı’nın ve Türkiye’nin güvenlik algılamaları) ve füze kalkanı gibi askeri projeler izolasyonizmi güçlü bir alternatif haline getirebilir. İçe kapanan NATO üyesi bir Türkiye’de kuşkusuz ordunun rolü yeniden ön plana çıkacak ve demokratikleşme sekteye uğrayabilecektir. Bu noktada Amerika’daki Cumhuriyetçi çevreler ve askeri-sınaî yapı ile İsrail içe kapanmacı ancak NATO’ya bağlı bir Türkiye’yi orta vadede destekleyebilir. İçe kapanan ancak NATO üyesi görevlerini de yerine getirmeyen bir Türkiye’nin ise kendi kaynakları ve gücüyle ayakta kalabilmesi dış dünyadan alacağı tepkiler nedeniyle zor gözükmektedir.
Birçokları tarafından Cumhuriyet’in kendine koymuş olduğu “muasır medeniyet seviyesini yakalama” hedefinin doğal bir sonucu olan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği ya da “Avrupa Birliği üyesi Türkiye” modeli ise son derece cazip unsurlarına karşın önünde birçok engel bulunan bir vizyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupa Birliği üyesi ülkelerde hızla artan ekonomik sorunlar ve bunların da etkisiyle yükselen ırkçılık, etnik milliyetçilik ve İslamofobi (İslam korkusu ve İslam düşmanlığı) nedeniyle Türkiye’nin önüne konan engeller ve maruz kaldığı çifte standart uygulamaların yakın bir tarihte ortadan kalkacağını düşünmek fazlaca iyimser bir bakış açısı olacaktır. Ancak Avrupa Birliği üyesi Türkiye’nin hem kendisine, hem de Avrupa’ya sayısız faydalarının olacağı da ortada olan bir gerçektir. Avrupa ülkelerindeki yüksek kültür ve bilgi birikimi Türkiye’nin genç ve dinamik nüfusu ve güçlü ordusuyla entegre edilebilirse 21. yüzyılda ortaya güçlü bir Avrupa modeli konabilir. Dahası Avrupa’nın iflas ettiğini birinci ağızdan (Almanya şansölyesi Angela Merkel tarafından) açıkladığı “çok kültürlülük” politikasının yeniden bir düzene sokulması adına Türkiye’nin AB üyeliği ve Avrupa’ya vereceği katkılar kritik bir rol oynayabilir. Avrupa ekonomisinin Orta Doğu ve İslam dünyası başta olmak üzere dünya pazarlarına açılması Türkiye’nin üyeliği ile daha kolay hale gelebilecek, buna karşılık Türkiye de demokrasi seviyesi ve yaşam kalitesini AB üyeliği sayesinde çok daha yukarı taşımayı başarabilecektir. Avrupa kapitalizminin çok ihtiyaç duyduğu ucuz enerjiye ulaşabilmesi ve dış politikada daha aktif ve bağımsız bir aktör haline gelebilmesi adına Türkiye’nin katkıları inanılmaz derecede faydalı olacaktır. Ancak Türkiye’nin kalabalık nüfusu ve yüksek doğurganlık oranı, dahası Türkiye’nin kendi sosyolojik ve siyasal iç çelişkileri ve birbirinden çok farklı yaşam tarzları, kendi içerisinde bütünleşmeyi ve derinleşmeyi amaçlayan ve Hıristiyanlık inancını kendi medeniyetinin temel bir unsuru sayan Avrupa’nın Türkiye’ye olumsuz bakmasında giderek daha fazla etki yapabilir. Yine de Cumhuriyet’in 100. yılına doğru ilerlerken siyasal sisteminin düzene sokulması ve çağdaş yaşama yönelik tehditlerin ortadan kalkması adına seküler hassasiyetleri üst düzeyde olan Türk burjuvazisi bu hedefi zorlayacak ve özellikle Türk medyasında da Avrupa Birliği üyesi Türkiye modeli lehinde rüzgârlar estirilecektir. Bu noktada Amerika Birleşik Devletleri açısından da AB üyesi bir Türkiye “eksen kayması” tartışmalarının yaşandığı, Türkiye’nin İsrail’le neredeyse savaş durumuna geldiği bir ortamda daha cazip bir seçenek haline gelecektir. Amerika’daki Demokrat çevreler tarafından desteklenebilecek bu görüş; izolasyonizmin imkânsız olduğunun anlaşılması durumunda Türk devlet elitleri tarafından da seküler hassasiyetler nedeniyle üçüncü model olarak birazdan anlatılacak olan Yeni Osmanlı’ya tercih edilebilecektir. Ancak burada kritik faktör Türkiye’den ziyade Avrupa’nın yapacağı tercih olacaktır. Zaten bir süredir AB kapısına bağlanmış olarak tutulan Türkiye’nin iç kamuoyunda biriken öfke nedeniyle tam üyeliğinin imkânsız olduğunu fark etmesi durumunda müzakereleri kesmek ya da üyelik başvurusunu geri çekmek gibi ani ve keskin kararlar alabilmesi ya da imtiyazlı ortaklığa razı olması mümkün olabilecektir. Bu modelin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda karar Türkiye’den çok Avrupa’nın takınacağı tutuma bağlıdır. Yeniden solun ağır basmaya başladığı bir Avrupa’nın oluşması durumunda Türkiye, Avrupa’daki giderek aşırı sağa kayan merkez sağ ittifakın (Merkel, Sarkozy vs.) engellerini hızlı bir şekilde aşarak, müzakareleri tamamlayabilir ve AB üyeliğine hak kazanabilir. Özellikle Cumhuriyet’in 100. yılı olan 2023’ün taçlandırılması adına Türkiye bu hedefe daha az İslamcı bir hükümetin işbaşı yapması durumunda kilitlenebilecektir. Ayrıca AB üyeliği hedefinin kaybolması durumunda Türkiye içe kapanmacılığa ya da Orta Doğu’ya (Yeni Osmanlı’ya) yönelebileceği için, bu modele olumsuz bakan Batılı müttefikleri sonunda tüm sorunlara rağmen Türkiye’nin AB üyesi olmasını kabullenmek durumunda kalabilir. Türkiye’nin daha iyi eğitimli kesimleri ve entelijensiyası açısından da AB üyeliği kuşkusuz daha uygun bir hedef olarak görülecektir.
21. yüzyılda Türkiye’nin önüne koyacağı üçüncü ve son model ise kısaca “Yeni Osmanlı” olarak adlandırılabilecek, Türkiye’nin eski Osmanlı coğrafyasında (Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu, Kuzey Afrika) kendi gücünü Batı ve Doğu arasında dengeleyici ve uzlaştırıcı bir unsur olarak yeniden inşa etmesi ve bölgesel bir aktör hatta küresel bir aktör haline gelmek için bölgesel ittifaklara yönelmesidir. Türkiye’nin İsmail Cem döneminde başlattığı çok boyutlu dış politikasının AKP döneminde zaman zaman atılan ölçüsüz adımlara rağmen devam ettirilmesi neticesinde bugün artık Türkiye eski Osmanlı coğrafyasında güçlü ordusu, görece büyük ekonomisi ve genç nüfusuyla en önemli ve merkez aktör durumundadır. Kendi içerisindeki sorunları çözememesine rağmen dış politikada aktif ve güçlü bir aktör olarak ön plana çıkan Türkiye, Müslüman kimliği sayesinde Orta Doğu ülkeleriyle Batı ülkeleri veya İsrail’den daha farklı bir düzeyde konuşma yetisine sahiptir. Balkanlar ve Kafkasya gibi eski Osmanlı coğrafyası bölgelerde de Türkiye kültürel mirası sayesinde halk ve devlet elitleri tarafından sevilen ve öncelikli tercih edilen bir aktördür. Bu nedenle 21. yüzyılda Türkiye artık Soğuk Savaş döneminin kendisine biçtiği dar gömleği yırtıp atmak ve yeniden emperyal bir vizyon ortaya koymayı tercih edebilir. Ancak elbette geçmişte Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapıldığı gibi kılıçla, topla-tüfekle değil, siyasal, ekonomik ve kültürel güçle Türkiye bu bölgelerde etkin bir aktör olmayı deneyecektir. Türkiye’nin son yıllarda bölgesindeki ülkelerle hızla artan ticaret oranı, komşu ülkelerle vizeleri kaldırarak Ortak Pazar'a benzeyen projeler geliştirmesi ve kültürel olarak televizyon dizileri yoluyla bölgesel bir açılım başlatması bu vizyonun ilerleyen yıllarda daha ciddi şekilde gündeme gelebileceğini gösteren somut olaylardır. Fakat böyle bir isimlendirme (Yeni Osmanlı) daha şimdiden Orta Doğu coğrafyasında olumsuz bir algılama yaratmıştır. Dahası Türkiye’nin kültürel olarak heterojen toplum yapısı, Yeni Osmanlı vizyonunun Orta Doğu odaklı ya da salt Orta Doğu’ya yönelik olması durumunda (hükümetin çok boyutluluktan İslamcılığa kayan dış politikası bu noktada şüphe doğurmaktadır) içeride çok ciddi siyasal sorunların yaşanmasına neden olabilir. Türkiye’nin daha iyi eğitimli şehirli toplumsal kesimleri Atatürk mirasından vazgeçildiği ve Orta Doğu’ya dönüldüğü algısına kapıldıklarında AB hedefini de gündemden çıkararak yeniden izolasyonizm modeline yönelebilirler. Yeni Osmanlı olmak Türkiye’nin bölgesindeki ülkelere kıyasla çok daha gelişmiş bir laik-demokratik yapısı (Cumhuriyet devrimleri sayesinde), ekonomik düzeni, kültürel gelişmişliği ve entelektüel kapasitesi olduğu için imkânsız değildir. Ancak ulus-devlet yapısının ciddi bir şekilde reforme edilmesini gerektirdiğinden, bunun getireceği çok ciddi maliyetler Yeni Osmanlı modeli açısından olumsuz faktörlerdir. Dahası Türkiye’nin aktif dış politikası daima emperyal güçler açısından da kendi çıkarlarıyla çatıştığı noktada olumsuz algılanacak ve Türkiye’nin bir türlü çözemediği iç meseleleri dışarıdan sağlanacak desteklerle çok daha şiddetli bir düzeye taşınabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin Yeni Osmanlı modelini tercih ederse bunu tarihsel bir fantezi ya da İslamcı romantizm şeklinde değil, ayağı yere basan somut bir proje şeklinde gerçekleştirmesi gerekmektedir. Sonuçta Yeni Osmanlı modeli artıları kadar eksileri ve tehlikeleri olan bir projedir ve toplumun tamamı tarafından kucaklanması zor gözükmektedir.
Hızla 100. yaşına doğru ilerleyen artık gençlikten çıkmış olgun Türkiye’nin bu tartışmayı makul düzeyde yapıp, en doğru seçeneği yapabilmesi umuduyla…

Ozan Örmeci
http://www.tuicakademi.org/index.php/turk-dis-politikasi/1776-uc-turkiye-vizyonu


Sıfır Sorun Değil, Sırf Sorun!





Sıfır Sorun Değil, Sırf Sorun!



Önce Komşularla Sıfır Sorun Politikası’ nedir, ne değildir? Bunu açıklayarak başlayalım. Sıfır Sorun politikası Türkiye’nin ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ temel dış politikasından esinlenerek Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından komşularla daha çok entegrasyonu sağlamak için ortaya atılmış bir dış politikadır. Türk dış politikası, bugün dünya düzeninde önemli değişimlerin yaşandığı bir dönemde ve belki de bu gelişmelerin en yoğun şekilde meydana geldiği bir coğrafyanın merkezinde yürütülmektedir. Bu süreçte işbirlikçi görüşler ülkelerin dış politikasına hakim olmuştur. Komşu ülkelerden birçoğunun nadir ortak paydalarından biri, Türkiye’ye duydukları güvendir. Keza Türkiye’nin ekonomik kalkınma ve demokrasi alanında kaydettiği mesafe de dış ilişkilerdeki hareket sahasını ve etki gücünü artırmıştır.
“Komşularla Sıfır Sorun” söylemi, Türkiye’nin sınırdaş olduğu ülkelerle ilişkilerinde aslında beklentilerini özetleyen bir slogandır. Türkiye, komşularıyla ilişkilerini tüm sorunlardan arındırmayı, en azından mümkün olduğu kadar azaltmayı istemektedir. Bu yüzden Liberal perspektifin de desteklediği gibi Türkiye sorunların barışçı yollardan kazan-kazan yaklaşımı doğrultusunda çözülmesini istemektedir.  Ama Realist açıdan baktığımız zaman Sıfır Sorun Politikası imkansız bir durumdur. Çünkü Realizm’e göre devletlerarasında sürekli ilişki yoktur, sürekli bir çıkar çatışması vardır. Kaldı ki dünyanın hiçbir yerinde uluslararası ilişkilerin doğası gereği sorunsuz ilişkiler ağı bulunmamaktadır.
Sıfır Sorun Politikası ortaya atıldıktan sonra Türkiye de pozitif gelişmeler oldu ama ne yazık ki Orta Doğu’da hâlâ devam eden ‘Arap Baharı’ bu süreci olumsuz etkilemektedir. Türkiye, bir demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olarak haliyle demokrasiyi, konuşma özgürlüğünü... vs. savunan halkın yanında olmuştur. Kısa vadede düşündüğümüz zaman diktarörlerle var olan ilişkimiz dibe vurmuştur ama orta ve uzun vadede düşündüğümüz zaman Türkiye, Arap Dünyasıyla eskiye nazaran daha entegre olmuş olumlu ilişkilere sahip olacaktır.
Komşularla ilişkilerimizi değerlendirmek gerekirse; Yunanistan’la Ecevit döneminde başlatılan çözüm çalışmaları hala devam etmektedir. Soğuk Savaş döneminin hasım ülkeleri Bulgaristan ve Romanya’yla ilişkilerini ise ileri bir seviyeye çıkarmış, bu iki ülkeyle tüm temel sorunlarını çözmüş, güçlenen ekonomik ilişkilere bir de NATO müttefikliği boyutunu eklemiştir.
Soğuk Savaş döneminden sonra Türkiye eski Sovyet devletleriyle iyi ilişkiler kurmaya başlamıştır. Rusya ile olan ilişkilerinde Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra ciddi bir ivme kazanmış ve 2010 yılında vizelerin de kalkmasıyla büyük bir potansiyel oluşturulmuştur. Vizelerin kalktıktan sonraki ay ticari hacim %30 artmıştır. Azerbaycan’la olan kültürel ve tarihi bağımız daha da derinleşmiştir.
Ermenistan ise ‘Sıfır Sorun Politikası’nın yumuşak karnıdır. Maalesef yıllardır süregelen bu sorun Türkiye’nin uluslararası arenada kafasını ağrıtan bir konu haline gelmiştir. Özellikle sözde soykırımın 100. yılı olan 2015 ve sonrasında Türkiye uluslararası platformda daha fazla baskılara tabi tutulacaktır. Bu sorunun çözülmesi için Kamu Diplomasisi kullanılmalı ve uzlaşmacı bir politika izlenmelidir. Artık Türkiye Ermenistan ile olan ilişkilerinde, sözün kısası, büyüklük heyecanı ile değil, bir komşu devlet olarak makul politikalar üretmelidir.
         Türkiye, İran’la olan ilişkilerinde ise İran’ın uluslararası toplumda endişe yaratan nükleer programı konusunu yakından izlemekte ve meselenin diplomatik ve barışçıl yollardan çözülmesi gerektiğine inanmaktadır. Türkiye, Brezilya ile birlikte, Amerika ve Batı’ya rağmen İran’ın uranyum zenginleştirmesine onay vermiştir. Bu da iki ülkenin yakınlaşmasına büyük katkı sağlamıştır. Ama Türkiye’nin Suriye meselesinde Esad karşıtı tavır alması ve ona karşı söylemleri ister istemez İran’la olan ikili ilişkileri olumsuz etkilemektedir.
         Irak’ın, toprak bütünlüğünü kurmuş, kendi güvenliğini sağlayabilen, Türkiye’ye de tehdit oluşturan terörist unsurlardan temizlenmiş, müreffeh bir ülke haline gelmesi amacıyla ikili ilişkiler yürütülmektedir. Ama her iki ülke de teoride iyi ilişkilerin olmasını istese de uygulamaya konulamamaktadır. Merkezi yönetim daha çok Irak'taki gruplarla değil de kendileri ile ilişkileri güçlendirmek istemektedir.
         En büyük ortak kara sınırlarına sahip olduğumuz Suriye ile ilişkiler ‘Sıfır Sorun Politikası’ ortaya atıldığı zaman büyük yol kat etmiş, ticari hacim 2-3 kat artmıştır, hatta iki ülke arası vizeler kaldırılmıştır.  Ama son 1,5 yıldır Arap Dünyasında patlak veren olaylar ve Türkiye’nin yeni dönemde bölge ülkeleriyle ilişkilerini artık otoriter rejimler üzerinden değil, toplumsal talepler ekseninde şekillendireceğini ifade etmesi iki ülke arasındaki ilişkileri kötü etkilemiştir.Geçen yılın ilk altı ayına oranla şu an ticari  hacim %50 azalmıştır.
         Türkiye-İsrail ilişkileri 1949 yılında Türkiye’nin İsrail’i tanımasıyla başlamış ve 2000’li yıllara kadar, başta askeri ve güvenlik ilişkileri olmak üzere, birçok alanda inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. 27 Aralık 2008‘de İsrail’in Gazze’ye karşı başlattığı “Dökme Kurşun Operasyonu”, daha sonraki süreçte yaşanan “Davos Krizi” ve “Alçak Koltuk Krizi” ilişkilerdeki gerilimi tırmandırırken, 31 Mayıs 2010 tarihinde, Gazze’de ki sivil halka yardım götürme amacıyla yola çıkan insani yardım konvoyunda bulunan Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerince yapılan saldırıyla başlayan “Mavi Marmara Krizi”, ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. Türkiye olaydan sonra yaptığı açıklamada Türk-İsrail diplomatik ilişkilerinin ikinci katip düzeyine indirileceğini ve iki ülke arasındaki askeri anlaşmaların tümünün askıya alındığını açıklamıştır. Ayrıca, Türkiye ilişkilerin normalleşmesi için İsrail’in Türkiye’ye özür dilemesi, ölen kişilerinin ailelerine tazminat ödemesi ve Gazze Ablukası’nın kaldırılması gerektiği kararını almıştır.
         Türkiye’nin uluslararası alanda başını ağrıtan diğer konulardan biri ise Kıbrıs Sorunu’dur. 2004 yılındaki Annan Plan’ı hem Türkiye hem Kıbrıs Rum Kesimi hem de uluslararası toplum için bir dönüm noktasıydı. Annan Planı, Türk ve Rum kesimleri halinde bölünmüş Kıbrıs Adası'nın bağımsız bir devlet olarak birleştirilmesini öneren Birleşmiş Milletler planıdır. Plan, Kıbrıs adasının İngiliz üsleri bölgesi haricinde kalan kısımlarının bağımsız ve federal nitelikte bir devlet olacak şekilde birleştirilmesini öngörüyordu. Plan gereğince Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki bakanlıkların en az üçte biri Türklerden oluşacaktı. Devlet başkanlığı ve başbakanlık makamları 10 ayda bir Türkler ve Rumlar arasında değişecekti. Nisan 2004'de KKTC ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nde yapılan referandumlar ile oylamaya sunulan plan, Türk tarafından % 64,91 oranında kabul gördüğü halde Rum oylarının % 75,38'i red şeklinde olduğundan hayata geçirilememiştir.   
Sonuç olarak;
         Aslında 2000’lerde Türk dış politikasında her şey yolunda görünüyordu. Türkiye ’de siyasal ve ekonomik istikrar sağlanmış, 1 Mart tezkeresinin geçmemesi özellikle Ortadoğu ’da Türkiye’nin görünümünü yükseltmişti. Türkiye yeni bir vizyonla ve Komşularla Sıfır Sorun söylemiyle dış politikayı yeniden tanımlayacak, komşularla kronikleşmiş bütün sorunları çözeceği gibi, Bosna’dan Afganistan’a, Yemen’den Gürcistan’a her bölgesel sorunun içinde olacak, sorun çözdükçe güçlenecek, bir bölgesel güç, bir merkez ülke, medeniyetler ittifakının öncüsü, düzen kuran, hiçbiri olmazsa, Davutoğlu’ nun sözünü ettiği bir “akil ülke” olacaktı. Ama olmadı. Sıfır sorun oldu sırf sorun. Ermeni açılımı çöktü, ‘Kürt sorunu’ ağırlaştı, Kıbrıs sorunu çözülemediği gibi ağır hakarete maruz kalan Kıbrıslı Türkler son dönemde Türkiye’ye yabancılaştı, Rumların Akdeniz’de doğalgaz aramaya başlamaları ve İsrail’le yakınlaşmalar sorunu daha da derinleştirdi.
         Dış politikanın Komşularla Sıfır Sorun ilkesiyle yürütüldüğünün söylendiği bir dönemde Türkiye ’nin ilk kez hem İran, Irak ve Suriye ve hem de İsrail ’le ilişkileri kötü seyreder oldu. Yine ilk kez, AKP döneminde İsrail sivil Türkiye vatandaşlarını öldürürken, 1998’den beri ilişkilerin yakın olduğu Suriye bir savaş uçağını düşürdü. Bir süre önce İsrail ile Suriye arasında ara buluculuk yapmaya çalışan Türkiye şimdi ikisiyle de çatışma halinde.
         Ama;
         ‘Sıfır Sorun’a ulaşılması doğal olarak Türkiye'nin bölgesel bir güç haline gelmesi ve bu coğrafyadaki sorunların çözülmesinde rol oynayabilmesine ciddi katkılarda bulunacaktır. Ancak liberal bir bakış açısı olan ‘karşılıklılık’ (reciprocity) ilkesiyle mümkün olacaktır. Bir örnek üzerinden değerlendirmek gerekirse Suriye uygundur. Şu an Suriye’de yaşananların herkes az çok biliyor. Durumun ne kadar içler acısı olduğunu bir önceki yazım ‘Suriye Dramı’nda ele almıştım. Kendi halkını öldüren azınlık diktatörlüğü ile ilişkiler nasıl çok iyi olabilir ki? Bu imkansız. Ama bu süreç er veya geç bitecek. Olaylar durduğunda, halk istediğini elde ettiğinde yeni kurulan rejimlerle çok daha iyi ilişkiler kurulacağını tahmin etmekteyim. Çünkü şu an Türkiye izlediği politikalarla Arap Dünyasının kalbini kazanmaktadır ki bunu Tunus, Mısır ve Libya örneklerinden rahatlıkla görebiliriz…  

Yasin ERDOĞMUŞ
TUİÇ Platformu Yalova Üniversitesi Temsilcisi
TUİÇ Yakın Doğu Çalışmaları Grubu
http://www.tuicakademi.org/index.php/turk-dis-politikasi/3429-sifir-sorun-degil-sirf-sorun
..

Gümrük Birliği, AB müzakere süreci ve Türkiye



Gümrük Birliği, AB müzakere süreci ve Türkiye..,



ab-kapi-hosgeldin-karikatur


Son yüzyılda Türkiye'nin birçok birlik ve uluslararası toplulukta yer edindiğini görüyoruz. Kimisinde üye devlet statüsünü taşırken bazılarında ise kurucu üye ülkeler arasındadır. Hem bölgesel hem de küresel vizyonda  ''gelişmekte olan ülke'' pozisyonundan, ''gelişmiş ülke'' statüsüne geçmek istemektedir. Bu çizgi üzerinde,  siyasi ve ekonomik tabanlı birçok anlaşmayı imzalamış ve hayata geçirmiştir. Kısa, orta ve uzun vadeli planların kimisi ülkemize katma değeri yüksek bir şekilde gelirken kimi anlaşmalarda tahminlerin gerisinde kalarak yapılan anlaşmanın sorgulanmasına sebebiyet doğurmuştur. 
Türkiye'nin 1 Ocak 1996'da Avrupa Birliği ile Gümrük  Birliği Anlaşması'nı imzalamasından bu güne geçirdiği süreçte 18. yılını geride bıraktı. Bu anlaşmanın Türkiye'nin ekonomisine verdiği zarar ve olumsuzluklarda ciddi anlamda ekonomi çevrelerince sorgulanmaya başlandı. Realist bir perspektifle gelişmelerin nedenlerini kısa, orta ve uzun vadedeki analizimiz ile bu yazımızda derinleştirdik. 
Sürecin gelişimi
Son dönemde gelinen Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkileri her ne kadar çıkmaza girmiş gibi görünse de Türk siyasetçileri ve devlet adamları tarafından üretilen ve üretilecek olan yararlı politikalar ile tekrar olumlu hava estirilebilir ve tam üyelik konusunda nihai sonuç alınabilir. Kısaca bu sürecin başlangıcından söz edelim. Böylelikle, ne kadar geniş bir tarih sürecinden bahsettiğimizi daha net görmüş olabiliriz. Türkiye, Avrupa Birliği(AB) üyelik sürecinde, ilk olarak 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile ortaklığa imza atarak başladı. Bunu izleyen süreçte 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla yeni bir sürece girildi. Daha sonra AB üyeleri tarafından aday olarak başvurusu kabul edildi ve 1999 yılında bu sürece adım atılmış oldu. En son gelinen noktada Türkiye, 2005 yılından beri tam üyelik yolunda müzakerelere devam etmektedir.
Tam üye olmadan Gümrük Birliği’ne giriş
Üyelik başlangıcı ve bu güne gelen müzakerelerin arasında dikkatlerden kaçan bir noktayı birlikte irdeleyelim.  Öncelikle,  “Gümrük Birliği anlaşması nedir?” ve “Neden önemle dikkat edilmesi gereken bir husustur?” bunu anlamamız önemli. Şöyle ki; Gümrük Birliği, birliğe giren ve anlaşmaya varmış ülkelerin birbirleri arasında gümrük duvarlarını kaldırarak ortak bir çerçevede buluşmasıdır. Üye ülkeler dışarıya karşı ortak bir gümrük tarifesi uyguladığı bir serbest ticaret alanı oluşturur. Bu birliğin ülkeleri kendi tüzüğünü, politikasını ve kotalarını oluşturabilirler. Gümrük Birliği’nin amacı, ortak ülkeler arasında bir bağ oluşturmak ve bu çerçevede ortak bir ticaret pazarıyla diğer ülkeler karşısında daha güçlü ve rekabet edebilir olma amacını gütmektedir. Temelinde ise ekonomik verimliliği ve hareketi arttırmayı esas alır.
Gümrük Birliği anlaşmasına 1 Ocak 1996 yılında, henüz tam üyeliğe girmeden, imza atan dönemin iktidarının hazırlıksız yakalandığı düşünülebilir. Yani kısaca Türkiye reel bazda çok taraflı ticaretin karşılığını verebilecek kapasiteye henüz çıkmamışken ve ithal ettiğinin karşılığını veremeyecek düzeydeyken yapılmış bir anlaşma olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki Gümrük Birliği ile Avrupa Topluluğu ürettiği ağır sanayi ve üretim sektörü skalasında yer alan ürünlerini ihraç edebilirken Türkiye'nin elinde bulunmayan, üretemediği ve haliyle ihracat yapamadığı, rekabet gücünün son derece zayıf olduğu, tek taraflı bir anlaşmaya imza atmış oldu. İster istemez AB'nin Türkiye'yi tam üye olarak almasını gereksizleştirmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bir röportajında Egemen Bağış’ın, ''Belki Gümrük Birliği anlaşmamızı hep beraber bir kez daha gözden geçirmemiz gerekiyor. Geçenlerde sayın Zafer Çağlayan ve arkadaşlarıyla birlikte AB Genel Sekreterliğimizin üst düzey yöneticileriyle kendilerinin misafiri olduk ve orada birlikte Gümrük Birliği anlaşmasını Avrupa Birliği ile yeniden müzakere etmek için ön hazırlıkları yapma kararı aldık." şeklinde açıklamalarına yer verilmiştir. Ayrıca, ilk ekonomi bakanı Zafer Çağlayan'ın da yapmış olduğu açıklamalar gösteriyor ki Gümrük Birliği’nin sıkıntıları aşılmış değil. Gümrük Birliği çerçevesinde 1996 yılından 2012 yılına kadar 220 milyar dolar ihracat açığımız mevcut. Gümrük Birliği anlaşmasının Türkiye’ye en çok zarar veren bir başka etkisi de AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmalarına Türkiye’nin ‘söz sahibi olamadan uymak’ zorunda kalmasıdır. Bu ülkeler AB sayesinde Türkiye’ye gümrüksüz ihracat yapabilir hale gelirken, Türkiye’ye gümrük vergileri uygulamaya devam edebiliyorlar. Zaten istediğini elde eden AB, Türkiye'yi oyalamaktan ve kapıda bekletmekten kaçınmamıştır. Fakat, Gümrük Birliği 1996'da imzalanmamış olsaydı 77 milyonluk pazarı görmezden gelemeyecek olan AB, Türkiye'yi birliğe almak için daha istekli ve aceleci bir politika eğiliminde olabilirdi. Fakat, Türkiye ile AB arasında hayati önemi olan mutabakat ve imzalanan bir çok anlaşmayla AB'nin istediği her yasa ve tasarıyı kabul edilmek sureti ile talepler karşılanmaktadır. Hal böyleyken; Polonya, Yunanistan, Türkiye ile aynı dönemde aday ülke konumda olup çok kısa bir süre içerisinde birliğe alınan Hırvatistan ve hatta Güney Kıbrıs Rum kesimini ve TR ekonomisinin çok daha altında yer alan birçok ülkeyi birliğine katarken; Türkiye gibi güçlü, genç insan nüfusuna sahip ve çok daha sağlam ekonomisiyle kapıda bekletilmektedir.
Haliyle hem 77 milyonu hem de Türk devlet adamlarının heyecan ve ilgisinin azalmasıyla yeni bakış açıları ve buna karşılık çok tabi doğal reaksiyonlar ortaya çıkabilir. Bu noktalara gelinmeden müzakere sürecinin, diğer üye ve aday ülkelerin maruz kaldığı süreç ve normların dışına çıkılmaması ve objektif davranılması her iki taraf adına hem kısa hem de uzun vadede daha sağlıklı ve faydalı olacağı su götürmez bir gerçektir.
Ak Parti/ 3 Ekim 2005
AK Parti dönemi ile 16-17 Aralık 2004 yılında yapılan zirvede AB üye ülke devlet ve hükümet başkanları, üyelik müzakerelerinin 3 Ekim 2005'te başlaması konusunda anlaşmaya varmışlardır.  Bu tarihten itibaren baktığımızda müzakere süreci içerisinde gerekli adımların atıldığını görebiliriz. Bunların yanı sıra sosyal ve güvenlik alanlarında yenilikçi devlet politikaları, ekonomi ve para politikaları, yabancı sermaye girişinin dengelendirilmesi, yetişmiş ve daha eğitimli genç insan kaynağı, güçlü alt yapısı ile ön plana çıkartılabilmiş tarihi- kültürel zenginliği ve siyasi istikrarı ile Türkiye'nin görmezden gelinmesi mümkün değildir. Avrupa'nın canlanması, gelişmesi ve hatta geleceği için müzakerelerin, Türkiye ile tam üyelik olduğunu sadece biz değil birçok AB üyesi ülkede düşünmektedir. Avrupa Birliğinin ihtiyacı olan bu gereksinimler, batılı duruşu, zengin mirası ve yüz yıllardır barış içerisinde yaşayan zengin etnik kökleriyle Türkiye, birlik için vazgeçilmez bir partner olduğunu kanıtlamıştır. Buna rağmen çokta tartışmaya gerek duyulmayan konulardan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin veto ettiği 6 başlık ve Fransa’nın, müzakerelere açılması için AB Konseyi’ne gelmesi halinde veto edeceğini bildirdiği 5 başlık daha müzakerelere açılamamaktadır.
Karşılıklı Beklentiler
Güncele baktığımızda müzakere süreci için önümüzde hala geniş bir süreç olduğunun farkındayız. Avrupa Birliği politikalarının tasarlayıcısı ve koordinatörü, başka bir deyişle Avrupa Birliği'nin yürütme organı olan Avrupa Komisyonunun Başkanı Jose Manuel Barroso, kendi döneminde yol haritasını ortaya koymuş ve tam üyelik sürecinin en az 2021 yılına kadar süreceğini belirtmişti. Bu bağlamda dönemin başbakanı, şuan ki Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan 2012'de çok önemli açıklamaları ile Almanya'ya bir ziyarette bulunarak 2023'te Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. kuruluş yıl dönümünde Avrupa Birliğine, taleplerinin ''tam üyelik'' olduğunu açıkça belirtmiştir. Siyasi ve ekonomik istikrarın pozitif yönde devam etmesi ve devlet politikası olarak ciddi bir hata yapılmaması halinde ''tam üyelik'' beklenmektedir. Bizde süreci yakından takip ederek beklemekteyiz. Ülkemizin ve siyasi bilincimizin giderek yükselmesi, ekonominin güçlenerek Avrupa Birliği normlarının üstüne çıkması haliyle kendiliğinden bizi, birliğin tam üyesi yapacaktır görüşünü paylaşıyoruz. 

Ertuğrul İPEK
Hacettepe Üniversitesi/ Uluslararası İlişkiler

Kaynakça:
“Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan hislerimize tercüman oldu” | Erişim Tarihi 27.10.2014:   http://goo.gl/6fQ5h7
AB’nin adım atması şart | Erişim Tarihi 27.10.2014: http://goo.gl/XfYqgS
Avrupa Birliği | Erişim Tarihi 27.10.2014: http://goo.gl/JOzUAF
Avrupa Komisyonu |Erişim Tarihi 27.10.2014:  http://goo.gl/Qi2CLz
Karakeçeli, F.  “15’inci Yılında Türkiye-AB Gümrük Birliği ve Yaşanan Temel Sorunlar” İktisadi Kalkınma Vakfı  (2011) | Erişim Tarihi 27.10.2014: http://goo.gl/6qZPuW
http://www.tuicakademi.org/index.php/turk-dis-politikasi/4649-gumruk-birligi-ab-muzakere-sureci-ve-turkiye
..