27 Şubat 2019 Çarşamba

Barış Diplomasisi,

Barış Diplomasisi,




Özdem SANBERK
15 Eylül 2009


Türk diplomasisi, son günlerde üst üste yaptığı girişimlerle muhakkak ki son yılların en hareketli dönemlerinden birini yaşıyor. 

Küresel Önem,

Ermenistan ile İsviçre’nin de katkısıyla, üzerinde mutabakata varılan protokollerin önemi sadece iki ülke arasındaki ilişkilerle sınırlı değil. Hatta sırf bölgesel barışın sağlanması bakımından da önem taşımıyor. Ama aynı zamanda Avrupa’nın yakın komşusu olan ve soğuk savaştan arta kalan sorunların biriktiği Kafkasya ve Doğu Karadeniz’de bu sorunların tasfiye edilmesi yolunda da bir ciddi adım teşkil  ediyor. Böylece Orta ve Doğu Avrupa’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Varşova Paktı ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmasından sonra sağlanan, fakat Karadeniz Bölgesi’ndeki donmuş ihtilaflar yüzünden kırılganlığını hala muhafaza eden istikrar ve   güvenliğin sağlamlaştırılmasına ciddi bir katkı oluşturabilme potansiyelini barındırması bakımından küresel bir önem taşıyor.

Amerika, Avrupa ve Rusya Aynı Çizgide,

Bu nedenle  Türkiye’nin bir kaç yıldan beri sessizce, fakat kararlı şekilde  yürüttüğü maharetli diplomasinin ulaştırdığı bu sonucun, gerek Amerika’da, gerek Avrupa’da ve gerek Rusya’da yankı yaratmasının şaşırtıcı bir yönü bulunmuyor. Çünkü Türkiye’nin arka bahçesi olan Karadeniz ve Kafkaslar aynı zamanda hem Avrupa Birliği’nin yeni Doğu Komşuları Politikasının kapsamı içinde yer alırken, hem  de Transatlantik toplumunun ve Rusya’nın aynı tehdit değerlendirmesini paylaştığı bölgeler. Dolayısıyla gelinen nokta Ermeni diasporasının etki sınırlarını oldukça aşmakta ve  Ankara Erivan yakınlaşmasının  Ermenistan’da ve Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun radikal kanadında sebep olduğu telaşı anlamanın neden  pek zor olmadığını da gözler önüne sermekte.

Ortak Tarih Komisyonu ve TBMM 2005 Kararı,

Diaspora ve Ermeni radikallerin  şimdi bütün güçlerini  Protokollerin Ankara ve Erivan’da onaylanmaması hedefi üzerine yoğunlaştıracaklarını beklemek doğal.  Diasporaya özellikle  Tarihsel Boyut Alt Komisyonu adı altındaki Ortak Tarih Komisyonu kurulması kararının büyük darbe vurduğu görülüyor. Soykırım iddiaları tartışıldıkça Ermenilerin tabularının sarsıldığı ortada. Nitekim tam da bu nedenle TBMM, hatırlanacağı gibi, Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerinin  tarihini ve 1915 olaylarını ortak bir girişimle incelemek ve değerlendirmek amacıyla bir Ortak Tarih Komisyonu kurulmasını Ermenistan’a önermeyi 2005 yılında oybirliği ile kararlaştırmıştı. TBMM’nin, CHP’nin de ortak sunucu olduğu bu kararın şimdi Türkiye-Ermenistan Hükümetlerinin oluşturacakları çatı altında gerçekleştirilmiş olduğunu görüyoruz.
Tabii radikal Ermeni çevrelerin bu protokollerin yürürlüğe girmesine gösterdiği direnç ne kadar güçlü olursa  Türk diplomasisinin bu hamlesinin isabeti o kadar teyit edilmiş oluyor. Hiç şüphesiz soykırım iddialarının sonu gelmeyecek. Ancak radikaller geriledikçe mutedil muhataplarımızın ön plana çıktığını da görmekteyiz.

Türkiye’deki Muhalefet,

Protokoller bizde de muhalefet tarafından eleştiriliyor. Muhakkak ki muhalefet görevini yapmakta. Bu eleştirilerin muhalefete getirisi ve götürüsünün ne olacağını hiç şüphesiz kamuoyumuzun hakemliği tayin edecek. Demokratik ülkelerde muhalefetin eleştirileri hükümetlerin elini güçlendirir. Nitekim gerek CHP’nin, gerek MHP’nin Protokoller hakkında ileri sürdükleri eleştirilerde haklı yönler bulunuyor. Bunlar arasında örneğin bugün acil bir neden yokken Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkileri düzeltmek için  çok arzulu bir izlenim yaratması, bu izlenimin üzerimizde belki de baskılar yaratılmasını teşvik edeceği, Kars Anlaşması’nın açıkça zikredilmemesi, aynı şekilde Ermenistan’ın Yukarı Karabağ’dan çekilme taahhüdünün yer almaması gibi geçerli noktalar var. 
Protokoller, muhalefetin ileri sürdüğü gibi  daha açık yazılamaz mıydı? Belki yazılabilirdi. Diplomasinin bir tarifi de,  mümkün olanın azamisini elde etme sanatıdır. Ama aynı zamanda, zaman dinamiğini değerlendirme ve alternatif maliyetleri iyi hesaplama kabiliyetidir. Bir anlaşmazlığın barışçı yoldan çözümü için müzakerelerde optimal noktaya gelinip gelinmediğine karar verilebilmesi müzakere sürecinin en kritik aşamasını oluşturur. Bu karar her zaman tartışma yaratabilir. Ama doğru olanı yapma sorumluluğunu alacak olan ise hükümettir. Muhalefetin Hükümetçe alınan bu tür kararları tartışma konusu yapmaması zaten beklenemez. Bu durum hemen her ülke için böyledir.

Popülizm,
Eleştiri, yukarıda da söylediğimiz gibi,  tabiatıyla meşru ve yararlıdır. Popülizm mantosuyla yapılan eleştiriler ise yapanı rahatlatır. Kitleleri sürükler. Ama sorunları çözmez. Popülizm kutuplaşmaların yarattığı gerginliklerden, radikal aidiyetlerden, korkulardan, sarsıntılardan, yabancı düşmanlıklarından, kısıtlı  özgürlüklerden beslenir. Bunlar popülizmin ana maddeleri sayılır. Popülizme de her ülkede rastlanır. Ama demokratikleşme sürecini henüz tamamlamamış ülkelerde bu süreç  yavaşladıkça popülizm artar.

Popülizmden Sadece Şikâyet Etmek Yeterli Değil,
Bugün Türkiye’de hükümet popülizmden şikâyet ediyorsa, bunun nedenlerini kısmen 2004 yılından sonra demokratik reformları yavaşlatmasında ve iç ve dış politikada önceliklerini belirsizleştirmesinde aramalıdır. Türkiye iç ve dış politikadaki hedefine uluslararası toplumun, kişisel özgürlükler, hukukun üstünlüğü, kadın-erkek eşitliği ve sosyal içerikli liberal demokrasi temelinde,  saygın bir üyesi olma yönünde ikna edici berraklık kazandırır ve bu amaçla reform seferberliğine yeniden başlarsa, içerde şikayet ettiği popülizmin de azaldığını görecektir.

Hiç şüphesiz dış politikada ideolojik ve duygusal nitelik taşıyan, radikalleşmelerden uzaklaşabildiğimiz ölçüde içerde de popülizmi azaltacağımız tabiidir. Şu sıralarda iç ve dış politikalarda şahit olduğumuz açılım  politikaları, bu nedenle doğru yolda atılan adımları oluşturuyor. Ancak ciddi riskler de barındıran bu politikaların başarısı, atılan adımların kamu oyu tarafından doğru anlaşılmasını gerekli kılıyor.

Ermenistan’la Barış Girişimleri Yeni Değil,

Türkiye’nin Kafkaslarda barış iradesini ortaya koyması yeni bir gelişme değil. Özal’ın da, Demirel’in de bu amaçla  ciddi girişimleri oldu. Bilhassa 9.uncu Cumhurbaşkanın Kafkas İstikrar Paktı önerisi 1999 sonunda Ermenistan hariç, rahmetli Haydar Aliyev liderliğindeki Azerbaycan ile birlikte  tüm bölge ülkeleri ve Amerika ve Avrupa Birliği, BM, AGIT ve tüm uluslararası toplum tarafından desteklendi. Ne yazık ki Demirel’den sonra bu girişim çok yakın bir zamana kadar rafa kaldırdı.

Azerbaycan İçin Ciddi Bir Fırsat,
Bu kere Türk diplomasisinin kritik hamlesinin başarısı, Dışişleri Bakanlığı’nın uluslararası konjonktürü iyi değerlendirerek Amerika, Avrupa Birliği ve Rusya Federasyonu’nu, yukarıda birinci paragrafta belirttiğimiz nedenlerle  aynı çizgi üzerinde birleştirmesinde yatıyor. Bu gelişme aslında Karabağ sorunun diplomasi yoluyla çözümü, Azerbaycan topraklarının işgalden kurtarılabilmesi ve kaçkınların yurtlarına dönebilmesi açısından Azerbaycan için tarihi bir fırsatı  içinde barındırmakta. Nitekim yakın zamana kadar suni teneffüs çadırında  yaşatılan Minsk sürecinin  şimdi belirgin bir canlılık kazandığına ve Bakü ile Erivan arasındaki ikili görüşmelerin de yoğunlaştığına tanık oluyoruz.

Çıkar Birliği,
Türkiye tabii ki, hükümetiyle, muhalefetiyle ve halkının tümüyle  işgal altındaki Azerbaycan halkının endişelerini ve duygularını yürekten paylaşıyor. Türkiye’de hiç bir hükümet Azerbaycan halkının aleyhine sonuç verecek bir adımı asla atamaz. Azerbaycan’ın meşru çıkarlarını gözetmeyen hiç bir düzenleme Kafkasya’ya istikrar ve güvenlik getiremez.

TBMM,
Ermenistan, Türkiye’nin bu girişimi ışığında kendine düşen yükümlülükleri yerine getirme kapasitesini gösteremezse bu Protokollerin TBMM tarafından onaylanması mümkün değil. TBMM egemen kararlar alabilme kapasitesine sahiptir. Bunda şüphesi olanlar varsa, 1 Mart teskeresini hatırlamaları yeterli.  Ermenistan bu fırsatı değerlendirmezse deneyimli gözlemci Şanlı Bahadır Koç’un dediği gibi,... nüfusu azalan, fakirleşen, Azerbaycan’a karşı üstünlüğü azalan, Rusya’ya bağımlılığı artan, ve bölgesel işbirliği mekanizmalarının dışında kalarak yalnızlaşan... Ermenistan’ın bu fırsatı heba etmekle bazı bedeller ödemesi ne yazık ki kaçınılmaz olacak.

Rasyonel Davranış veya Duygusal Tepki,
Türkiye’de büyük bir kitle, iki ülke arasındaki yakınlaşmaya ve bölgesel ve küresel barış ve refaha darbe oluşturacak böyle bir gelişmeyi arzu etmiyor. Türk Hükümeti barış yönünde bir irade ortaya koydu. Bu irade, Erivan’ın tutumu ne olursa olsun, Türkiye’yi zaten politik bakımdan doğru olan bir düzlemde tutmaya devam edecek. Erivan’ın bu değerlendirmeyi böyle yapmaması düşünülebilir mi? Evet düşünülebilir. Ülkeler de, insanlar gibi, her zaman rasyonel hareket etmiyorlar. Duygular, tarihi travmalar, feodal içe kapanma refleksleri, sırtında yumurta küfesi taşımayan ve etnik çatışmalardan rant elde eden çevreler her zaman vardı, bundan sonra da olacak. Girişimin başarısı, hiç şüphesiz barışı gerçekten isteyenlerin, istemeyenler kadar cesaretli olduklarını kanıtlamalarında yatacak.

*Bu yazı daha önce 14.09.2009 tarihli Radikal Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

http://www.bilgesam.org/incele/984/-baris-diplomasisi-/#.XHY3_IkzbIU

Kısır Döngü ve Ütopyalar,

Kısır Döngü ve Ütopyalar,




Özdem SANBERK
06 Mart 2010


Tarihte her ülkenin, her halkın ütopyaları olmuştur. Bugün de var. Ütopyalar bazen milletlerin varlık nedenlerini oluşturur. Ermenilerin soykırım iddiaları da bu kategoriye girer. Bu nedenle bu iddiaların yok olacağını düşünmeyelim. Milletler birbirlerinin ütopyalarını bilerek bir arada yaşarlar. Her yıl tekrarlanan senaryo Türkiye, her yıl olduğu gibi bu yıl da, nisan ayı yaklaşırken Amerika ve Ermenistan ile ilişkilerinde yeniden soykırım iddialarının kısır döngüsüne giriyor.
Geçmişte uzun süre nisan ayı gelirken bu girdaba düşmemek için bu konuda artık bir şeyler yapmaktan bahsedilir, ama nisan ayı atlatıldıktan sonra bu konu unutulur ve bir sonraki yıla kadar gündemimizden tamamen çıkardı. Oysa bu yıl öyle olmadı. Yeni Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, komşularla sıfır sorun ilkesi doğrultusunda bakanlığının yetkin kadrosuyla birlikte bu konunun üzerine nisan ayını beklemeden büyük bir kararlılık ve maharetle gitti. İçerden ve dışardan çok da eleştiri aldı. Yılmadı ve ince bir diplomasiyle Ankara Erivan arasında bilinen protokollerin imzalanmasını sağlayarak Türkiye ile Ermenistan arasında tarihi barış sürecini başlattı. Gel gelelim, Washington ve Erivan’la ilişkilerimizin bu yıl da aynı mukadderata mahkûm olmaktan kurtulamadığını görüyoruz.

Tasarı yine gündemde,
Soykırım tasarısı şimdi yine Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesine getirildi. (**) Sağ duyu galebe çalmazsa, Komite’deki aritmetik, tasarının buradan geçeceğini gösteriyor. Gerçi bu aşamada Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’na götürülüp götürülmeyeceği belli değil. Ama götürülür de orada da kabul edilirse, Türk Amerikan ilişkilerinin, Ankara-Erivan barış sürecinin ve Kafkasya’daki kırılgan istikrarın ciddi şekilde zarar göreceği tahmin etmek için dış politika dehası olmaya gerek yok.

Türk Amerikan ilişkileri dibe vurabilir,
Tasarının sırf Komite’den geçmiş olması dahi barış niyetini en açık şekilde ortaya koymuş olan Türkiye üzerinde ciddi bir baskı uygulama girişimi teşkil edecek. Oysa bu baskının neye yarayacağı pek anlaşılmıyor. Minsk Grubu’nda hiçbir ilerleme olmaması ve Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin protokoller hakkındaki gerekçeli kararı, esasen kırılgan hale gelen bu barış sürecini zaten zorluyor. Komite’nin kararı daha da zorlayacak. Karar Genel Kurula gelirse, son bir iki yılda Ankara ve Washington’da sarf edilen çabalara rağmen Amerika’nın Türkiye’de çok yüksek olmayan popülaritesinin yeniden dibe vuracağı kesin.

Kongredeki hava, 
Ne var ki Amerikan iç politikasında bugün mevcut dengeler bu tür mülahazaların kongrede işe yaramasına pek müsait görünmüyor. Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Ermeni lobisinin kalbi sayılan Kaliforniya Temsilciler Meclisi üyesi. Önümüzdeki kasım ayında Senatonun üçte birinin yenileneceği kısmi seçimler var. Kongredeki genel siyasi hava, sağlık sigortası tartışmaları, ekonomik kriz ve işsizlik gibi sorunlar nedeniyle son derece bulanık. Kongre üyelerinin seçmelerine verebilecekleri hiçbir iyi haber yok. Böyle bir ortamda etnik lobilerin isteklerine boyun eğmek kongre üyeleri için kolaycılık gibi görünse de, birçok üyenin ve bilhassa oylarını lobilerden alan üyelerin bu kolaycılığa teslim olmaları sürpriz teşkil etmeyecek. İç politikanın dış ilişkileri etkilemesi her ülkede doğal. Amerikan siyasi sisteminin işleyişinde ise iç politik gelişmelerin ve lobilerin dış politika üzerindeki ağırlığı tayin edici özellik taşıyor.

Türkiye’nin bölgedeki politikaları,
Geçmiş yıllarda zaman zaman olduğu gibi belki son anda farklı durumlar ortaya çıkabilir ve kâğıtların yeniden dağılması mümkün olabilir diye iyimser bir düşünceye kapılmak mümkün olabilir mi? Galiba bu kere pek olamayacak. Ve iş eninde sonunda Amerikan başkanına kalacak. Zira Yahudi lobisinin desteğinin eskisi kadar güçlü şekilde yanımızda olması da pek muhtemel değil. Hatta Yahudi çevrelerinde bazı aşırı uçlar, Erdoğan hükümetinin Ortadoğu’da İran ve Suriye’nin izlediği çizgiye yakınlaşma politikaları dolayısıyla, Türk-Amerikan ilişkilerini, İran-Amerikan ilişkileri kadar tartışmalı hale getirme çabası içindeler. Türkiye İran’ın nükleer bombaya sahip olmasının önlenmesi için Amerika liderliğindeki çabalara yardımcı olmakla beraber, İran’ın bölgedeki stratejik emelleri konusunda Amerikan yönetimiyle ayni görüşleri paylaşmıyor. Bütün bu belirsizlikler içinde kongrenin soykırım kararı alması karışısında Obama sessiz kalabilir mi? Kalırsa bu davranışı Model Ortaklık tanımına uyacak mı? Bu soruların yanıtlarını yakında alacağız.

Türk halkı ne düşünüyor?,
Soykırım tasarısının kongrede bu yıl kabul edilmesi halinde bu gelişmenin iki ülke arasındaki ilişkilerde, yansımaları NATO’nun yeni küresel rolüne kadar uzanabilecek olumsuzluklara sebep olacağı muhtemel ise de, böyle bir durumda Türk halkının nasıl bir davranış göstereceği konusu pek bilinmiyor.

Yalnızlık ve radikalleşme,
Muhakkak olan bir şey varsa o da Avrupa Birliği ile toplumumuzda var olan güvensizlik havasından sonra, bir de Türk Amerikan ilişkilerinin sert bir darbe alması Türkiye’yi yalnızlığa ve daha fazla gerginliğe itecek ve bu durum iç politika sahnesine de yansıyacaktır. Bu darbe, Türkiye’nin siyasi sistemin yapısal bozukluklarının üstesinden gelmeye yönelik reform çabaları için halk kitleleri nezdinde hiç de teşvik edici olmayacak ve halk tabakaları dahil, çeşitli kademelerde esasen mevcut olan radikalleşme eğilimlerini kuvvetlendirecektir.

Çoğulcu düşünceye etkisi,
Türkiye’de yoldan geçen insanların soykırım konusunda görüşleri bilhassa son zamanlarda Ermenistan’dan ve tabii diyasporadan farklı şekilde oldukça ciddi bir çoğulcu manzara gösteriyor. Dünyanın hiçbir yerinde Ermenilerin soykırımı tartışmaları mümkün değilken, hatta buna yasal olarak imkân bulunmazken, Türkiye’de toplumun belli kesimlerinde soykırımı hakkında farklı görüşleri savunmak artık mümkün. Amerikan Kongresi’nden çıkacak bir kararın Türkiye’de filizlenmeye başlayan bu düşünce çoğulculuğunu da olumsuz etkileyeceği unutulmamalı. Zaten halkın büyük çoğunluğunun bu konudaki bilgisi aile veya dost ve arkadaş öykülerine dayanmakta ve Birinci Dünya Savaşı’nda Müslüman Türklerin Anadolu’da Ermeni çetelerin ellerinden gördükleri zulüm etrafında şekillenmekte. Olayların Türkiye’den görünüşüne, bir bakıma, evlerinden atılma, katliam, şiddet ve kitlesel göçe zorlanma gibi Ermenilerin kendi hikâyelerinin Türklere aynen yansımalarının hâkim olduğunu hepimiz biliyoruz. Türkiye’de yine birçok insan, Amerikalılardan (ve Avrupalılardan) farklı olarak, yüz binlerce Azerbaycanlının çok yakın bir geçmişte Ermenilerce zorla işgal edilen topraklarından sürülerek kendi ülkelerinde mülteci durumuna düştüğünü ve Amerikan ve Avrupa kamu oylarının bu adaletsizlik karşısından sessiz kaldığını görüyor. Dolayısıyla tasarı Amerikan Kongresi’nce kabul edilecek olursa bu kabulün özellikle Anadolu’da ve büyük şehirlerde, belli kesimlerdeki geniş Türk halk kitleleri içinde büyük bir öfke ve infiale sebep olacağına muhakkak nazarıyla bakılabilir.

Sorumluluk,
Böyle bir karar, Avrupa Birliği’nin tam üyelik müracaatımıza gösterdiği ayak süren davranışlarının yarattığı aleyhtarlık ve soğukluğu, Türk-Amerikan ilişkilerine de, artık bir daha onarılması pek güç olacak şekilde yerleştirecek ve Türk-Amerikan ilişkilerinde Türkiye karşıtı aşırı etnik lobilerin emelleri doğrultusunda derin uçurumlar açılmasını sağlayacaktır. O zaman Türk-Amerikan ilişkilerinin, İran-Amerikan ilişkilerine benzer bir güvensizlik içinde görmek isteyenlerin emelleri gerçekleşmiş olacaktır. Ermeniler, Azerbaycanlı kaçkınlarının yurtlarına dönmelerine razı olmazken, tasarı, Türk halkının önemli bir bölümü tarafından Erivan’a verilmiş büyük bir taviz olarak görülecektir. Evet tasarının kabulünün Türk halkında yaratacağı tepkiler, hem Türkiye’de, hem de bölgede uzun vadeli sonuçlar ve siyasi sakıncalar yaratacaktır. Ama bunların yanı sıra, karmaşık hukuki sonuçlara da yol açacağı hatırda tutulmalıdır. Bu sonuçların bedelini, nihai tahlilde, bu tasarıya oy verecek olan üyelerin ödeyecekleri de unutulmamalıdır. Bu nedenle Dışişleri Bakanlığı’nın kongre üyelerini kendi sorumluluklarının bilincinde olmaya davet etmesi yerindedir.

Ütopyalar,
Tarihte her ülkenin, her halkın ütopyaları olmuştur. Bugün de var. Ütopyalar bazen milletlerin varlık nedenlerini oluşturur. Ermenilerin soykırım iddiaları da bu kategoriye girer. Bu nedenle bu iddiaların yok olacağını düşünmeyelim. Bizim de ütopyalarımız var. Örneğin Ermenilerin soykırım iddialarının karanlık yüzünü görecekleri ve bu iddialarından vazgeçeceklerini hayal etmek gibi. Milletler birbirlerinin ütopyalarını bilerek bir arada yaşarlar.

Kamuoyu,
Evet her hikâyenin doğru veya yanlış bir diğer yüzü var. Öteki yüzün görülebilmesi o kadar kolay değil. Klasik diplomasi usulleriyle olmuyor. Uzun on yıllara yayılan zaman dilimleri içinde, dünya TV ekranlarında, uluslararası konferanslarda serbestçe yapılan tartışmalara, dünya gazetelerinde yayınlanan makalelere, dünya kitapçılarının kütüphanelerinin raflarında yer alan kitaplara, filmlere, edebiyat ve sanat eserlerine uzanan uzun soluklu kamuoyu diplomasisine ihtiyaç var. Bu da ancak bilinçli kuşakların yetişmesiyle, önümüzdeki on yıllara kalacak bir iş. Sırf bugüne baktığımızda, Ermenilerin ve Türklerin ütopyaları devam ettikçe, Amerikan siyasetinde etnik lobilerin rolü ayni kaldıkça yakın bir gelecekte soykırım kısırdöngüsünden çıkmamıza olanak yok.


* Bu yazı 5 Mart 2010 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
** Yazı, Amerikan Temsilciler Meclisi’ndeki tasarının oylaması yapılmadan önce kaleme alındı.

http://www.bilgesam.org/incele/886/-kisir-dongu-ve-utopyalar-/#.XHY2KYkzbIU


***

Önce Küresel Nüfuz Politikaları mı, Açık Toplum İdeali mi?

Önce Küresel Nüfuz Politikaları mı, Açık Toplum İdeali mi?,




Özdem SANBERK
08 Haziran 2010


İsrail’in Gazze’ye yardım konvoylarına kanlı saldırısının dünyada ve bölgede yarattığı bunalım bütün sıcaklığı ile sürüyor. Olayların devam edeceği ve suların kolay kolay durulmayacağı belli. Bu sırada yapılacak değerlendirmelerde dikkatli olunması, itidalin elden bırakılmaması, fevri davranışlardan kaçınılması ve acele kararlar alınmamasının önemi açık. Tarih, akışını hızlandırdı. Bu akışın istikametini iyi teşhis edemeyenlerin akıntıyla ters düşeceklerine şüphe yok.

Hem bölgeselleşen hem genişleyen dış politika
Böyle bir uluslararası ortamda Türk dış politikasının hem bölgemizdeki etkiliğinin arttığını, hem de sorumluluk alanının dünya diplomasi sahnesinin tamamına yayıldığını görüyoruz. Türkiye dinamik bir topluma sahip. Çabuk artan çok genç bir nüfusu var. Süratle değişiyor. Dünyadaki dengeler de, tarihin hızlı akışına paralel olarak süratle değişiyor. Türkiye’nin bu dinamik değişime ayak uydurabilmek ve artan genç nüfusuna beklediği geleceği hazırlayabilmek için sürdürülebilir büyümesini geçekleş-tirebilmesi gerekiyor. Bu nedenle içerde ve dışarıda barışa ve istikrara ihtiyacı var.


Türkiye, bu ihtiyaçtan hareketle çevre ülkelerde ve özellikle Ortadoğu’da istikrarsızlık ve çatışma yaratabilecek gelişmelerin karşısında yer alıyor ve aynı şekilde dünya barışını tehdit eden gelişmeleri de dikkatle izliyor. Bu gelişmelerin kendisi için bir tehdit oluşturmasını önlemeye çalışıyor. Komşularıyla ilişkilerini geliştiriyor, aralarındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışıyor. Türk diplomasinin bugün özellikle Ortadoğu’da yoğunluk kazanması, fakat aynı zamanda dünyaya açılmasının gerekçelerini işte Türkiye’nin istikrarsızlıklarla dolu kendi bölgesinde ve belirsizlikler içindeki dünyada barışa olan bu ihtiyacında aramak gerekir.


İç siyaset.,
 
Türkiye iç barışını sağlamak için içerde on yıllardan beri birikmiş ve müzminleşmiş sosyo politik sorunlarının köklü çözümlerini hedef alan açılım politikalarını izliyor.


Bölgesel diplomasi,

Türkiye çevre ülkelerle de sorunsuz yaşamak için Ortadoğu, Hazar havzası, Kafkasya, Karadeniz bölgesi ve Balkanlar’da istikrar, güvenlik ve refahın yerleştirilmesi gerektiğine inanıyor. Bu geniş bölgeyi bir barış, işbirliği ve dayanışma alanı haline dönüştürmek amacıyla buralarda çatışmaları önleyici aktif girişimlerde bulunuyor. Bu amaçla son yıllarda bölgede giriştiği teşebbüsler etkileyici.


Bu teşebbüslerden bazıları özetle şunlar: 

Gazze halkının ıstıraplarının ve onları tecritten kurtarmak için bu sorunun, BMGK’de İsrail aleyhine karar aldırmak dahil, dünyanın gündemine dramatik bir şekilde getirilmesi ve İsrail’in uluslararası toplumda izole edilmesi, İran’ın uranyum zenginleştirme çabaları dolayısıyla doğan soruna barışçı çözüm için Brezilya ile birlikte İran’la imzalanan Takas anlaşması, Irak’ta, bölgesel Kürt Yönetimi ve Şii Gruplar dahil, tüm etnik ve mezhep gruplarının güvenini kazanarak ülkede birlik ve güvenliğin kurulmasına yardım, Suriye ve Lübnan ile karşılıklı güvene dayanan yeni ilişkiler kurulması, Suriye, Libya, Ürdün, Yunanistan ve Rusya dahil çevre ülkelerinin büyük kısmıyla vizelerin kısmen veya tamamen kaldırılması, Rusya ile 30 milyara varan ticaret hacmi ve enerji işbirliği kurulması, Azerbaycan ile geniş kapsamlı petrol ve gaz antlaşmaları imzası, Ermenistan’la Kafkasya’da barış, güvenlik ve istikrar hedefine ve ikili diplomatik ilişkilerin kurulması hedefine yönelik protokollerin akdi, Batı Balkanlar’da Bosnalılarla Sırpların barıştırılması, Kıbrıs’ta BM Kapsamlı Barış Planı’na ve çözüm çabalarına destek, Yunanistan’la imzalanan 22 yeni Anlaşma..


Bu girişimler Türk diplomasisinin Ortadoğu’da, Kafkaslarda ve Doğu Akdeniz‘de birkaç yıldan beri ne ölçüde yoğunlaştığını kanıtlayan girişimlerden sadece bazıları. Türkiye’nin bölgede böyle bir barış ve işbirliği stratejisi izlemesini mümkün kılan en güçlü avantajı ise kendi topraklarının sınırlarını bilmesi ve etrafındaki ülkelerin hiç birinin toprakları üzerinde bir talebi bulunmaması.


Avrupa Birliği,

Öte yandan Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi Türkiye’nin temel siyasi tercihi olmaya devam ediyor. Evet, birlik içinde güçlü siyasi çevrelerin engelleme çabaları var. Ama Türkiye bu kıtaya 600 yıllık tarihi ve kültürel ekonomik, ticari ve insani bağlarla bağlı. Ayrıca Avrupa Birliği’nde yaşayan 4 milyon vatandaşı ve soydaşı bu bağların sırf geçmişe değil bugüne de ait bulunduğunu kanıtlıyor.


Küreselleşme,

Türkiye küreselleşmeyi iyi yönetmek istiyor, çünkü küreselleşme, içerde toplumumuzun kırılgan kesimlerini daha da zayıflatıyor, dışarıda ise siyasi ve ekonomik adaletsizliklerin ve haksızlıkların temel nedenleri arasında. Ama bunun yanında insanlığın bir bütün olarak ortaya çıkmasını sağladığı için gelecek perspektifinde büyük fırsatları da beraberinde taşıyor. İşte Türk dış politikasının, karmaşık bir dünyada, bir yandan bölgeselleşirken, bir yandan da sorumluluk alanını genişleterek küresel ayak seslerini duyurmasının sebepleri bunlar.


Barış için kurulacak her masaya oturmak,
 
Türkiye, şekillenmekte olan bu 21’inci yüz yıl dünya düzeninin kurulmasında bu nedenlerle aktif rol almak istiyor. Gerek bölgesel, gerek küresel düzlemlerde ortaya çıkacak muhtemel istikrarsızlıkların, tehditlerin ve çatışmaların bize sirayet etmesini önlemek ve ülkenin ihtiyaç duyduğu kalkınma hamlelerini önlemesine set çekmek için çevresinde ve dünyada barışı korumak amacıyla kurulacak her masaya oturmak ve düzen kurucu olmak istiyor. Bu sözler Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na ait. Dış ilişkilerimizde bu günkü vizyonun amacını açıklıyor. Türkiye’nin yükseliş enerjisinin sebeplerini de ortaya koyuyor.


Bütün bu gelişmelerin anlamı nedir?,

Türk dış politikasının yeni vizyonunda dış ilişkilerindeki önceliğinin, Ortadoğu ve çevre ülkeleri üzerinde şekillenmekte olduğunu görüyoruz. Dışişleri Bakanı bölgeyi sahiplenmek ve çevre ülkelerinde bir nevi düzen kurucu bir rol oynamak istediğimizi açıkça söylüyor. Hükümet, Güney ve Kuzey komşularımıza vizeleri kaldırarak ilişkilerin gelişmesinde, barış ve güvenliğim kurulmasında bizzat halkları da devreye sokuyor. Aynı yörede bir saatlik mesafede yaşayan insanların birbirleriyle temas etmelerinin önündeki engelleri yok ederek bölgenin jeopolitiğine insani bir boyut kazandırıyor. Bu rol bölgede dönüştürücü bir etki yaratıyor. Karışık bir coğrafyada barış adacıkları, barış havzaları meydana getiriyor. Ermenistan’la imzalanan Protokoller iki ülke arasında ve Kafkasya’da on yıllarca birbirlerine sırt sırta yaşayan insanların şimdi birbirlerine yüz yüze dönmeleri için umut ışıkları yakıyor. Bu süreçler katılımcı süreçler. Bir kısmının henüz sonuç vermemiş olması girişimlerin doğru olmadığını kanıtlamıyor. Türkiye’nin özgüvenini ve bölgedeki barışa katkı iradesini gösteriyor.


Dış politikanın sorumluluk alanının genişlemesi,

Türk dış politikasının önceliği bölgeye kaymış olmakla beraber Türk diplomasinin sorumluluk alanın küresel bir nitelik kazandığını yukarıda belirtmiştik. Her gün yenilenen dünyada Türkiye de süratle değişiyor. Yüksek işsizliğe, yoksulluğa, bölgelerarası dengesizliklere rağmen şehirleşme, eğitim ve orta sınıflaşma, dengesiz fakat süratli bir şekilde gerçekleşiyor. Türkiye bölge ekonomisinin odak noktası ve itici gücü. Türkiye bu ekonomik gücünü, Cengiz Çandar’ın yazdığı gibi, jeopolitik gücüyle birleştiriyor. Böylece siyasi nüfuzunu çevresine ve küresel düzleme yayıyor ve uluslararası toplumu, Türkiye’nin görüşlerinin hesaba katmaya zorluyor. Türk dış politikasının büyük dünya sorunlarını kendi ilgi sahası içinde görmesi 21’inci yüz yıl yeni dünya mimarisi içinde yer alabilmek ve bu sorunların çözümü konusunda kendi görüşlerini kabul ettirebilmek açısından Türkiye’ye ciddi bir avantaj sağlıyor.


Kendi dış politika sorunlarımız aynen duruyor,

Ne var ki Türkiye bu avantajı Kıbrıs ve Ege sorunlarının çözümü ve Güney sınırlarından topraklarına yönelen terör tehdidinin sona erdirilmesi veya etnik lobilerin kamu oyu saldırılarının dengelenmesi veya Avrupa Birliği katılım sürecinin ilerletilmesi gibi ulusal çıkarlarını korumak ve ilerletmek için henüz somut olarak kullanabilmiş değil. Türk diplomasisi Gazze’deki insanlık dramına son verilmesi için gösterdiği enerji ve iradeyi, Avrupa’da kuşatma altına tek halk olan ve Ada’da barış ve birleşme istedikleri halde kendi kimlikleriyle hala seyahat bile edemeyen Kıbrıslı Türkleri de onlarca yıldan beri maruz kaldıkları haksız tecritten kurtarmak için de artık gösterebilmeli.


Otoriterleşme ve radikalleşme riski,

Türkiye uluslararasında daha henüz başlangıcında bulunduğu bu nüfuz ve yükseliş sürecinde dikkat ve kararlılıkla yol almakta. Yalnız burada gözden uzak tutulmamasında yarar olan bir nokta var:


Türkiye kendi demokrasisini derinleştirmeden, iç ve dış politikalarındaki önceliğini, 21’inci yüzyıl şeffaf ve açık toplum demokrasisi ideali yerine, bölgesel ve küresel nüfuz politikası arayışlarına kaydırarak transatlantik dünyasındaki ittifak bağlarını zayıflatmak pahasına bölgede yerleşecek olursa, çok boyutlu diplomasi yaklaşımımdan artık söz etmek imkânı kalmaz. Dış politikada radikalleşme riski ciddileşir. Dış politikada radikalleşme, içerde radikalleşmeyi beraberinde getirir. Türkiye otoriter bir Ortadoğu demokrasisine dönüşme sürecine girer. Böyle bir gelişme, insan unsurunun özerkliği, insan onuru ve ifade özgürlüğü idealine erişme hedefimizin gerçekleşmesini büyük ölçüde zorlaştırır. Ne yazık ki, azınlıktaki görüşe saygı temelinde bir demokratik anlayış, her iklimde gerçekleşemiyor.


Türkiye’nin Ortadoğu kimliği, aynen Avrupa kimliği gibi eşyanın tabiatına uygun bir gerçek. Bu da aslında bizim kimliğimizin zenginliği. Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olması nasıl doğalsa, aynı zamanda bir Ortadoğu ülkesi olması da doğal. Ama otoriter bir Ortadoğu ülkesi olması sorunlu. Ülkemiz otoriter bir Ortadoğu demokrasisine doğru evrilme yoluna girecek olursa, o zaman tamamen farklı statüde ve farklı nitelikte bir Türkiye’nin ortaya çıkacağını unutmayalım. Batı dünyası ile gergin ve güvensiz ilişkiler içinde bulunan, tek boyutlu bir dış politika uygulayan ve açık toplum ideali öncelik taşımayan bir Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada nüfuz sahibi olması mümkün olamaz. Böyle bir durum Türkiye’nin, bu gün filizlenmeye başlayan ve hepimizi gururlandıran bölgesel ve küresel etkinliğini de riske atar. Hatta ortadan kaldırır.


Başbakan Erdoğan’ın 1 Haziran tarihinde TBMM’de, uluslararası anlaşmazlıkların çözümünde hukuka ve diplomasiye vurgu yapan sözleri Türkiye’nin bu yola girmeyeceğinin açık teminatını oluşturuyor. Hal böyle olmakla beraber, Bazı Avrupa liderlerinin tutumları dolayısıyla Batı opsiyonunun Türkiye’nin iradesi dışında kapanması olasılığı, önceliklerimizi tayin ederken, bizi böyle bir riskin varlığı konusunda gerçekçi olmaya davet etmekte.


*Bu yazı 07/06/2010 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.,

http://www.bilgesam.org/incele/1270/-once-kuresel-nufuz-politikalari-mi--acik-toplum-ideali-mi--/#.XHYzjokzbIU

***

Çözüm Sınır Aşan Vicdanların Harekete Geçirilebilmesinde

Çözüm Sınır Aşan Vicdanların Harekete Geçirilebilmesinde,












Özdem SANBERK
14 Haziran 2010




Bugün Obama yönetiminin, bölgede bir dünya gücüne düşen liderlik rolünü yerine getirememesi, Ortadoğu’da tırmanan gerginliğin başlıca nedenleri arasında yer alıyor. Bölgede etkin bir Amerikan liderliği olmadan Ortadoğu’daki sorunların çözülmesi mümkün değil. İsrail’in bir ölçüye kadar kulak vereceği tek ülke Amerika. Ama Amerika Ortadoğu’daki politikalarını İsrail’in izlediği çizgiden ayıramıyor. Bunu ayıramadığı müddetçe de Amerika, bölgede iki ata aynı zamanda binmeye çalışan bir süvari görüntüsünden kurtulamıyor. Amerika’nın Ortadoğu’daki asıl çıkarları Arap Yarımadası’nda ve Körfez’de yatıyor. Yönetim en çetin mücadeleyi bu Körfez bölgesindeki çıkarlarını korumak için verecektir.

Obama yönetiminin, Amerikan dış politikasını yönetmekle görevli kurumlarına hakim olmakta başarısız kalması bölge ve dünya barışı için potansiyel tehlikeleri barındırıyor. Bunu en son örneğini çok kısa süre önce İran’la takas anlaşması konusunda Obama’nın Lula ve Erdoğan’a gönderdiği mektup olayında yaşadık. Şimdi de yardım konvoyları krizinde yaşamaktayız. Sebepleri ne olursa olsun bu kriz Amerika’nın bölgedeki en eski iki müttefikinin arasının açılması sonucunu doğurdu. Bu sonuç bölgedeki dengeleri kökünden değiştiriyor. ABD Başkanının Ortadoğu’daki başarısızlığı, kendinden sonra Cumhuriyetçilerin daha sert politikalarla ve Bush sonrası yeni muhafazakâr bir gündemle sahneye çıkmaları sonucunu doğurur.


Birleşmiş Milletler’in İşlevsizliği,

İsrail Gazze kuşatması sırasında kullandığı aşırı güç dolayısıyla uluslararası hukuku ihlal etti. Bu ihlal BMGK’nin görevlendirdiği Güney Afrikalı Yahudi asıllı Hollandalı hukukçu Goldstone başkanlığında kurulan komisyon raporu ile kanıtlandı. Ancak İsrail Amerika’nın da yardımıyla bu raporun BMGK de görüşülmesini engelledi. Oysa bu raporun tartışılması engellenmeseydi belki de Gazze’ye uygulanan ambargo hafifletilecek ve böylece bu günkü gibi bir kriz yaşanması ve dokuz can kaybı belki de önlenmiş olacaktı. Esasen Birleşmiş Milletler de esasen bunun için var. Ama görevini yapamadığı sürece işlevsizleşmiş durumda. Barış ve istikrarın kurulmasına yardımcı olamamakta. Aynen 2004’te Kıbrıs’ta Rumların adanın birleşmesini öngören Kapsamlı Barış Planını referandumda reddetmelerinden sonra, o zamanki BMGS Annan’ın, Rumları sorumlu tutan raporunun Güvenlik Konsey’inde görüşülmesinin yine daimi üyelerden bazılarının (bu kere Rusya ve Fransa’nın) engellemeleriyle önlenmiş olması gibi.


Öte yandan ine BMGK’nin bir başka kararı ise uluslararası toplumunu, Gazze’ye insani yardım yapılmasını zaten öngörüyor. İsrail donanmasının yardım götüren Mavi Marmara ve yanındaki gemilere hücum botlar ve helikopterlerle saldırması bu kararı da hiçe sayıyor. İsrail’in Gazze’yi kuşatma altında tutması ve sivil halk üzerinde baskı ve tecrit politikaları uygulamaya devam etmesi sadece moral bakımdan sorunlu olmakla kalmıyor. Aynı zamanda, yine aynen Rum Yönetiminin, barış ve birleşmeye evet diyen Kıbrıs Türklerine uyguladığı kuşatma politikası gibi ahlaka aykırı olduğu gibi, siyasi bakımdan da yararsız.


Her iki ambargo da sürdürülebilir olmaktan çıkmış durumda. Tabii bu arada Kıbrıslı Türklerin şu anda, ikinci dünya savaşından beri, Saraybosna’dan sonra, Avrupa’da kuşatma altında yaşayan son halk olduğunu da, dünyada, başta biz kendimiz olmak üzere, hatırlayan kimse yok, Biz dahil, hatırlatmaya çalışan da yok. Türkiye Kıbrıs Türklerine uygulanan haksız ambargoyu dünya gündemine getirmekte geç kaldığı sürece, başkalarının Kıbrıs’ın işgalden kurtarılması gibi tutarsızlıkları gündeme getirmesine hayret etmemeli.


İsrail’in Meşruiyet Zemini.,

İsrail vahim bir kuşatılmıştık psikolojisi içinde. Sırtını Amerika’ya dayayarak uluslararası kuruluşların kararlarını hiçe sayıyor. Bu davranışı ile bölge barış ve istikrarını zehirliyor. Aynı zamanda kendi güvenliğini de zaafa uğratıyor. İsrail’in güvensizlik duygusunun bilhassa 1970’lerde Enver Sadat’la barış fırsatı kaçırmasından sonra artarak kötüleşti. Oysa İsrail, barış için ikinci fırsatı iki kutuplu dünyanın sona ermesi ve Körfez Savaşı sonrasında Oslo süreci ile elde etmişti. Bu süreç Türkiye ile ilişkilerin normalleştirilmesinin de meşru zeminini oluşturmuştu. Ne yazık ki İsrail bu süreçte sert ve yayılmacı stratejisini terk etmedi. Özellikle yeni yerleşim birimleri kazanma politikalarını ve sırf Arap alemi için değil, tüm İslam alemi için mukaddes sayılan ve bu nedenle çok hassas olan Kudüs’teki kazılarını sürdürdü. 2006’da Lübnan’a saldırması ve nihayet Hamas’ın roket saldırılarına karşılık son Gazze bombardımanı ve sonrasında sivil halka uyguladığı ambargo dünya kamuoyunu olumsuz etkiledi. Bu politikalar aynı zamanda İsrail kamuoyunda da ciddi eleştirilere yol açtı.


İsrail Halkının Sorumluluğu,

Asırlarca büyük haksızlıklara, ayırımcılıklara maruz kalmış ve kitlesel ıstıraplar çekmiş bir halk olan Musevilerin, ikinci dünya savaşından sonra kendi devletlerini Ortadoğu’da Arap toprakları üzerinde kurmaları, muhakkak ki tartışılması daha uzun sürecek bir tarihi vakıa oluşturmakta. Bu tartışmayı sona erdirmek ve artık herkesin bu gerçeği kabul edip Yahudilerin ana vatanı olan bir İsrail devletiyle barış içinde yaşama iradesine kavuşmasına sahip olmasına yardımcı olmak, geniş ölçüde İsraillilerin elinde.


Bütün mesele İsrail hükümetlerinin ve bu ülke halkının, aşırı güç kullanma ve yeni yerleşim birimlerine devam edilmesi gibi, uluslararası toplum tarafından mahkum edilen politikalarının barış sürecini sürekli akamete uğratmaya ve dolayısıyla Ortadoğu’yu zehirlemeye devam etmesinin önüne nasıl geçileceği konusunda atık bir karara varabilmesi.


Türkiye
Türkiye’nin kendi iç sorunları var. Bu sorunların önemli bir kısmının kökleri kendi sınırlarımızın dışına taşıyor ve bölgemizdeki sorunlara karışıyor. Biz artık kendi sorunlarımızı biriktirmek istemiyoruz. Bu nedenle bu sorunların iltisaklı olduğu çevremizdeki sorunları da, barış girişimleri olsun, arabuluculuk çabaları olsun, kalıcı şekilde çözme iradesini sergiliyoruz. Bu amaçla Erdoğan hükümeti, hem içerde hem dışarıda ciddi açılımlara girişti ve ciddi süreçler başlattı. Fakat süreçler uzuyor. Uzadıkça da kamu oyu desteğini muhafaza etmek güçleşiyor. İsrail’in Ortadoğu’da barışın kurulmasına iştirak etme fırsatını kaçırması, sorunların birbirleriyle iç içe geçmiş olması nedeniyle, bize de ülkemizde istikrar ve refahı sağlamaya, işsizlik ve yoksulluk gibi temel meselelere odaklanma fırsatlarını kaçırtıyor. Ortadoğu’daki bütün sorunların gelip dayandığı Filistin sorunu çözümlenmeden bölgede güvenlik sağlanamaz. Bölgede barış ve güvenlik sağlanamadan Türkiye bölge sorunları ile iç içe geçmiş olan kendi dahili sorunlarının üstesinden gelemez ve tüm enerjisiyle temel ekonomi ve demokrasi hedeflerine kilitlenemez. Bu nedenlerle Türkiye bölgede kurulacak barışın biri nevi hissedarı durumunda. Bu nedenle bölgede düzen kurucu bir rol oynamak istiyor. Yine ayni nedenle de burada barışın temeli olan Filistin meselesi, duygusal yönlerine ilaveten, bizim için bir milli mesele.


İsrail
İsrail Netenyahu hükümetinden ibaret değil. Bu ülkede de barış isteyen insanlar, aydınlar ve güçlü siyasi çevreler olduğunu biliyoruz. Bu çevreler daha huzurlu bir Ortadoğu kurulması için Türkiye’nin etkin ve yapıcı bir rol oynayacağının farkındalar ve buna inanıyorlar. Örneğin Amos Oz, David Grossman ve Gideon Levy bu aydınlardan bir kaçı. Ayrıca İsrail işçi sendikası Hisdradut var.


Daha İsrail devleti kurulmadan mevcut olan en eski ve nüfuzlu kurumlar arasında yer alıyor. Dünyanın en köklü ve etkili sendikalarından biri. İşçi Partisi’nin de güç kaynağı, sosyalist ve sosyal demokrat ideolojisi ile barış kampının başını çekiyor. Muhakkak ki İsrail’de adlarını bilmediğimiz ve şu anda ortalarda fazla görünmeyen başka kişiler ve sivil toplum kuruluşları da var.


Barış ve uzlaşma arayan, çaresizlik içinde olanlara yardım elini uzatmak isteyen insanlar hiç şüphesiz bölgedeki başka komşularımızda, Lübnan’da, Mısır’da Ürdün’de de bulunuyor. Hangi ülkeye mensup olurlarsa olsunlar, bu insanların amaçlarını paylaşmaları, çabalarını birleştirmeleri sağ duyunun bir gereği. Ne yazık ki Mavi Marmara’da dökülen kan bu kapasitenin kullanılmasını şimdilik geniş ölçüde sekteye uğratmış durumda. Bu fırtınanın sebep olduğu yıkımın kaldırdığı toz bulutları önümüzü görmemize izin vermiyor. Hasarların tamir edilmesi lazım. Bu tamirat mevcut şartlar altında bu hemen gerçekleşecek bir şey değil. Bu aşamada devletlerden ve resmi teşebbüslerden medet ummak yersiz. Hükümetlerin şimdi muhtemelen ihtiyatla beklemekten ve olayları dikkatle izlemekten başka çareleri yok.


Sivil Toplum
Ne var ki tarih süratle hareket ediyor. Kendi hızına yetişemeyenleri affetmiyor. Barış fırsatları kaçıyor. Bu fırsatları kaçırmanın, maliyeti başta Filistin halkı olmak üzere herkes için çok ağır olabilir. Gazze’de ıstırap çekenlerin, devletlerin harekete geçmesini bekleme lüksü yok.


Bugün dış politika artık sadece devletten devlete yapılmıyor. Düşünce kuruluşları, mesleki teşekküller, yardım kuruluşları, işadamları, doktorlar, gazeteciler, sendikalar artık dış ilişkilerin devlet dışı aktörleri haline gelmiş bulunuyorlar. İşte sırf bir IHH’nın bir eylemi, Gazze dramını dünya gündeminin en üst sırasına çekebildi. BMGS tecridin sona ermesi çağırırsında bulundu. Daha şimdiden refah kapsısını açtırdı.


Türkiye’nin bundan sonra izleyeceği yol haritası da İsrail ile ilişkilerin koparılması gibi, çatışmacı ve menfi bir gündem üzerine değil, değerli diplomat ve siyaset adamı Mehmet Ali Bayar’ın geçen pazar akşamı bir TV programında önerdiği gibi, insanlık sorumluluğuna dayalı sınır tanımayan vicdanlar üzerine kurulmalı ve bizim sivil toplumumuzla, İsrail’de Netenyahu hükümetine karşı çıkan zinde sivil kuvvetleri arasında bir dayanışma işbirliği gerçekleştirilmesi zeminine oturtulmalıdır. Böyle bir dayanışma muhakkak ki ancak demokratik ülkelerde yapılabilir. İsrail’in, her şeye rağmen bir demokrasi olduğu ve saldırıya uğrayan yardım konvoyunda İsrail vatandaşlarının bulunduğu gerçeğini unutmayalım.


Türkiye ile İsrail arasında bir sivil dayanışmanın uluslararasında büyük yansımalar yaratacağından ve uluslararası sivil toplum dünyasına hale hale yayılacağından kimse şüphe etmesin. Böyle bir girişim aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu’da yumuşak güce dayalı düzen kurucu rolünü uygun düşeceği gibi Başbakan Erdoğan’ın Netenyahu Hükümetiyle İsrail halkı arasında mesafe koyan tutumunu da teyit edecektir.


* Bu yazı Radikal Gazetesi'nde 12 Haziran 20010 tarihinde yayınlanmıştır.


***



Şah Fırat ile 1921 Ankara Anlaşması ve 1956 Halep Protokolü’nün Tanıdığı Hak Kullanıldı.,

Şah Fırat ile 1921 Ankara Anlaşması ve 1956 Halep Protokolü’nün Tanıdığı Hak 
Kullanıldı.,


Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu 


USAK Başkanı Özdem Sanberk: 

" Şah Fırat ile 1921 Ankara Anlaşması ve 1956 Halep Protokolü’nün Tanıdığı Hak Kullanıldı " 

USAK Başkanı Büyükelçi (E) Özdem Sanberk, uluslararası boyutuyla Şah Fırat Operasyonu’nu değerlendirdi. Operasyonun son derece olumlu bir adım olduğunu ancak daha önce yapılması gerektiğini ifade eden Sanberk, 1921 Ankara Anlaşması ve 1956 Halep Protokolü’nün Türkiye’ye tanıdığı hakkın kullanılarak Şah Süleyman Türbesi’nin güvenlik bakımından daha emniyetli bir yere taşındığını belirtti. 

Mülakat: Kerem TÜRK.,

Muhalefetin yoğun eleştirdiği, iktidarın ise büyük bir başarı gibi gösterdiği Şah Fırat Operasyonu’nu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Sanberk: Operasyonu değerlendirmeden önce genel tabloya bakmak gerektiği kanaatindeyim. Karşımızda çöküşe geçmiş bir Ortadoğu ve gergin bir Türkiye bulunuyor. 

Tabiatıyla yapılan operasyon son derece önemli. Çünkü yıllar sonra Türkiye ilk defa sınır ötesi bir harekât yaptı. Bunu da uluslararası anlaşmalara tamamen uygun bir biçimde, Türkiye’nin haklarını korumak için gerçekleştirdi. Bilindiği üzere Süleyman Şah Saygı Karakolu, vahşi bir terör örgütü olmanın yanında şiddete dayalı devlet dışı bir aktör olan IŞİD’in tehdidi altındaydı. Her zaman yaşanılanın dışında, olağandışılığın yarattığı büyük bir tehdit söz konusuydu. Bahsedilen tehdidin püskürtülmesi gerekiyordu ve Türkiye’de uluslararası hukuka uygun bir şekilde bunu gerçekleştirdi. 

Cumhuriyet tarihinden bu yana ilk defa toprak kaybı olduğu yorumlarına da rastlıyoruz. Türbenin korunamaması gibi bir durum söz konusu muydu? 
Bu durumda başka argümanlar devreye sokulabilir miydi? 

Sanberk: IŞİD’in gerek kullandığı yöntemler gerekse elinde bulundurduğu güç türbenin korunmasını mümkün kılmıyordu. Dolayısıyla türbede bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) personelinin hayatları söz konusuydu. Türbenin taşınmaması durumunda katliam yaşanabilirdi. Türkiye’nin böylesi bir senaryoyu kaldırma gücü olduğunu düşünmüyorum. Her hükümetin yapacağı ilk iş söz konusu vahim durumu önlemektir. 

Sonuç itibarıyla, operasyonun son derece olumlu bir adım olduğu kanaatindeyim. Operasyona yönelik belki de eleştiri yapılacak tek bir husus, zamanlama ile ilgili olabilir. 

Durum bu hâle gelmeden önce türbenin yerinin değiştirilmesi gerekirdi. Bu yönüyle geç kalınmış bir inisiyatiftir. Ayrıca Şah Fırat ile TSK kendi operasyon kabiliyetini de ortaya koydu. Son derece komplike bir operasyonu başarılı bir şekilde yerine getirdi. 

Operasyonda hükümetin de diplomatik alanda gerekli başarıyı gösterdiğini belirtmek gerekir. Geç kalınmış olmasına rağmen büyük bir risk alınmış ve başarı elde edilmiştir. 

Kanaatimce Türkiye’nin Suriye politikası değişen koşullara uygun olarak çok daha önceden revize edilmeliydi. Hadise bu sebeple biraz zihinleri karıştırıyor. Gerek hükümetin gerekse muhalefetin söyledikleri temel olarak haksız ve yanlış değil. Ancak kullanılan sert üslup, Türk halkını gerginliğe sevk ediyor. 
Türkiye’nin sınır ötesi harekâtla Suriye toprakları içinde operasyon düzenlemesi ve bulunduğu alan itibarıyla Türkiye’nin parçası sayılan türbenin yerinin Türkiye sınırına yakın olan Eşme bölgesine taşınmasının yansımaları nelerdir? Bu durum uluslararası hukuk ve diplomasi açısından nasıl 
okunabilir? 

Sanberk: Diplomasi her hâlükârda mevcut olan uluslararası anlaşmaları esas alır. Türkiye ile Suriye arasında 1921 yılında TBMM hükümeti ile yapılan Ankara Anlaşması ve daha sonra 1956 tarihinde yapılan Halep Protokolü, Süleyman Şah türbesinde Türkiye’nin mülkiyetinin olduğunu kanıtlayan çok önemli iki belge. Bunun dışında daha yakın tarihe bakacak olursak 2006 yılında sınır taşlarının konulması hakkında Suriye ile imzalanmış protokoller, 2013’te Suriye İstanbul Başkonsolosu’nun Süleyman Şah ile ilgili toprak sorununun olmadığına ve 1956 Halep Protokolü’ne bağlı kalınacağına dair beyanları yine referans alınabilir. Uluslararası hukuk bakımından ele alındığında, buradaki toprağın Türkiye’ye ait olduğu ve Türkiye’de kalacağı noktasında fikir birliğine varılıyor. Konunun temel sorununu ise bir sınır ötesi harekâtın kurallara uygun olup olmadığı teşkil ediyor. 

Açıkçası Türkiye bu harekâtı yaptığı zaman, Suriye hükümetine yani Esad rejimine, BM Güvenlik Konseyine ve Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bildirimlerde bulundu. 

Suriye’nin itirazları ise kendilerine bildirimde bulunulduğu fakat cevabının beklenmediği yönünde. Ancak cevaplarının toprak ihlali yapıldığına dair olacağı da kuvvetle muhtemeldi, nitekim bunu doğrular söylemleri var. Tam da bu noktada unutulmaması gereken bir husus Türkiye’nin zaten operasyon yaptığı toprakların egemenliğinin Suriye’ye ait olduğuna itiraz etmemesidir. 

“De Facto Bir Durumdan Bahsetmek Söz Konusu Değil” 

Hâlihazırda, Suriye hükümetinin kendi silahlı kuvvetleri mensuplarını çektiği ve kontrolünün olmadığı bir bölgeden bahsediyoruz. Bu topraklardan Türkiye’ye yönelik mutlak bir tehdit söz konusu. Dolayısıyla Türkiye uluslararası devletler hukukunun kendisine tanıdığı bir hakkı kullanarak Şah Fırat operasyonunu gerçekleştirmiş bulunuyor. 

Burada de facto bir durumdan bahsetmenin imkânı yok. Toprak işgalinin olduğu ifade edilen bölgede, kontrolü olmayan hükümetin Türkiye’ye “Benim topraklarımı ihlal ediyorsun” deme hakkı yoktur. 

Çok önemli olduğunu düşündüğüm bir misal: Biliyorsunuz 1990’lı yıllarda Türkiye Irak topraklarında sınır ötesi harekâtlar yapardı. Çünkü 36. paralelin kuzeyinde yaşayan halkın, Kürtlerin Saddam hükümeti tarafından berhava olmaları veya tahrip edilmeleri önlenmeye çalışıldı. O dönemde gerçekleşen her sınır ötesi harekâttan sonra Saddam rejimi, Türkiye’ye “Topraklarımızı ihlal ettiniz bu savaş sebebidir” şeklinde açıklamalar yapardı. Ancak uluslararası toplum bunu dikkate almadı. Zaten BM Güvenlik Konseyi kararları, Saddam yönetimince yapılan açıklamaları dikkate almayı gerektiren bir durumun ortaya çıkmasını başından önlüyordu. 

Türkiye Arapça İfadesiyle Iztırar Halinde Kalmıştır” 

Türbenin Eşme’ye inşa edilmesiyle ilgili çeşitli tartışmalar yapılıyor. Bu bağlamda öncelikle Türkiye’ye tanınan hak ile Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu yerin Türkiye toprakları olduğunun bir kez daha altını çizmek gerekiyor.

30.12.2015 Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu,
 http://www.usak.org.tr/print.php?id=1847&z=3 

Bu bağlamda su veya güvenlik gibi sebeplerden türbenin yeri geçmişte de iki defa değiştirildi. Bugün üçüncü duruma bakıldığında ise kanaatimce Türkiye bir nevi Arapça tabir ile ıztırarda kalmıştır. Türbenin yerinin değiştirilmemesinin alternatif maliyetinin yalnızca Türkiye için değil, bölge için oldukça yüksek olacağı açıktır. Türkiye kendi askerî kuvvetleri mensuplarına yönelik vahşice bir saldırı yapılması durumunda hiç şüphesiz hareketsiz kalmayacak ve buna misliyle cevap verecekti. Sonuç itibariyle operasyon yapılmasaydı Türkiye ve bölge çok büyük bir felakete sürüklenebilirdi. 

PYD tarafından “operasyon sırasında Türkiye ile işbirliği yapıldığı”. “herhangi bir örgüt ile yardımlaşma olmadığı” yönünde açıklamalar var. Diğer taraftan Selahattin Demirtaş “IŞİD’e karşı PYD ile işbirliğine gidilebilir” şeklinde bir öneride bulundu. Bunlarla ilgili düşünceleriniz neler? 

Sanberk: Eşme, PYD’nin hâkimiyet iddia ettiği kantona bağlı bir bölge iken Türkiye açısından Suriye’nin egemenliğinin geçerli olduğu ancak rejimin kontrolünden çıkmış bir bölgedir. 

Soruda bahsedilen şekilde karşılıklı işbirliği ya da izin almak bağlamında olmasa da büyük bir devlet olarak Türkiye’nin, bölgede var olan bütün devlet dışı aktörlerle zaten bağlantıda olması beklenir, olduğu varsayılır. Örneğin PYD yetkililerinin Türkiye’ye çeşitli temaslar kapsamında gelip gittiği biliniyor. Burada meselenin esasını oluşturan Türkiye’nin PYD’den izin almış olması meselesi değil. Türkiye’nin taraflara bildirimde bulunması idi. Bahsi geçen bildirim kabul görmeseydi, o zaman kan dökülmesi muhtemeldi. 

Eşme’ye taşınan türbe için son durak olmadığı ifade ediliyor. Türbenin taşındığı yerin geçici olmasının sürekli altının çizilmesinin önemi nedir? 

Sanberk: Eşme, Türkiye toprakları dışında sınıra yaklaşık 150180 
metrelik uzaklıkta bulunuyor. 1921 Ankara Anlaşması’nın ve 1956 Halep Protokolü’nün Türkiye’ye tanıdığı hak kullanılarak türbe güvenlik bakımından daha emniyetli bir yere taşındı. Geçici bir yer değişimi söz konusu oldu. Ancak Türbe’nin tekrar eski yerine taşınması Suriye’de güvenlik sağlanmadan mümkün görünmüyor. Bu noktada Suriye’nin içinde bulunduğu durumun bir senede değişeceğini savunmak kabul edilir gibi değil. Belki hiçbir zaman değişmeyecek. Buna rağmen Türkiye’nin gerçekleştirdiği yer değişiminin geçici niteliğini vurgulamakta yarar var. çünkü Türkiye bu çerçevede aslında Suriye’nin toprak bütünlüğünü derpiş ettiğini kanıtlıyor. 

Sonuç itibarıyla, Türkiye türbenin taşınmasında keyfî bir inisiyatif almamıştır. Türkiye, yaklaşımı ve bulmuş olduğu çözüm bakımından mevcut tehdidi savacak, TSK mensuplarını en güvenli şekilde muhafaza edecek ve aynı zamanda da haklarından fedakârlık etmeyecek bir çözüm yolu bulmuştur. Esas olan da bu tespitin yapılmasıdır. 

http://www.usak.org.tr/print.php?id=1847&z=3 

***