5 Ocak 2019 Cumartesi

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi, BÖLÜM 2

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi,  BÖLÜM 2 



         PKK İLE İKİNCİ MÜCADELE SÜRECİ    

         PKK ile sürdürülen Oslo Müzakerelerinin 2011’de PKK’nın Silvan 
saldırısından sonra kesilmesini takiben güvenlik güçleri terörist örgütün kent 
kadrolarını oluşturan KCK’lılara karşı kapsamlı operasyonlar geliştirmişlerdir. 
2002’den sonra terörle mücadele adına yapılan tek doğru eylem, KCK 
operasyonlarıdır. Ayrıca Öcalan’a tecrit politikası uygulanarak, PKK’yı 
yönetmesi engellenmiştir.

         PKK, bu siyasete “halk savaşı” adını verdiği terörist saldırılar ile 
cevap vermeye çalışmıştır. PKK’nın halk savaşı siyaseti 2012 yazında Hakkari’de 
alan hakimiyeti girişimi aşamasına ulaşmış ise de örgüt başarılı olamamıştır.

        Bu aşamada Abdullah Öcalan ile Hükümet arasında gizli müzakereler 
başlamıştır. AKP Hükümeti Öcalan’a uygulanan tecriti kaldıracaktır. PKK üzerinde tekrar etkinlik sağlamasının yolu bulunacaktır. PKK üzerinde etkinlik sağlayan Öcalan ise PKK’nın sınır dışına çıkmasını sağlayarak AKP Hükümetinin elini rahatlatacak ve bu da daha kapsamlı anayasal reformlar yapmasının önünü 
açacaktır. Hükümet ise Öcalan ve PKK’ya samimiyetini göstermek için KCK’lıların serbest bırakılması ve Kürtçe savunma hakkı dahil bazı adımlar atacak, gelecekte yapılacak etnik reformların perspektifini ortaya koyacaktır.      

        2012 yazı sonunda hapishanelerdeki PKK’lıların, “Kürtçe savunma hakkı” 
ve “Öcalan’a tecridin kalkması” talepleri ile sahte kitlesel açlık grevi 
başlamıştır. 68 gün sürdüğü iddia edilen açlık grevinde kimse ölmemesine rağmen bir medya kampanyası ile Türkiye açlık grevi gerilimine sokulmuş, her gün kitlesel ölümlerin her an başlayabileceği haberleri yayılmıştır.

        PKK açlık grevinin ilk aşamasında AKP 4. Olağan Kongresi 30 Eylül 
2012’de yapılmış, Başbakan Erdoğan bu kongrede PKK Açılımı sürecinin en radikal adımlarının kısa zaman içinde  atılacağını açıklamıştır. Bu adımlar;          

1) Anadilde savunmanın sorun olmaktan çıkarılması, 

2) Anadilde kamu hizmetlerine erişim,

3) Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik komisyonu kurulması,

4) Kamu hizmetlerinde Kürtçe tercümanlık,

5) Nüfusunun 3’te 2’si Büyükşehir belediyesi sınırlarında yaşayan bir Türkiye 
olarak tanımlanmıştır.

          AKP 4. Kurultay’ın da Başbakan Erdoğan tarafından duyurulan yeni 
adımlar hızla atılmaya başlanmıştır.11 Kasım 2012’de Büyükşehir Yasa tasarısı 
muhalefetin büyük tepkisi ve direnişine rağmen kabul edilmiştir. AKP Hükümeti 12 Kasım’da anadilde savunma hakkı ile ilgili yasa tasarısını TBMM’ne vermiştir. 
KCK’nın istediği gibi Kürtçe savunmanın önü açılmıştır. 12 Kasım 2012’de MİT ile Öcalan arasında görüşme yapılmıştır. Sahte açlık grevi Öcalan’ın 17 Kasım 2012’de verdiği talimat ile sona ermiştir. Öcalan’a uygulanan tecride kaldırılmıştır. 23 Kasım’da MİT ile Öcalan arasında ikinci görüşme yapılmıştır. 
3 Ocak’ta Öcalan ile MİT ve Öcalan-BDP görüşmesi yapılmıştır.3 Ocak’ta Ahmet 
Türk ve Ayla Akat Ata İmralı’da BDP adına A. Öcalan ile bir araya gelmişlerdir.

07 Ocak 2013’de Erdoğan Öcalan ile artık “mütareke” yani ateşkes anlamına gelen yeni bir sürecin başladığını şu şekilde açıklamıştır: “Gelecekte Oslo’ya benzer, Oslo olmaz da başka bir yer olur.” Öcalan ile görüşmeler kamuoyuna İmralı ile görüşmeler şeklinde sunulmuştur. Sanki görüşmeler bir ada ile yapılıyor imiş gibi kamuoyu uyutulmak istenmiştir. Bu arada 16 Ocak 2013’de BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Diyarbakır’da yaptığı bir açıklama dikkatlerden kaçmış olmasına rağmen büyük bir önem taşımaktadır. Demirtaş şöyle demektedir: “Süreçte sadece Türkiye’deki Kürtlerin kaderi çizilmiyor, bütün Kürdistan’ın kaderi çiziliyor. Kürtlerin ulusal taleplerde birlikte hareket etmeleri gerekiyor. Sürece Erbil veya İmralı-Erbil adı verilebilir? Diğer tüm grup ve fraksiyonları da bu sürece katmalıyız” 

           Demirtaş’ın bu açıklamasına 04 Şubat 2013’de Erdoğan’ın yaptığı bir 
başka açıklama sanki cevap niteliği taşımaktadır: “Karşımızda siyasi 
muhataplarımız olabilir. Bunlar yerli de olur, uluslararası da olur ve 
uluslararası camiadan istifade edeceksek onlarla da bu işi görüşürüz. Nitekim 
görüşüyoruz, ben de görüştüm.” Açık olan husus, Öcalan ile görüşmelerin bir 
ayağını Barzani diğer ayağını ABD/AB eksenlerinin oluşturduğudur

       Bütün bu süreç yaşanırken, Türk Milletine yönelik kapsamlı bir psikolojik 
operasyon başlamıştır. Bu psikolojik operasyonun üç boyutu vardır.

       Birinci boyutu Öcalan’ın olumlu bir kişilik olarak sunulması 
oluşturmaktadır. AKP Hükümetinin önde gelen isimlerinin başını çektiği bir A. 
Öcalan’ı güzelleştirme psikolojik operasyonu yapılmaya başlanmıştır. Başbakan 
yardımcısı Bülent Arınç’ın ifadeleri ile Öcalan, Türkiye Cumhuriyetinin hataları 
sonucunda iyi bir Müslüman genç iken Kürtçü olmuş bir kader kurbanı olarak 
sunulmaya çalışılmıştır.

       İkinci boyutu müzakere sonuçlarının topluma kabul ettirilmesi için AKP 
Hükümeti tarafından yapılan “PKK’ya taviz vermeyeceğiz” açıklamaları teşkil 
etmektedir. Ayrıca Öcalan’ın şartlarının devlet ve millet tarafından kabul 
edilebilir olduğu propagandası da bu hedefe ulaşılmasına yardım etmesi amacı ile yapılmıştır. Cengiz Çandar bu süreci şöyle özetlemektedir: “Kısacası kamuoyunda ‘Öcalan bu sefer işbirliğine çok yatkın ve PKK’yı dışarıya çıkaracak’ izlenimi yaratıldı. Bunun ne karşılığında olduğunu ise bilmiyorduk biz. Bu soruyu 
soranlara ‘savaşın devamını istiyor’ suçlaması yapıldı. Bu soruyu ortaya atarsan 
fitne sokuyordun ve Başbakan bu soruya cevap vermek zorunda kalacağı için 
sinirlenebilirdi.” [7]

       Üçüncü boyutunu halkın Öcalan ile görüşmeleri desteklediği düşüncesinin 
yayılması çalışmaları oluşturmuştur. Müzakereler ile ilgili kamuoyundan gelen 
gerçek ve sert tepkileri yansıtan kamuoyu araştırmalarına karşı sahte kamuoyu 
araştırmaları piyasaya sürülmeye ve basında yayınlatılmaya çalışılmıştır. Oysa 
değil sadece kamuoyunda AKP parti grubu içinde bile sert tepkiler vardır. Bundan dolayı Erdoğan, Kızılcıhamam toplantıları ile meclis grubunu denetim altında tutmaya ve teşkilatlardaki sapmaları engellemeye çalışmaktadır.

          AKİL ADAMLAR-PSİKOLOJİK SAVAŞIN ELEMANLARI

          Bu üç aşamalı psikolojik operasyona akil adamlar yeni bir boyut 
kazandırmışlardır. Öcalan ve Murat Karayılan tarafından önerilen ve nihayet, AKP ve PKK’nın isimlerde uzlaşması ile kurulan, içlerinde KCK davasından 
yargılananların da bulunduğu akil adamlar kurulunun amacı PKK’ya verilecek 
tavizler konusunda toplumu hazırlayacak bir psikolojik operasyon gerçekleştir  mektir. Akil adamlar, Erdoğan’ın ifadesi ile “halka psikolojik operasyon yaparak” PKK ile üzerinde uzlaşılan çözüme Türk Milletini ikna etmek 
için kurulmuş bir psikolojik operasyon heyetidir.

         Akil insanlar heyeti televizyonlardan, gazetelerden, internetten sonra 
şimdide şehirleri dolaşarak, Türk Milletini kısaca söyleyelim aşamalı olarak 
“Bölünmeye razı etmeye” çalışacaklardır. Akil adamlardan Can Paker “Keşke Öcalan özgür olsa” diyor. Akil adamlardan Prof. Dr. Baskın Oran, “Barış gelmez ise AVM’ler havaya uçar, kan gölüne döner ortalık” diye milleti PKK adına tehdit 
ediyor. Mustafa Armağan eyalet sisteminden bahsetmektedir. Akil insan 
Abdurrahman Dilipak, “yeni devlet adamımız Abdullah Öcalan, eski devlet adamımız Süleyman Demirel’den daha sahici” demektedir.[8]

         Tabii ki, ne AKP Hükümeti ne de akil adamların PKK’lı olanlar hariç 
büyük bir bölümü, Türkiye’nin bölünmesini istemiyor. Hatta, bir çoğu “PKK ile 
mücadele etmeye devam edersek bölünürüz” şekilde düşünüyorlar. Ancak, saptıkları yol Türkiye’yi kaçınılmaz olarak bir kırılma noktasına doğru sürükleyecek. Türk Milletine anlatılacak olan nedir? Türk Milleti terörün bitmesini istemiyor mu? Türk Milletinin “barışa” doğru ifade ile huzura ikna edilmesine gerek yoktur. Terörü sona erdirmeye ikna edilmesi gereken, PKK’dır. Türk Milletini barışa ikna etmek gibi bir ihtiyaç olmadığına göre, akil insanlar Türk Milletini neye ikna edeceklerdir? Barışın bedeli olarak PKK’ya verilecek tavizlere.  

         Öcalan ve PKK ile yapılan müzakerelerin en önemli noktası da budur. AKP 
Hükümetinin PKK’ya vereceği taviz, Türkiye’nin federalleşmesi ve PKK’nın 
güneydoğu Anadolu’da bir veya iki eyaleti PKK devletçiğine dönüştürmesidir. Bu 
eyalet/devletçiklerden birisinin valisi de Abdullah Öcalan olacaktır. 

        Bu noktada Öcalan’ın önerdiği ve uygulamaya konulan süreci nasıl 
işleyeceğini görmeliyiz. Öcalan, MİT ile yaptığı görüşmeler sonucunda üç aşamalı ve iç içe geçmiş süreçler çerçevesinde PKK ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir “barış” yapılacağından bahsetmektedir.

       Bu süreçlerin adlarını A. Öcalan,

1) Sürekli ateşkes,

2) Yeni Anayasa,

3) Normalleşme olarak koymuştur.

         Öcalan tarafından çerçevesi çizilen bu süreç, AKP Hükümeti tarafından 
kabul edilmiştir ve resmi ağızlar Öcalan’ın belirlediği terminoloji ile 
konuşmaktadırlar. Öcalan 21 Mart 2013’de sürekli ateşkes ilan edecek ve 
PKK’lıların Irak’a çekilmesinin başlayacağı ilan edilmiştir. Ancak daha sonra 
gelişmeler geri çekilmenin başlamasını 8 Mayıs tarihine sarkıtmıştır. Böylece 15 
Ağustos 2013’te bitmesi öngörülen geri çekilme, sonbahara kadar uzayacaktır. 
Üzerinde dikkatle durulması gereken husus, Öcalan’ın bu aşamada silah 
bırakılması ile ilgili herhangi bir şey söylememektedir.

         YENİ ANAYASA veya ÖCALAN İLE ANAYASA YAZMAK

         Öcalan önce İmralı Tutanaklarında geri çekilme süreci devam ederken, 
yeni anayasaya konulmasını istediği maddelerin konulup konulmadığını 
denetleyeceğini açıklamıştır. Ancak, daha sonra yapılan pazarlıklar neticesinde 
anayasal değişikliklerin PKK’lıların geri çekilmesinden sonrasına bırakılması 
kararı alınmış görünmektedir. PKK’lıların geri çekilmesi AKP Hükümetine 
anayasada Öcalan’ın istediği değişikliklerin yapılması için gereken zemini 
verecektir. Ancak, Öcalan sadece AKP Hükümeti ile değil, (pazarlığın MİT 
Müsteşarı Hakan Fidan ile yapıldığını söylemek doğru değildir. Bir bürokrat olan 
Hakan Fidan siyasal pazarlık yapamaz sadece Başbakan Erdoğan’ın ağzı ve kulağı olabilir.) Kandil ve BDP ile de müzakere etmektedir. Bu çerçevede Öcalan’ın istekleri de ana eksenini muhafaza etmekle birlikte, AKP Hükümetinin Türk kamuoyunu ikna zorunluluğunu göz önünde tutarak, mümkün olduğunda diplomatik ifade edilmektedir.  

          Öcalan’ın istediklerini İmralı Tutanaklarından yola çıkarak şu 
başlıklar altında toplamak mümkündür.

1) Çekilme için parlamentonun karar alması, TBMM’nin onaylaması,

2) Anayasadan Türk milleti kavramının çıkması, çok milletli bir anayasal zeminin 
oluşturularak Kürtlerin bir etnik grup/millet olarak varlıklarının kabulü,

3) Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve demokrasiye geçişten daha büyük bir 
dönüşümün gerçekleşmesinin talep edilmesi,

4) Başkanlık sistemi ve federal bir sistemin unsurları olan senato ve halklar 
meclisi adlı iki parlamentonun kurulması.

5) Hakikatler Komisyonunun kurulması,

6) Öcalan ve PKK üst düzey kadrolarının serbest kalmasının güvence altına 
alınması,

7) Köylere dönüşün gerçekleşmesi,

8) Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Şartına koyduğu çekinceleri kaldırması  
başlıkları altında toplanabilir.

        Öcalan, BDP milletvekillerine “eğer bu taleplerim karşılanmaz ise 
PKK’lıların geri çekilmesini durdururum. Ve 50 bin PKK’lının katıldığı bir halk 
savaşı başlar” demiştir. Öcalan ile MİT arasında yapılan görüşmelerde üzerinde 
anlaşılan yol haritası budur. Şu ana kadar ne hükümetten  ne de BDP’den “Bunlar yalandır” açıklaması gelmemiştir. Sürecin ilerlemesi ile yukarıda anlatılanlar AKP Hükümeti tarafından bazı makyaj düzenlemeleri ile yaşama geçirilmeye başlanmıştır.

       Öcalan tarafından konulan altı temel şartı İmralı Tutanaklarının 
yayınlanmasından sonra gerçekleşen gelişmeler ışığında Kandil ve BDP’nin de 
müzakere ve mütareke sürecinde dahil olması çerçevesinde teker teker daha 
ayrıntılı olarak tahlil edeceğiz.

       1) PKK’nın Çekilmesinin TBMM Tarafından Onaylaması

       Öcalan, 21 Mart 2013-15 Ağustos 2013 arasında gerçekleşeceğini söylediği 
PKK’lıların Türkiye’den Irak’a gerçekleşecek “geri çekilmenin” TBMM tarafından 
onaylanmasını talep etmektedir. Böyle bir onay, PKK’yı devletler hukuku 
açısından meşru siyasi ve askeri bir varlık haline getirecektir. Hele PKK’lılar 
için gerilla sözcüğü kullanılır ise 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin 3. 
Maddesi çerçevesine girebilir.

       Esasen, TBMM PKK’lıların çekilmesine onay vermese dahi yaşanan süreç 
PKK’nın “Kürtlerin meşru temsilcisi” olarak muhatap alınması ve Kürtlere 
verilecek hakların pazarlığının PKK ile yapılması sonucunu doğurmaktadır.

       Öcalan’ın bu talebi AKP ve BDP tarafından CHP ve MHP’nin oy vermeyi 
reddettikleri  TBMM’de kurulan komisyonu ile karşılanmıştır.

       2) Anayasadan Türk Milleti Kavramının Çıkması

         Öcalan’ın taleplerinden birisi de Türk Milleti kavramının anayasadan 
çıkmasıdır. Öcalan, 2009’daki yol haritasının 2013’deki güncellenmiş halinde 
“Demokratik Ulus İlkesi” ve “Ortak Vatan İlkesi” başlıkları altında, anayasada 
çok dillilik ve çok etniklilik ilkesini savunmaktadır.

         Bu Türk Milletinin siyasal-hukuki varlığına son verecek ve Türk 
Milletini hukuki olarak bir etnik grup hüviyetine itecek bir adımdır. Öcalan, 
yeni Anayasayı PKK’nın ileride Türkiye’yi bölmesini hukuki anlamda 
meşrulaştırıcı bir ara adım olarak görmektedir.Ancak Türk Milleti kavramının 
Anayasadan çıkarılması düşüncesi kamuoyunda büyük bir tepkinin oluşmasına neden olmuştur. Bu tepki, sürece Türk Milletinin tepkisinin yoğunlaşmaması için 
Öcalan, PKK ve AKP’nin şimdilik geri adım atmasına neden olmuştur.

        Buna rağmen Murat Karayılan, Kandil’de 8 Mayıs’ta PKK’nın geri 
çekileceğini açıklarken, bu geri çekilmeyi Öcalan’ın ve PKK kadrolarının 
özgürlüğü yanında Kürtlere anayasal statüye bağlayarak, tek millet=Türk Milleti 
anlayışını ortadan kaldıran yaklaşımda ısrar etmiştir. Ancak daha sonra 
Karayılan’ın basın toplantısında açıklamasına rağmen basın tarafından yazılmayan açıklamaları ortaya çıkınca Karayılan’ın “Eyalet sistemi, federal sistem daha iyi olabilir. Eğer anayasada milletler yazılacaksa hepsi yazılsın. Başbakan sayıyor ya Gürcü, Çerkes, Arnavut,..”diyerek pozisyonunu netleştirdiği görülmektedir.[9]

        Karayılan, PKK’ya yakın bir televizyona 29 Nisan 2013’de yaptığı 
açıklamada PKK’nın şartlarını tekrar etmiştir.Karayılan şöyle demiştir: “Geri 
çekilme tamamlanırsa 2. aşama başlayacak. Bu aşamanın özellikleri Türk 
Devleti’nin çözüm karşısındaki görevlerini yerine getirmesidir. Yani anayasada 
bir reform yapması, koruculuk sistemi ve özel kuvvetleri vb. güçleri bir kenara 
çekmesi ya da bunları sivilleştirmesi. Bu savaş güçlerinin ya lağv edilmesi ya 
da geri çekilmesi gerekiyor. 

Aynı şekilde yeni bir anayasanın düzenlenmesi gerekiyor. Bunda Türkiye’nin 
demokratikleştirilmesi, Kürt inkarının kaldırılması ve varlığının kabul 
edilmesi, Kürt halkının özgürlüklerinin garanti altına alınması, aynı şekilde 
Türkiye’de yaşayan diğer halkların da, yaşayan farklı etnik ve dini kimliklere 
özgürlük tanınması gerekiyor.”[10] 

         BDP eşbaşkanı S. Demirtaş’ın açıklamaları ise çok açıktır. Demirtaş, 
Öcalan’ın İmralı tutanaklarında açıkladığı gibi sürecin üç aşamalı olduğunu 
söylemektedir. Birinci aşama geri çekilme, ikinci aşama yeni anayasa ve üçüncü 
aşama normalleşmedir. Demirtaş: “Birinci aşamadan sonra, Türkiye’nin 
demokratikleşmesi denilen ikinci aşama var. Bu aşamada yasal reformlar ve 
anayasal değişikler var.” “Hükümet, demokratikleşme konusunda adım atmak 
zorunda. Eğer PKK’ya ‘sen geri çekil ve bana fırsat ver. Ben Türkiye’de 
demokratikleşme yapacağım’ diyorsa..Ve PKK’da buna uyuyorsa..Şimdi adım atma sırası hükümetindir.”

          Aslında İmralı tutanaklarına göre, Öcalan, Hükümetin Kürt 
reformlarının çekilme bitmeden gerçekleşmesini istiyordu. Ya bu şartta Hükümetin istediği üzerine bir değişiklik oldu ve Hükümetin kamuoyu karşısında elini güçlendirmek için reformlar PKK çekilmesi sonrasına bırakıldı ya da Demirtaş serbest bir yorum yaptı. İkinci ihtimal yok denecek kadar azdır.

        Peki, PKK’nın demokratikleşme konusunda bekledikleri neler? Demirtaş, 
önce bir geçiş dönemi anayasası sonra ikinci anayasadan bahsediyor. AKP 
Hükümetinden reformları bekledikleri geçiş dönemi anayasasında Demirtaş, “Bütün Türkiye için bölgesel yönetimler önereceğiz. Bir tür özerklik bu… Seçimle iş başına gelen ve yetkileri (egemenliği diye okuyun bundan dolayı özerklik değil federasyon Ü.Ö.) merkezle paylaşan bölge meclisleri bu…Bu bölge meclislerinin içinden de bir tür bölge hükümeti olan bölge yürütmesi çıkıyor. Valinin yerini de seçimle gelen bölge başkanları alıyor.(Erdoğan valiler seçimle gelebilir demişti. Ü.Ö.) Biz parlamentoya anayasa teklifimizi bu şekilde sunduk. Ulusal güvenlik, genel adalet ve savunma, genel bütçe planlama gibi hizmetlerin dışındaki eğitim, sağlık, kültür, turizm bütün hizmet ve  yetkiler bu bölge meclislerine ait oluyor.” Şimdi Demirtaş’ın canalıcı cümlesi geliyor: “BİZ BU MODELİ BARIŞ SONRASI İÇİN DEĞİL, BARIŞ İÇİN ÖNERİYORUZ.” 

            Özetle, Demirtaş, Öcalan, PKK ve BDP’nin AKP Hükümetinden beklediği 
anayasal ve yasal değişikliklerin temelinde federasyonu koyuyor ve ekliyor: “ 
‘Türkçe dışında anadilde eğitim yapılamaz’ diyen bir anayasayı asla kabul 
edemeyiz. Herkesi Türk olarak kabul eden bir maddeyi de kabul edemeyiz.”

            Demirtaş Öcalan’ın hapishaneden çıkması ile ilgili olarak şöyle 
söylüyor: “Öcalan’ın hapiste tutulmasının nedeni Kürt sorununun çözülmemiş 
olması ve savaşın devam ediyor olmasıydı. Bu koşullar ortadan kalktığında belki 
cezaevi anlamsızlaşır. Öcalan’ı orada niye tutsunlar ki? Yeterince hapis yatmadı 
mı? Onbeş yıl yattı.” PKK yöneticileri konusunda da Demirtaş’ın cevabı açık: 
“Dönmek isteyenler dönebilir sürecin sonunda bence.” [11]

         AKP, kamuoyundan gelen tepkiler üzerine Anayasa Komisyonuna verdiği 
öneride Anayasa’nın ikinci maddesinde Türk Milleti kavramını kullanmıştır. Ancak iktidar partisi yeni anayasada “değiştirilemez maddelerin” olmaması gerektiğini söyleyerek, birkaç sene sonra yapılacak bir değişikliğinde alt yapısını 
hazırlamayı hedeflemiştir.

         Şu anda üzerinde çalışılan Türkiye Cumhuriyeti isminin devlet 
kurumlarından çıkarılmasıdır. Önce Sağlık Bakanlığı bunu denemiş fakat Türk 
Milleti sert tepki gösterince geri adım atmıştır. Sonra valilikler valilik 
isimlerinden T.C. ibaresini silmeye başlamışlardır. Şimdi Başbakanlık’a bağlı 
kurumların ibarelerinden T.C silinmektedir. AKP’den istifa eden Karacabey 
Belediye başkanının belediyeye tekrar T.C. ibaresini koydurması, bu adımın bir 
parti politikası olduğunu göstermektedir.

T.C. ibaresi çıkarılırken Tunceli’de isyancı lideri Seyit Rıza’nın heykeli 
dikilmiştir. Siirt’te Halk Kütüphanesine Sivas Kongresini basmak üzere İngiliz 
istihbaratçı binbaşı Noel ile birlikte hareket eden ve Malatya’yı basan Celadet 
Ali Bedirhan’ın ismi verilmektedir.        
AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, AKP iktidarının başarısından bahsederken, “Hepimiz Türk olmaktan kurtulduk” demiştir. Aziz Babuşçu anlaşılan Türk olmaktan kurtulmuş olmaktan çok memnun. Ancak Aziz Babuşçu unutmamalı,  Alparslan, Fatih, Kanuni, Mimar Sinan, Abdülhamit de Türk’tür.Kültür Bakanı, bu millet kendi adını kendisi koyacaktır diye açıklama yapıyor.

         Bir ülkenin vatandaşlarının %85-90 arasında bir kesimi anadilini Türkçe 
diye beyan eder ve kendisini Türk olarak tanımlarken, “Türk Milleti” kavramının 
anayasadan çıkarılmasını talep etmek, siyasal bir çılgınlık ve küstahlıktır.

        3) PKK İle Yapılacak Uzlaşmanın Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyetten Daha Önemli Olması 

         A. Öcalan’ın yaşanan süreci bu şekilde tanımlaması ilk bakışta yersiz 
bir küstahlık gibi görünse de aslında meselenin gerçek doğasını ifade 
etmektedir. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet düzenlenmeleri Türk devletinin 
kendi içinde yaptığı düzenlemelerdir. Oysa PKK ile yapılması planlanan anlaşma 
Türk devletinin varlığını sona erdirirken, PKK’yı/Öcalan’ı yeni devletin kurucu 
unsuru haline getirmektedir.Bundan dolayı, Öcalan müzakere, mütareke ve kirli 
barış sürecinin sonunda ortaya çıkması hedeflenen devletin artık Türk devleti 
olmayacağı noktasından bakıldığında bu tespitinde haklıdır. 

        Cengiz Çandar bu tespiti ve süreci şu şekilde izah etmektedir: “Öcalan 
ile görüşmeleri iyi bilen bir üst düzey iktidar yetkilisi görüşmemizde şunu 
söyledi: ‘Adam Kürt hareketinin tümünün ilerisinde düşünüyor.Onun için pek çok şey teferruat. Öcalan, Hakan Fidan’la ve onun üzerinden Başbakan’dan aldığı sinyalle ‘Türkiye’nin yeniden yapılanmasına varacak bu iş’ diye stratejik bir karar almış. …Erdoğan ile Öcalan arasında Türkiye modeli üzerinde egzersiz var.” Çandar’ın ifadesini netleştirirsek, yazar, Erdoğan ve Öcalan yeni devleti nasıl kuracaklarını tartışmaktadırlar demektedir.

       4) Başkanlık sistemi ve federal bir sistemin unsurları olan senato ve 
halklar meclisi adlı iki parlamentonun kurulması

       Öcalan tarafından ortaya atılan ve üzerinde “bugün barışın …kapısını 
aralayan” “Demokratik Ulus İlkesi” ve “Ortak Vatan İlkesi” başlıklarının doğal 
sonucu federal bir devlet yapısıdır. Öcalan’ın önerdiği senato ve halklar 
meclisi kurumları da bir federal devletin yasama organları olarak görülmelidir.

        Başbakan Erdoğan’ın Öcalan ile mütareke görüşmeleri çerçevesinde 
müzakereler devam ederken, 2023’de eyaletlere geçeceğiz açıklaması, Erdoğan ile Öcalan’ın Türkiye’de milli devletin tasfiyesi konusunda aynı fikirde olduğunu 
göstermektedir.Başbakan Erdoğan, bununla da yetinmemiş, Osmanlı döneminde Kürdistan eyaleti olduğundan bahisle tezine tarihsel derinlik kazandırmak istemiştir.

       5) Hakikatler Komisyonunun Kurulması

          Öcalan “Hakikatler Komisyonu” adlı komisyon ile Güneydoğu Anadolu’da 
PKK’ya karşı etkin mücadele eden güvenlik görevlilerinin ve devletin yanında yer alan vatandaşların politik ve psikolojik olarak ezilmelerini, toplumsal olarak 
tasfiye edilmelerini sağlamak istemektedir. Çekilme süreci ile ilgili AKP ve 
BDP’nin kurduğu, MHP ve CHP’nin katılmadığı komisyon Hakikatler Komisyonunun ilk adımı olmuştur.

          6) Öcalan ve PKK üst düzey kadrolarının serbest kalmasının güvence 
altına alınması

         Öcalan ile müzakere görüşmelerinin başlamasından sonraÖcalan’ın tek 
istediğinin barış olduğu ve kendisi için herhangi bir af istemediği, Kandil’deki 
örgüt yöneticilerinin de Avustralya’ya yerleşecekleri propagandası yapılmıştır. 
Ancak böyle bir propagandanın akla aykırı olduğu ortadadır. Nitekim Öcalan’ın 
BDP’lilere yaptığı açıklama, hem kendisinin hem Kandil’deki şeflerin siyasete 
katılmalarının önünün açıldığını göstermektedir. Yeni Şafak’ta A. Selvi, 
Öcalan’ın affedileceğini yazmıştır. Radikal’de Cengiz Çandar aynı hususu 
vurgulamıştır. Nisan 2013 sonu itibarı ile işleyen süreç ise KCK’lıların serbest 
bırakılmasıdır. Mart-Nisan 2013’de 212 KCK’lı tahliye edilmiştir.

         7) Köylere Dönüş  

        Sürecin en zayıf maddesi budur. Köylere dönüş büyük ölçüde 
gerçekleşmiştir. Ancak Öcalan bu süreci daha da güçlendirerek, özellikle PKK 
yanlısı kadroların köylere dönmesini arzu etmektedir.  Çünkü PKK terörü yeniden başlar ise bu köyler PKK’nın lojistik altyapısını oluşturacaktır.

        8) Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Şartına koyduğu çekinceleri 
kaldırması

        Bu çekincelerin kaldırılmasının Öcalan-PKK-BDP üçlüsünün nihai talepleri 
açından bakıldığından büyük bir öneminin olduğunu söylemek zordur.

       Öcalan tarafından ileri sürülen şartlar adım adım uygulanırken, süreç ile 
ilgili olarak PKK-KCK-BDP-Öcalan cephesindeki gelişmeleri incelemek, sürecin 
geleceğini okuyabilmek açısından önemlidir.   

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi, BÖLÜM 1

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi,  BÖLÜM 1 



21. Yüzyıl 
Türkiye Enstitüsü                           
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
07 Mayıs 2013 Salı
PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi
Ümit Özdağ 

   Devletimizin ve milletimizin geleceği açısından hayati öneme sahip günlerden 
geçiyoruz. Önümüzdeki birkaç sene içinde gerçekleşecek gelişmeler çocuklarımızın nasıl bir Türkiye’de daha açık bir ifade ile Türkiye’den geriye kalan kısımda yaşayacağını belirleyecek.

         Yaşanan gelişmeleri  algılama konusunda aydın kamuoyu ikiye bölünmüş 
durumda. AKP Hükümetinin de desteklediği, eski komünist yeni liberal ve 
kendilerine muhafazakar diyen aydınlar, A. Öcalan ile yapılan müzakereleri büyük bir sevinçle karşılıyorlar. “Nihayet anaların gözyaşları dinecek” diyorlar. AKP Grup Başkan Ayşenur Bahçekapılı “Bayram var, Bayram” diyerek süreci 
değerlendirmiştir. İktidar Partisinin grup başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı, 
CHP ve MHP’yi kana istemekle suçlayıp, artık Türkiye’de CHP ve MHP’ye yer 
olmadığını söylerken, Türkiye’de bayram olduğunu açıklıyor.

     Öte yandan Türk Milletinin çok büyük bir bölümü, MHP ve CHP, milliyetçi, 
vatansever aydınlar, gelişmeleri bütün bir endişe ve tepki ile izliyorlar, 
ülkemizin bir bölünme sürecine girdiğini ileri sürüyorlar.

         Gelişmeleri izleyen milletimizin genellikle gelişmelerin alacağı şekil 
ile ilgili büyük endişe içinde olduğu görülüyor.  Yapılan en son (Nisan 
2013/Metorpoll) bağımsız çalışmanın ortaya koyduğu husus, “Öcalan ile yürütülen müzakereleri destekliyor musunuz?” sorusuna % 35 “evet”, % 58 “hayır” dediğidir. % 7 ise kararsız görünüyor.

       Aynı gelişmeler ile ilgili olarak bir milletin mensupları bu kadar farklı 
iki tepki verebilirler mi? Evet, verebilirler. Birinci Dünya Savaşı sonunda 
imzalanan ve Türk Milletinin varlığına açıkça kasteden Mondros Mütarekesini 
herkes acı ve nefret ile hatırlayacaktır. Ancak Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra İstanbul’da kutlamalar düzenlenmiş, fener alayları yapılmış, hatıra pulu basılmıştır. Kötü hatta milli bir felaket olduğu çok açık olan gelişmeleri dahi milletler hemen anlayamayabilirler.

            Bugün yaşanan Öcalan ve PKK ile müzakere, sonra mütareke (ateşkes) 
ve nihayet kirli barış sürecini bir bütünlük içinde ortaya koyabilmemiz için 
1984’den buyana Türkiye’nin terörizm ile mücadelede hangi aşamalardan geçerek bugüne geldiğini ortaya koymamız gerekmektedir. Çünkü, AKP Hükümetinin Öcalan ve PKK ile müzakere yolunu seçmesinin temel nedeni, “PKK’yı, Kürtçülüğü Türkiye Cumhuriyetinin milli-üniter devlet yapısı üretmiştir” ve “terör ile mücadele edilerek sonuç alınamıyor” gerekçeleridir. 

Bu gerekçelerin doğru olup olmadığı ancak 1984’den buyana yaşananları tahlil 
edersek anlaşılabilir.

        Kürtçülük Sorunu Türkiye Cumhuriyetinin Ürettiği Bir Sorun Mudur?

       AKP Hükümeti ve destekleyen politik/kültürel çevreler, PKK sorununun 
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir üniter milli devlet olmasından kaynaklandığına 
inanırlar ve savunurlar. Ne demektir milli ve üniter devlet. Türkiye Cumhuriyeti’nin milli devlet olması demek,  Türk devleti olması demektir. Siyasi ve hukuki olarak Türk Milleti, Türkiye’de yaşayan ve vatandaşlık bağı ile Türk Milletine bağlı olan herkesin oluşturduğu millettir. Türkiye Cumhuriyetinin üniter devlet olması demek, TBMM’nin tek egemen olması ve tek başkentin Ankara olması demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk devleti olmasından rahatsız olanlar, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin Türk Milletinin değil de hangi milletin devleti olduğu sorusuna cevap vermelidirler.

2. Abdülhamit Han anayasa tartışmaları sırasında şöyle demiştir: “Bir hükümdar 
için lazım olan şey, memleketin yararıdır. Eğer bu yarar anayasanın ilanında 
ise, o da yapılıyor. Fakat iyi uygulanır mı, Türk’ün yararı saklı kalır mı, 
burasını kestiremiyorum.”[1] Keza Panislamizm politikalarını en yoğun uygulayan sultan olan 2. Abdülhamit Han Piriştina Belediye Meclisinin Arnavutça hutbe okunması kararına ret cevabı verirken, “Bu benim hükümranlık (egemenlik) hakkımdır. Hala dilimizi öğrenmemişler mi?” cevabını vermiştir.[2]

Selçuklu ve Osmanlı Hakanları kendi egemenlikleri ile eşit olan her hangi bir 
egemenliği devletlerinin sınırları için de Osmanlı’nın adı üzerinde yıkılma 
dönemi hariç kabul etmemişlerdir. Özetle, Türkiye Cumhuriyeti, Türk ve tek 
egemen yapısı ile Selçuklu ve Osmanlı’nın devamıdır. Esasen TBMM 1922’de 
308’nolu kararında bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Osmanlı Devleti’nin 
kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti..düşmanlarına karşı kıyam 
etmiş..bugünkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.”[3]

            Buna rağmen,AKP zihniyeti milli-üniter devletten vazgeçilir ise PKK 
ve Kürtçülük sorununun da sona ereceğini düşünmektedir. Başbakan Erdoğan şöyle demektedir: ”Osmanlı medeniyetinde farklılıklar zenginliktir. Ama Osmanlı’dan sonra zaafa uğradık ve neticesinde diğerleri, ötekileri, biz, onlar gibi bu tür yaklaşım tarzları birbirimize bağlayan kardeşlik özelliklerinde bir zafiyet 
meydana getirdi. Şimdi bunu aşmamız gerekiyor.”

Buradaki algı şudur. İstiklal Savaşı’nı gerçekleştiren Atatürk ve heyeti 
Osmanlı’yı yıkmıştır. “Biz Türk’üz” demiş, diğer insanları yabancılaştırmıştır. 
Bu çok yanlış bir tarih algısı olmasına rağmen anılan çevrelerde geçerlidir. 
Ancak bu algı Türkiye Cumhuriyeti öncesindeki Kürtçü isyanları izah 
etmemektedir. Oysa Cumhuriyeti kuran Türk milliyetçileri Osmanlı devletinin 
yıkılmaması için Trablusgarb’tan Filistin Cephesine, Irak’tan Kafkas Cephesine 
yıllarca savaşmışlardır. Herkesin ayrıldığı noktada özellikle Balkan Savaşı’ndan 
ve nihayet Birinci Dünya Harbi’nden sonra geriye kalan Türkler, Türkiye 
Cumhuriyetini kurmuşlardır.

Oysa, Kürtçü isyanlar Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan çok önce başlamıştır.  Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı, (1806-1823)İsyan, Baban aşiretinden Süleymaniye kentinin kurucu lideri olan İbrahim Paşa’nın ölümünün ardından, aşiretin artan gücünden endişe duyan Osmanlı idaresinin, rakip aşiretten Halid Paşa’yı emir olarak atamasıyla patlak vermiştir.İbrahim Paşa’nın torunu Abdurrahman Paşa’nın 3 yıl süren bu isyanı, 1808 yılında bastırılmış ve 
Abdurrahman Paşa, İran’a sığınmıştır.  İsyan, İran tarafından desteklenmiştir. 
1823’e kadar sürmüştür.

İkinci isyan Babanzâde Ahmet Paşa isyanıdır(1812).Türk-Rus Savaşı’nın(1806-1812) sonlarına doğru ve Osmanlı Devleti’nin Sırp isyanıyla uğraştığı bir dönemde, yineaynıaileden, Babanzade Ahmet Paşa’nın başlattığıisyan, 1812’de 
bastırılmıştır.

Üçüncü isyan, Mîr Muhammed isyanıdır(1830).Soran Aşiretinin lideri Mir Muhammed Paşa’nın, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ’nın isyanından  cesaret alarak çıkardığı ayaklanmadır. Bu isyan sürecinde, Yezidiler, Baban Emirliği ve yerel aşiretlerle de çatışan ve Musul’a kadar geniş bir bölgede etkin olan Mir Muhammed,  1836 yılında bölgedeki din âlimlerinin Mir Muhammed’in isyanını onaylamayan ve kınayan fetvalarının da desteğiyle, güçlü bir Osmanlı müdahalesinin ardından 
isyan bastırılmıştır.

Dördüncü isyan Revandüzlü Kör Mehmet İsyanıdır (1832). Revandüz hakimi Kör 
Mehmet Paşa liderliğinde Kuzey Irak’ta gerçekleşmiş ve Osmanlı’nın, Mısır Valisi 
Mehmet Ali Paşa’nın Ordusuna Nizip’te yenilmesi üzerine; 1833’de Mardin ve 
Diyarbakır’a kadar genişlemiştir. Ancak, bir sene sonra, Mehmet Reşit Paşa 
komutasında ilerleyen Osmanlı Ordusunun etkisi ve Kürt dini liderlerin tepkisi 
ile isyan sona ermiştir. Kör Mehmet, 1836’da yakalanarak, İstanbul’a 
götürülmüştür.

Beşinci isyan, Cizreli Bedirhan Bey İsyanıdır (1836). Bedirhan Bey, 1831’de 
Yeniçeri teşkilatını lağvetmiş ve yeni ordu için asker isteyen İstanbul’un 
talebini, Türk-Rus savaşından istifade ederek geri çevirmişti. 1836’ya kadar 
Cizre’deki diğer aşiretleri etrafında birleştiren Bedirhan Bey, Osmanlı’ya isyan 
etmiştir.

Altıncıisyan Yezdan Şer İsyanıdır( 1855).1855’te, Bedirhan Bey’in yeğeni Yezdan Şer isyan etmiş ve Musul’dan Van Gölüne kadar geniş bir bölgeyi kontrol altına almıştır. Rus Ordusu çekildikten sonra, umduğu İngiliz desteğini sağlayamayınca çökmüştür. Daha sonra Yezdan Şer tutuklanmıştır.

Yedinci isyan Şeyh Udeydullah İsyanıdır. (1880)

19.yüzyılda gerçekleşen son  isyanın önderliğini Nakşibendi Şeyhi Şeyh Ubeydullah yapmıştır. İran’daki Kürtlerin maruz kaldıkları girişimleri bahane ederek, 20 bin isyancıyla, İran’a girmiş ve birçok Azeri Türk’ünün de katledildiği saldırıda bulunmuştur. 1881’de Şeyh’in Osmanlı tarafından tutuklanmasıyla son bulmuştur. 2. Meşrutiyet’in ilanı üzerine Rusya’nın tahriki ile Molla Selim İsyanı 1913’de Taşnak partisi ile işbirliği içinde başlamıştır. Özetle, bölücülük sorunu Türkiye Cumhuriyetinin milli ve üniter devlet yapısının ürettiği bir sorun değildir. Bölücülük sorunu 19. Yüzyılın başından itibaren devletin başına birçok badire açmış bir şekavet tir.

GÜVENLİKÇİ ANLAYIŞ SONUÇ VERMEDİĞİ İÇİN PKK İLE MÜZAKERE BİR ZORUNLULUKTUR

 PKK ile müzakereleri haklı göstermek için ileri sürülen ikinci gerekçe, ise 
terörle mücadelenin başarılı olmadığıdır. Şimdi bu tezi de inceleyelim. AKP 
Hükümeti ve destekçileri edilgen, teslimiyetçi ve müzakereci stratejiyi haklı 
göstermek için “Terör 1984’den beri devam ediyor. Güvenlikçi anlayış ile bir 
yere varılamadı. Demek ki müzakere doğru” söylemini kullanmaktadırlar.     

Oysa,1984’den 1999’a kadar PKK ile süren mücadele sonunda PKK askeri olarak 
yenilmiş, hedeflerini gerçekleştirmesi engellenmiştir. PKK, 15 Ağustos 1984’de 
Eruh ve Şemdinli’ye yaptığı saldırıdan sonra “Bağımsız, Birleşik Sosyalist 
Kürdistan” hedefini ilan etmiş ve stratejik savunma, stratejik denge ve 
stratejik saldırı konseptine dayanan Maoist Halk Savaşı ile Türk Ordusu’nu G.D. 
Anadolu’dan çıkarma hedefini açıklanmıştır. PKK 1990’ların başında kendisini bu 
hedefe yakın görmüş, Öcalan 50 bin kişilik bir orduya ulaşacaklarını 
açıklamıştır. PKK, Türkiye’yi cephe, Kuzey Irak’ı ise cephe gerisi olarak ilan 
etmiş, terörü Kuzey Irak merkezli olarak geliştirmiş ve Türkiye’ye taşımıştır.

        1987’de sıkıyönetimin kalkması ve Olağanüstü hal rejiminin uygulanmaya 
konulması ile  TSK terörle mücadeleden büyük ölçüde çekilmiş ve terörle mücadele İç İşleri Bakanlığı tarafından devralınmıştır. 1990 Kuveyt Savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta oluşan boşluk PKK için büyük bir fırsat olmuş, PKK gelişmesini sürdürmüştür. 1992 Kasım’ında TSK’nın başlattığı Kuzey Irak operasyonu ile birlikte ordu, terör ile mücadeleyi İç İşleri Bakanlığı’ndan sıkıyönetim ilan edilmeden devralmıştır. Türk Ordusu, 1993-1997 arasında uygulanan Türkiye’de “alan hâkimiyeti” ve PKK’nın “cephe gerisi” olan Kuzey Irak’ı ise sürekli sınır ötesi operasyonlar ile cepheleştirerek, 1997 senesine gelindiğinde PKK’yı askeri olarak mağlup etmiştir. 1998 terörün statikleştiği yıldır. PKK, eylem gücünü büyük ölçüde yitirmiş, Kuzey Irak’tan gerçekleşen PKK sızmaları ülkemizin iç kesimlerine ilerleyemeden güvenlik güçleri tarafından Hakkari’de yok edilmiştir. PKK Eylül 1998’de tek taraflı ateşkes ilan etmek zorunda kalmıştır.

        Ekim 1998’de Cumhurbaşkanı S. Demirel TBMM’nin açılış konuşmasında 
Suriye’yi Öcalan’ı teslim etmemesi durumunda savaş ile tehdit etmiştir. Şam, 
Öcalan’ı derhal sınır dışı etmiştir. Öcalan, Rusya, İtalya, Yunanistan ve Afrika 
üzerinden çıktığı yolculuğun sonunda yakalanmıştır. Türkiye’nin Yunanistan’ı 
tehdit etmesi ve bir Türk-Yunan savaşı çıkma ihtimali ABD’yi harekete 
geçirmiştir. ABD’nin Öcalan’ın bulunduğu Kenya’ya ve Yunanistan’a baskı yapması sonucunda, Öcalan Türk devletine teslim edilmiş ve 31 Mayıs 1999’da İmralı’da yargılanmaya başlanmıştır.

Yargılama sırasında Öcalan asılmamak kaygısı ile PKK’nın Kuzey Irak’a 
çekilmesini istemiş, örgüt bu emre uymuştur. Türkiye, PKK tarafından ilan edilen ateşkesi kabul etmemiş ve terör örgütü ile mücadele sürdürülmüştür. Kuzey Irak’a çekilen 500 PKK’lı geri çekilme sırasında çıkan çatışmalarda öldürülmüştür. 
Ancak mücadele bununla da kalmamıştır. TSK, 2002 sonuna kadar PKK ile 
mücadelesini Kuzey Irak’ta sürdürmeye devam etmiştir. Bütün bunlar 
göstermektedir ki, Öcalan ile 57. Hükümet döneminde İmralı’da istihbarat almak amacı ile askerler ve istihbaratçılar tarafından görüşülmüş ancak AKP 
Hükümetinin yaptığı gibi müzakere ve pazarlık yapılmamıştır. Bu dönemde Öcalan ile yapılan görüşmelerin niteliği Öcalan’ın sorgulaması olmuş, Öcalan’ın 
karşısına Başbakanın temsilcisi çıkmamıştır.

        Özetle, PKK ile askeri mücadele PKK’nın bağımsız devlet hedefine 
ulaşmasını engellemiştir. PKK’nın ilan ettiği bağımsız, birleşik, sosyalist 
Kürdistan hedefi engellenmiştir. Lideri Öcalan ve askeri lideri sayılan 
ŞemdinSakık yakalanmıştır. 20 bin terörist öldürülmüştür.

          2000’de 29, 2001’de 20 ve 2002’de 7 şehit verilmiştir. Türkiye içinde 
terör eylemleri sona yaklaşır iken Türkiye, terörle mücadeleyi tamamen Kuzey 
Irak’a taşımıştır.Başarısız oldu dedikleri güvenlikçi anlayış bu sonucu 
almıştır. Bu bir başarıdır. PKK terörü etkisiz kılınmıştır, terör örgütünün ülke 
üzerindeki baskısı ortadan kaldırılmıştır. PKK kendisini Kuzey Irak’ta savunmaya 
zorlanmıştır. Öcalan, İmralı’da bir mahkum haline gelmiştir.

AKP DÖNEMİNDE PKK TERÖRÜNÜN TIRMANMASI

           2003’den itibaren PKK terörü tekrar tırmanışa geçmiştir. Bunun beş 
temel nedeni vardır. Bunlar,

          a) AKP Hükümeti ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında terör örgütü ile 
etkin mücadele için düzgün bir politika geliştirememiştir,

          b) Avrupa Birliğine tam üyelik uğruna ancak Batı Avrupa’da uygulanacak 
hukuki mevzuat Türkiye’ye taşınmış ve güvenlik güçlerinin terörle mücadele için 
sahip olması gereken hukuki imkanlar ellerinden alınmıştır.Yol denetimleri 
kaldırılarak, PKK’lıların karayollarını istedikleri gibi kullanmasının önü açılmıştır.   Kırsalda gıda denetimleri kaldırılarak, PKK’nın dağ kadrolarının 
beslenmesinin önü açılmıştır.

         c) AKP Hükümeti terör ile mücadelede doğru bir anlayış ile gerekli 
önlemler almadığı gibi, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı yürütülen sert mücadele 
ile terörle mücadelenin en seçkin isimleri tutuklanmıştır.

         d) Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik sınır ötesi operasyonlar için 
TSK’dan gelen talepleri  Hükümet göz ardı etmiştir.

         e) Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın 2 Mayıs 2013’de "Bizim temel 
icraatımız, daima köklü belirlenmiş stratejilerimiz. Şu günlerde çözüm süreci 
diye bir çalışmamız var. Bu yeni bir şey değil. 11 yıl önce başlattığımız 
çalışmanın yeni bir evresidir. 14 Ağustos 2001’de kurulduğunda yapılan programda bugünkü yaptıklarımızın ana hatlarıyla yazılı olduğunu görürsünüz. Çok iyi çalışarak yazdık biz o programı” diyerek,  AKP’nin daha ilk günden PKK terörü ile mücadele etme amacının olmadığını ortaya koymuştur.[4]

       AKP Hükümetlerinin politikaların ve hatalarının neticesinde PKK terörü 
tırmanışa geçmiştir. 2003’de 31, 2004’de 75, 2005’de 105 askerimiz şehit 
olmuştur. Nihayet 2006’da AKP ile PKK arasında İngiltere’nin hakemliğinde 
Oslo’da müzakereler başlamıştır. Müzakereler devam ederken, terör de devam 
etmiştir. 2006’da 111, 2007’de  146, 2008’de 171, resmi açılım yılları olan 
2009’da 56, 2010’da 88 ve 2011’de 99 şehit verilmiştir.2012’de ise 123 şehit 
verilmiştir.

Üstelik, PKK terörü son on yılda tırmanırken, AKP Hükümeti PKK’nın nihai hedefi 
olan ayrı milletleşme ve kaçınılmaz olarak devletleşme sürecine hizmet edecek 
olan adımlar atmış, tavizler vermiştir. Bu çerçevede;

          1) TRT Şeş adı ile devlet Kürtçe televizyon yayınına başlamıştır.

          2) Kürtçe devlet okullarında seçmeli ders olmuştur.

         3) Üniversitelerde Kürtçe bölümleri açılmıştır, öğretmen yetiştirilmeye 
başlanmıştır.

         4) PKK’nın siyasi koluna Kürtçe propaganda yapma imkanı verilmiştir.

         5) Etnik örgütlenmeler ve bölücü propaganda serbest kalmıştır.

        6) Belediyeler Kürtçe yazışma yapmaktadırlar.

        7) Kürtçe bilme şartı ile kamu personeli istihdamı yapılmıştır.

        8) Merkezden bağımsız Bölgesel Kalkınma Ajansları kurulmuştur.

        9) Mahkemelerde ana dilde savunma hakkı kabul edilmiştir.

       10) Büyükşehir belediyeleri yasası ile idari federasyonun alt yapısı 
kurulmuştur.[5]

        Özetle, 30 yıldan bu yana bitmeyen terör sloganı bir yalandır. Terör 
güvenlikçi önlemler ile büyük ölçüde bitirilmiş, AKP’ye terörsüz bir Türkiye 
teslim edilmiştir. Terörü canlandıran AKP’nin son 10 yılda uyguladığı 
politikalardır. Bundan dolayı doğru tespit son 10 yıldır bitmeyen terördür. Bu 
politikalar, yenik, Kuzey Irak’ta yaşamı için mücadele eden bir terör örgütünü, 
bugün 1984’den bu yana en güçlü olduğu konuma getirmiştir. Nisan-Mayıs 2013 itibarı ile PKK’ya katılım en üst seviyesindedir. Örgüt telsiz çağrılarında 
“Şimdi bize katılanlar Kürdistan eyalet kurulduktan sonra güvenlik görevlisi 
olacak” diyerek propaganda yapmaktadırlar.

Bu politika sonucunda Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 23 Nisan 2013 
tarihli raporunda PKK’yı terörist değil aktivist olarak nitelendirmiştir. 25 
Nisan 2013’de Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada da PKK çekilmesinden 
bahsedilirken, PKK terör örgütü olarak nitelendirilmemiş tir.

2002’de İmralı’da bir mahkum olan Öcalan, bugün Time dergisine göre dünyanın en etkili 100 kişisinden birisidir.     

        PKK, terörü devam ettirdiği halde  AKP Hükümeti tarafından muhatap 
alındığını görmenin rahatlığı içinde terörü müzakere masasında baskının aracı 
haline getirmiştir. Oslo’da Başbakanın özel temsilcisi PKK temsilcilerine PKK 
üzerindeki baskıların kaldırıldığını, aksine baskı yapan bürokratların PKK 
tarafından Hükümete şikayet edilmesi gerektiğini söylemiştir.

Başbakanın Başdanışmanı Oslo’da PKK’lı muhataplarına şöyle demektedir: 
“Geliştirilen bir özgürlük alanı açıldı…Bir noktaya kadar tolere edebiliyorsunuz. Çünkü dediğim gibi alandaki valiler, emniyet müdürleri bu noktada gerçekten çok değerli insanlar.Yani şu anda sizi bilmiyorum. Spesifik olarak isim vererek şikayet edebileceğiniz şu adam düşmandır bu adam şeydir.”Bu cümleler AKP döneminde terörle mücadelenin ruhunu ortaya koymaktadır. Diğer bir ifade ile AKP Hükümeti terör ile mücadeleyi yasaklamış ve hatta cezalandırmıştır.

        Oslo’da Başbakan’ın özel temsilcisinin ifade ettiği gibi Türk Ordusu’nun 
PKK’ya karşı bütün planlı operasyonları durdurulmuştur. Askerlik yapan herkes 
bilir planlı operasyonların durdurulması terörle mücadelenin durdurulmasıdır. 
Bütün bunlar olurken, PKK ise terör eylemlerini tırmandırmaya devam etmiştir.

          Nihayet Ocak 2009’da TRT 6’in yayına başlamasını Temmuz 2009’da Kürt Açılımının ilan edilmesi izlemiştir. Açılımdan sorumlu Başbakan yardımcısı Beşir Atalay STÖ’ları televizyonlar eşliğinde dolaşarak gezerken ve görünürde sözde çözüm önerileri toplar, özde halkı sürece alıştırmak için psikolojik operasyon yaparken, Oslo’da PKK’lılar ile 9 maddelik bir protokol üzerinde anlaşma sağlanmıştır. Bu noktada TSK’nın nasıl yıpratıldığını ele alalım.

           2007 SONRASINDA TSK YIPRATILMIŞTIR

2007 sonrasında Türk Ordusu’nun karşı karşıya olduğu süreç, bir ordunun karşı 
karşıya kalabileceği en hüzün verici durumdur. Şüpheli deliller ile yargılanan 
subay ve generaller, terörist olarak mahkum olan Genelkurmay başkanı ve komuta kademesi, intihar eden kahramanlar. Neticesinde savaş yeteneğini yitirmiş bir deniz kuvvetleri, savaş yeteneği ağır darbe almış ve uçaklarının tamamını uçuramayacak bir hava kuvvetleri, bütün güvenlik sırları, savaş planları ortaya dökülmüş bir ordudan bahsediyoruz.

        TSK kadrolarına karşı sürdürülen psikolojik savaş neticesinde ağır bir 
baskı süreci Harp Okulundaki öğrenciden başlayarak en üst rütbedeki genelkurmay başkanına kadar uzanmaktadır. Türkiye’de her subay her an tutuklanma, casusluk ve terörist olmakla suçlanma ihtimali ile karşı karşıya görev yapmaktadır.

        Terörle mücadelenin efsane çocukları “özel kuvvet” mensuplarına 
suikastçi katil muamelesinin yapılmış, Türk ordusunun en seçkin subayları 
ahlaksızca “çocuk katili olmakla” suçlanmışlardır. Komutanları Korg. Engin Alan 
mahkum olmuştur. Özel Kuvvetin Cumhuriyet tarihi boyunca yetiştirmiş olduğu en başarılı isimlerden birisi olanTürk ordusundaki tek üç üstün cesaret ve feragat madalyası, altı üstün birlik yetiştirme takdirnamesi ve 180 takdirname sahibi olan Alb. Levent Göktaş’ın yıllardan beri hapishanede olması herhalde silah arkadaşlarının moralini yükseltmiyordur.

          Seçkinlerin en seçkinleri olan ve gizli ve açık operasyonlarda en önde 
giden hem Kardak’ta ve hem Cudi’de savaşan SAT’çıların da başına gelenler silah arkadaşlarını acaba nasıl etkilemektedir?

         PKK’ya karşı mücadelede en öndeki güç olan Jandarma Genel Komutanlığı 
sistemli saldırılar ile yıpratılmıştır. Komutanlığın geleceği belli değildir. 
Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye’nin % 92’sini kaplayan bir alanda 83 İl alay komutanlığı, 900 ilçe jandarma komutanlığı ve 2000 jandarma karakolu ile yurt sathına yayılan bir güçtür. Terörle mücadelede de uzmanlaşmış kadroları ile; 5384 subay, 22 bin astsubay, 24 uzman çavuş, 55 uzman erbaş ve 133 bin erden oluşan bu profesyonelleşmiş güçten şimdi bütün erler tasfiye edilerek küçültülmesi ve Jandarma Genel Komutanlığı tekerlekleri olmayan bir arabaya dönüşmesi planlanmaktadır.

         Oslo sürecinde askere “operasyon yapmayın” baskısında bulunulması, 
jandarma istihbaratın sahaya çıkarılmaması, birçok jandarma karakol komutanının kendisine bağlı olan köyleri bile ziyaret edememesi neticesini vermiştir. Jandarma’nın PKK ile mücadelede efsane komutanları Tuğg. Ali Aydın, Albay Cemal Temizöz, Albay Abdülkerim Kırca, Albay Hasan Atilla Uğur’un akibetleri nin silah arkadaşlarının moralini yükselttiğini söylemek mümkün değildir.     

           Sonuç olarak bir subayın yazdığı mektuptan özetlemek gerekir ise 
savaşın doğasını bilmeyen, bölgenin üstünden uçarak dahi geçmemiş olan köşe 
yazarlarının şehit veren, gazi olan, şehit olan, barut kokan subayları gazeteler  deki köşelerinde cahilce infaz etmeleri, haklarında açılan soruşturmalar, Hakkari’de olduğu gibi PKK’nın döşediği mayınların TSK’ya mal edilmesi, 1990’lı yıllarda PKK ile mücadele eden subay ve polis kadrolarının Öcalan’ın önerdiği Hakikatleri Araştırma Komisyonunda yargılanacak iddialarının ortaya atılması ve yalanlanmaması, Genelkurmay Başkanı’nın terörist olarak bütün karargahı ile tutuklu olması, PKK ile değil, TSK ile mücadele edildiği inancını vermektedir.

         TSK’ya yönelik bu saldırı ve komploların amacını belki de en iyi 
özetleyen Taraf gazetesi yazarı Melih Altınok’un şu satırlarıdır: “Bu gazete ve 
tekmili birden yazarları, daha 1-2 yıl önce, icraatları bugünkü çözüm süreci 
projesinin yanında teferruat sayılacak hükümeti, Erdoğan’ı alkışlamıyorlar 
mıydı? Ergenekon davasındaki, Balyoz’daki 12 Eylül referandumundaki hakkaniyetli tavrımız hangi sürecin başlaması içindi?”[6]

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor., BÖLÜM 2

ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor., 
BÖLÜM 2



AMERİKA SÜREKLİ YALAN SÖYLÜYOR

Amerika, Türkiye için nasıl strateji uyguluyor peki?


Maalesef Amerika kadar Türkiye’ye zarar veren başka bir aktör bilmiyorum ben şuanda. Rusya da dahildir. Bunu inanarak söylüyorum çünkü aslında Rusya’yla, İran’la ve diğer bölge ülkeleriyle sorun yaşamamızın temel sebebi aslında Amerika’nın Türkiye’ye ortaklık mantalitesi çerçevesinde vermesi gereken desteği vermemesiyle alakalıdır. Ama maalesef bu olur. Büyük aktörler küçük partnerlere lazım oldukları derecede değer verirler. Dolayısıyla Amerika’nın yapmaya çalıştığı şey bölgeden çekilerek Türkiye ve diğer aktörlerin birbirlerini dengeleyerek maliyeti Amerikanın üzerinden almaları. NATO’dan doğan sorumlulukları yerine getirmemek Amerika’nın yaptığı bu. Suriye sürecinin başından bu yana Amerikalılar yüzlerce yalan söylediler. Esed’e müdahaleden insani yardıma, uçuşa yasak bölgeden eğit donata her seferinde yalan söylediler. Ama o kadar merkezi bir rol oynuyor ki Amerika, onunla o diplomatik müzakerelere devam etmek zorunda kalıyorsunuz. Bile bile lades yani.

SURİYE’DE AMERİKA’YA BAĞLILIKTAN KURTULMALIYIZ

PKK-PYD meselesinde de yalan sürdüğü için Türkiye artık bunu taşımak istemiyor?

Amerika gözünüzün içine bakarak PYD’yi destekliyor. Gözünüzün içine bakarak Suriye’ye gir diyor. Bunu rasyonel zeminde kimse birbirine söyleyemez. Ama Amerika bunları defalara dedi çünkü, siz ne kadar az aktörle ilişkideyseniz, ona mahkum olursunuz. Dolayısıyla o sarmalın içerisinde İran’la Rusya’yla diğer aktörlerle sorun yaşadıkça Amerika’ya daha mahkûm hale geliyoruz. Amerika uzakta durduğu için de kimseye mahkûm kalmıyor. Bizim Suriye’de yapmamız gereken şey bunu baş aşağı çevirmek. Yapabiliyorsak bunu tersine çevirecek yeni bir vizyon geliştirmeliyiz.

ÜÇ SEÇENEK VAR ÖNÜMÜZDE

Nedir o vizyon, açın lütfen?

İnanın kolay değil, çok ayrıntılı bir şekilde planlanması, bütün devlet kurumlarının olasılıkları hesaplaması gerekir. Ama gördüğümüz bir şey var ki bu süreç bize çok zarar veriyor. Suriye’deki mevcut durum katlanılabilir bir durum değil. Güvenlik, ekonomik, siyasal, diplomatik anlamda elimizi ayağımızı bağlıyor. Durum sürdükçe her alanda önceliğiniz hale geliyor. Ama Amerika sizinle iş yapmıyor, aksine PYD’yi destekliyor, öte yandan siz Rusya’yla, İran’la sorun yaşıyorsunuz. Ne yapmak gerektiği konusunda bence üç seçenek var. İlki bunu devam ettirmek. Ki bu bize çok zarar veriyor. İkincisi tamamen masayı ters çevirmek, üçüncüsü daha riskli ama daha az maliyetli bir şey.

SURİYE’DE DENKLEM DIŞINA ÇIKALIM

Açalım bunları. Hangi masayı ters çevirmekten bahsediyorsunuz?

Suriye resminde masayı baştan aşağı ters çevirmek. Suriye’de baştan beri ağır maliyet yükleniyoruz. İlk başlarda çok ağır değildi ama arttı. Mülteciler de terör de öyle. Türkiye’nin birincil önceliği Suriye’de savaşa dahil olmamaktı, hala olmamalı, dolayısıyla Türkiye tamamen resmin dışına çıkıp “ben devre dışıyım, bundan sonra kim ne yaparsa yapsın” diyebilir.

Yani ilkesel tutumunu ve vicdani sorumluluğunu da geride bırakarak mı?

Vicdani bir durum yok çünkü sivil kalmadı Suriye’de, alabileceğimiz herkesi aldık. Mesela Amerika Rusya’nın Halep’i geçmesini istemiyor. Halep’te kilitledi Rusya’yı. Muhaliflerin yeterince destek görmediği kuzeyde, Rusya’nın Halep’i geçebilme ihtimali sizce Amerikalıları tedirgin etmez mi? Bence eder.

RUSYA İLE KONUŞURSAK ABD HAREKETE GEÇER

Ne yapar Amerika bu durumda?

Mecburen bir şeyler yapmaya çalışır. Türkiye’yle yapar, Rusya’ya karşı yapar… Türkiye’nin kuzeydeki varlığı, desteği Amerika için güvenlidir. Ama bu durum karşılığında Amerika bize ne veriyor? Hiçbir şey vermiyor. Bu yüzden Türkiye “Ben de o zaman bütün Suriye politikamı baştan yazıyorum, hiç bir sorumluluk almıyorum” demeli. “Mülteciler Avrupa’ya mı gitmek istiyor, buyursunlar gitsinler, ben devre dışıyım ”demeli. “Müttefiklerimden alabileceğim desteği almıyorum” diyerek tavrını koymalı. Çok riskli bir şeyden bahsediyorum evet. Basında yansıması çok olabilir, Amerika’nın destekçileri olabilir, yeniden Türkiye aleyhtarı kampanya başlayabilir vs. Ama şu resmi bozmak, Türkiye’nin de karşılık verebileceğini göstermek ve diğerlerini resme dahil edebilmek için yapılabilecek manevralardandır.

PYD’YE KARŞI TÜRKİYE’NİN YANINDA ABD YOKSA RUSYA VAR

İkinci seçenek neydi?

Türkiye’nin Suriye’de hedef değiştirdiğini biliyoruz. İlk hedef Esed’ti, şimdiki hedef PYD. Türkiye’nin Suriye ile ilgili bir sorunu varsa o da PYD’dir artık.

ESED HEDEFİMİZ OLAMAZ, ARTIK SINIR KOMŞUMUZ BİLE DEĞİL

Esed Türkiye’nin kırmızıçizgisi olmaktan çıktı mı?

Esed ile sınır bile paylaşmıyoruz artık, neden hedefimiz olsun ki? Şimdilerde Rusya’yla yakınlaşma konuşuluyor ama bu yakınlaşma özür dileyerek olmaz. Rusya’ya yakınlaşmak ancak kapalı kapılar arkasında, Rusya’dan bir şey alıp Rusya’ya bir şey vermek ile olur. Siyaseten, gerçekten sonuç üretecek şekilde. Mesela Rusya’dan PYD’yi nasıl alırsınız? Rusya ile PYD’ye yapabileceğiniz bir operasyonun anlaşmasını nasıl yaparsınız? Bunları düşünmeliyiz. Budur Rusya ile yakınlaşmak.

Nedir bunu mümkün kılan?

Halep’in kuzeyi meselesini düşünürseniz, olabilecek şeylerdir bunlar. Ama ben meselenin özür çerçevesinde konuşulmaması gerektiğini düşünüyorum. Gerçek, somut bir pazarlığa oturtulursa ancak anlamlı olabilir. Öbür taraftan bizim hala Rusya’dan, Amerika’dan çok rahatsız olan bir İran seçeneğimiz var.

TÜRKİYE İRAN VE RUSYA İLE KONUŞMALI

Son haftalarda PKK’dan da rahatsız İran, PKK’nın İran kolu PJAK eylemlere başladı İran’da?

İran’la konuşmaya başlarsanız, Rusya da sizinle o kadar konuşur, siz ne kadar Rusya ile konuşursanız Amerika da sizinle o kadar konuşur. Yüksek retoriği bir kenara bırakıp somut sonuçlar üreten adımlar atmak gerek. Bazen risk almak, masayı ters çevirmek, ben yokum arkadaş diyebilmek gerekiyor. Amerikalılara “siz PYD’ye destek mi veriyorsunuz, biz de Rusya ile beraber PYD’nin alanına müdahil oluyoruz” diyebilmek, demek gerekiyor. Bunu Amerikalılara göstermek bile yeterli bir pazarlık olurdu.

RUSYA’YA AMERİKA İZİN VERDİ

Tüm bu süreçte Rusya, Suriye’ye girerken Amerika tarafından maliyetin kendisine ödetilmek istendiğini göremedi mi peki?

ABD, Rusya’ya müsaade etti Amerika’nın vuramadığı örgütleri vurması için. Rusya başından beri Lazkiye ve çevresini bırakmayacaktı. Orası tehlikeye düşmeye başlayınca, Amerika’dan da yeşil ışık alınca girdi. Amerika izin vermeseydi Rusya Suriye’ye giremezdi. Rusya girdikten sonra da Amerika istese de Rusya’yı Suriye’den çıkaramaz. Çünkü basit bir denklemi var Suriye’nin: Rusya nükleer güç. Girmeden engelleyebilirsiniz ama girdikten sonra çıkaramazsınız.

Ama Rusya açısından Suriye’ye girmenin maliyeti Rusya’nın planlarının üstünde olmadı mı? Amerika Rusya’yı Suriye’ye bilerek, rakibini zayıflatIP yormak için soktu denebilir mi?

Rakibi evet yoruyor, mesela Halep’e kadar gelmesine müsaade etti sonrasına izin vermiyor. Amerika aynı şeyi Türkiye’ye de yapıyor, müttefiklerine de yapıyor. Herkes birbirine yapıyor aslında. İran da PKK’ya destek vererek Türkiye’yi zayıflatmaya çalışıyor. Ama Amerika’nın yaptığı daha fazla. Amerika küresel bir güç çünkü, uluslararası operasyonlar yapan tek devlet. Küresel operasyon yapmak demek kaç tane nükleer füzeniz olursa olsun başka bir şey demektir. Yüksek teknoloji bir tek Amerika’da var. Bu gerçekliği tanımamız lazım. Dolayısıyla Suriye’de Amerika müsaade etmeseydi Rusya giremezdi.

ABD İÇİN TEK ÖNEMLİ ŞEY; ABD’NİN GÜVENDE OLMASIDIR

Amerika Rusya’ya neden müsaade etti?

Rusya ile çatışmaya devam ederken bu kitlenmişlik durumu devam etsin diye. Bu kitlenmiş devam ediyordu ama Amerika baktı ki Rusya çatır çatır devam ediyor. Halep’i de düşürürse resim değişir. Amerika’nın şu an Suriye’de savaş sonrasına dair bir planı hakikaten yok. Ama asıl plan zaten çözümsüzlük. Çatışma sürdükçe Amerikan ana karası da “güvendeyiz, dikkatimizi başka yerlere yönlendirebiliriz” diyor.

OBAMA POLİTİKASI YENİ BAŞKANLA DEĞİŞMEZ

Şu an önümüzdeki dönem için kıpırdanmalar olsa da bu sürdürülemez durum sürecek, öyle mi?

Evet çünkü bakın, ne Trump ne Clinton’ın herhangi bir planı yok Suriye’ye dair. İkisi de seçim kampanyasında Obama dönemini baş aşağı etmesi gerekirken Obama’yı Suriye’de başarısızlıkla suçlamıyor. Obama gelirken Bush’a karşı “vergi verenlerin parasını başka yerlere gömmeyin” diyordu Bugün Trump da aynı şeyi söylüyor. “Paramızı orada harcamayalım” diyor. Hem Amerikalıların böyle bir tutarlılığı vardır hem Obama politikası devlet düzeyinde kabul gördü. Pentagon’un hazırladığı dokümanlarda vardır, maliyetsiz dış politika meselesi ve devlet politikası haline dönüşmeye başladı.

PKK-PYD FIRAT’IN BATISINA GEÇEMEZ, DOĞUSU DA SORUNDUR

Suriye’deki durum değişti, PYD-PKK artık orada fiziken de var ve Türkiye’nin uyarılarına rağmen Amerika’nın gözetiminde Fırat’ın batısına da geçecek gibi?

Batısına geçemeyecekler. Böyle bir şey yok, geçmemesi lazım. Baştan beri Cenevre’yi ele alalım. Türkiye ile müzakerelerde bulunup, diplomatik ziyaretler yapıyorlar. Diyor ki “Cenevre’ye PYD’de gelsin”. Türkiye hayır diyor. Fakat onlar karşılığında ne diyor? “Gelsin bir şey olmaz, biz size yeni teknolojik silahlar veririz”. Çocuk mu kandırıyorsunuz? Böyle bir mantık var mı? Türkiye reddediyor ama öyle bir baskı var ki Türkiye’nin üzerinde 3-5 senedir. Her seferinde salam keser gibi ince ince, Türkiye’den biraz daha taviz koparıyorlar. Bu ilişki biçimi çok sorunludur. Türkiye’nin bu durumu bozması gerekiyor. Aslında sadece Fırat’ın batısı değil Fırat’ın doğusu da bizim için çok değerli.

ABD SURİYE’DE PKK DEVLETİ KURUYOR

Türkiye Fırat’ın doğusunun PYD-PKK’ya ait olduğunu kabullendi mi ki?

Bakın o resim hala ters çevrilebilir. Rusya ve İran ile ağlarımızı arttırarak bu resim tersine çevrilebilir ve Amerika’ya bunun bedeli ödetilir. Bu söylediğim şeylerin çok riskli ve maliyetli olduğunu kabul ediyorum fakat şimdi ki durum risksizmiş gibi görünmesine rağmen daha maliyetli ve uzun vadede canımızı yakacak şeylerdir.

Amerika Türkiye’nin sınırında bir PKK devleti mi oluşturuyor?

Nereye kadar götüreceğini veya ne istediğini bilmiyorum ama süreç oraya doğru gidiyor. Sürece kabaca gözlem üzerinden baktığımızda PKK-PYD bir siyasal varlık orada yaratılmak isteniyor. Ne kadar çok aktör varsa bölgede Amerika’nın o kadar işine geliyor, dolayısıyla bir KCK devleti kurulmasını da muhtemelen tercih ediyor Amerika. Bunu zorluyor.

PYD OPERASYON YAPMALI TÜRKİYE!

Bunu zorlarken PKK ile mücadele eden Türkiye’nin buna daha fazla tahammül göstermeyeceğini ve bu zorlamanın Türkiye’yi kopuş noktasına getireceğini değerlendiremiyor mu Amerika? Mesele tam da o! Çünkü Rusya’ya, İran’a, Mısır’a, İsrail’e karşı yalnız kalır Türkiye diye düşündüğü için terslik yapamayacağını düşünüyor ama artık bizim başka sorular sormamız gerekiyor. Bu soruların tam doğru sorular olması gerekmiyor. Amerika gelmiyor değil mi? Madem Amerika gelmiyor, hiç gelmeyecek o zaman neden biz PYD’ye operasyon yapamıyoruz? Bakalım bu durumda Amerika ne yapacak? O yoksa o zaman biz bir PYD operasyonu yapalım. Eğer yaptığımızda geliyorsa, buyursun gelsin o zaman. Bu tür spekülatif soruları sorabilmeliyiz çünkü ağır bir sıkışmışlık hali var. Ve her türlü sorunun sorulması gerekiyor çünkü hiç bir şartta gelmiyorsa PYD ile baş başa kaldık demektir.

PYD-PKK’YI BARZANİ’NİN KDP’SİNE BENZETMEK YANLIŞTIR

Spekülatif bir soru da şu olabilir, Türkiye ABD’ye rağmen herşeyi yıkıp PYD ile bir ilişki kurar mı?

Kuramaz. PYD Türkiye’nin müttefiki mi olacak? Mümkün değil. PYD’nin kimliğini oluşturan şey TC zıtlığıdır. Ontolojik varlık sebebidir.

Kuzey Irak’ta Barzani yönetimiyle yaşanan sürecin son hali üzerinden Kuzey Suriye için de bir benzerlik kuruluyor?

O tamamen yanlış bir analoji. Birincisi Barzani PKK’dan başka bir aktördür. PYD’de KCK’nın altındadır, organik olarak PKK ile aynı aktördür. İkincisi Barzani ile bugün böyle oluşumuz yarın böyle olacağımız anlamına gelmez. Barzani ile sabit bir ilişki yoktur. Barzani de çok mecbur kaldığı için bizimle beraber, yoksa karakaşımıza karagözümüze değil. “Bunlar bizim Türk kardeşlerimiz ya da Kürt kardeşlerimiz” diye değil. Arap kardeşlerimiz de var, Fars kardeşlerimiz de var.

PKK DA DAİŞ GİBİ IRAK’TAN SURİYE’YE GEÇTİ

Obama’nın Suriye özel temsilcisinin McGurk’un açıklaması vardı on gün önce; Kuzey Irak’tan Kuzey Suriye’ye insani yardım amaçlı kapılar açıldı, şeklinde. Barzani PYD ile işbirliğine mi giriyor?

PKK Kandil’den kalktı Suriye’ye gitti zaten, Suriye bütün terör örgütlerinin aktığı bir yer haline geldi. İŞİD Irak’ın Sünni şehirlerinde doğdu. Suriye’ye gitti. PKK da Suriye’ye gitti. beslenebilmesi için daha uygun bir zemine sahip çünkü Suriye.

AB TÜRKİYE’Yİ İSTEMİYOR, BU AÇIK

AB’ye geçelim. İngiltere’de referandumdan AB’den ayrılma kararı çıktı. Türkiye AB’den kopuşun gerekçesi yapılınca Cumhurbaşkanı Erdoğan da “gerekirse biz de referanduma gideriz” dedi. Taktik mi gerçek mi bu açıklama?

Bazı şeyleri açık konuşmak lazım. AB’de bizi aldatmaya çalışıyor. Vizesiz kabul antlaşması mesela, Türkiye’deki şartları göz önüne alarak Davutoğlu’na destek gibi küçük uyanıklıklar yapıyordu Avrupa. Net bir şekilde şunu görmemiz lazım, onlar hakikaten Türkiye’yi AB’de görmek istemiyorlar. Nedir AB’nin katılım şartı? Üç tane kriter var, Bulgaristan tamamlıyor, Türkiye tamamlamıyor mu? Bunlar hikâye. Vizesiz seyahat en önemli meseleydi, Türkiye’yi ilgilendiren aslında başka anlaşmalar da var onunla birlikte. Haziran’a doğru AB, bizi demokratik olmamakla suçlar diye bekliyordum. Almanya‘da Ermeni soykırım tasarısından tutun da, terörle mücadeleye kadar, aynen öyle oldu. AB’den gelen ifadeler bu ilişkiyi koparmaya yönelik. İnatçı bir Türkiye Avrupa’yı çok rahatsız ediyor. İlişkiyi koparmadan, “iyi o zaman, ben de şunu yaparım, bekliyorum burada” diyen Türkiye Avrupa’yı rahatsız ediyor. Türkiye “lanet olsun ben gidiyorum” deseydi, Avrupa’nın işine gelecekti.

AMERİKA’NIN ÇEKİLİŞİ AB’Yİ ETKİLEDİ

AB projesinin tükendiği, birliğin dağılacağı öngörüleri var?

Amerika’nın Ortadoğu’dan çekilmesi değil sadece Amerika’nın dünyadan çekilmesi durumu var burada. Bu durum sadece Ortadoğu’yu değil, Avrupa’yı da etkiledi. Almanya’nın Rusya’yla sorunu, Fransa’nın Ortadoğu politikası gibi, AB’de birbiriyle sorun yaşamaya başladı. Ama Avrupa’da istikrarın tarihi daha eski olduğu için AB’yi mümkün kılan şey Almanların, Fransızların birbirlerini çok sevmesi değildir, Almanya’nın Amerikan işgali altında olmasıdır. Soğuk savaş boyunca Avrupa Birliğini yükselten şey, Almanya’nın işgal altında olmasaydı. Fransa 1950’lerde Almanya’dan korkardı. Fransa’nın 2008’de yazdığı güvenlik belgesiyle 2013’te yazdığı güvenlik belgesi aynı değil. 2009 yılı itibari ile Fransa NATO’ya üye oldu. Çünkü Fransa için AB Projesi bitti.

ÇATIŞMA, GERGİNLİK VE REKABET DÖNEMİ GELİYOR

Türkiye’nin AB’ye girme konusunda hevesi kalmadı. Yorgunluktan çok AB idealinin gevşemesi dolayısıyla Türkiye’nin de bu istekten uzaklaşması süreci mi yaşıyoruz?

Ama bambaşka bir resim çıkar, AB için Türkiye değerlenir. Ama dünyada güç kenara doğru gittikçe uluslararası örgütlerin işe yaramasını beklememek lazım. AB’nin devletler arası sıcak ilişkiyi kontrol etmesini beklememek lazım. İkilemlerin arttığı bir dönemdeyiz, çatışmalı, gergin, rekabetçi ilişkiler dönemindeyiz. O yüzden Arap Baharına ne neden olduysa İngiltere’nin çıkışına da o neden oldu.

YENİ BAŞBAKAN YENİ DÖNEM İÇİN AVANTAJ

Bu gidişatta hiçbir şey statik değil ve bu değişkenliğe Türkiye’nin de kendini ayarlaması gerekiyor?


Başbakan Binali Yıldırım’ın söylediği şey yeni bir başlangıç. Başbakan ve hükümet değişti, Türkiye, yeni atacağı adımlara da bir meşruiyet kazandırmış oldu. Dersiniz ki “Rusya ile şöyle mi olmuştu, bunu bir oturalım konuşalım tekrar”. Dolayısıyla Türkiye’nin yeni bir vizyon belirlemesi için uygun bir zamandayız. Daha somut hedeflere yönelen ve yeni dönemin şartları göz önünde bulundurulan bir vizyon. Dikkat edin çok iyiydik, ortak bakanlar kurulu toplantısı yapıyorduk, konsolosluklar açıyorduk, Nijer de kuyu açıyorduk, İran’la süperdik, Suriye ile süperdik. Ne geçti elimize, ona bakmak lazım.

TÜRKİYE REEL SOMUT SİYASETE ODAKLANMALI

Uzun vadede getirisi olmayacak mı bu politakanın?

Uluslararası ilişkilerde uzun vadeli hesap yok. Bugün ne alıp veriyorsanız odur, hiç bir uluslararası aktör, uzun vadeli hesap yapmaz. 
Nüfuz artırmak güç artırmak demek değildir. Benim size güç kullanamadan bir şeyi yaptırabilme kabiliyetimdir. Bunun sahada bir gerçekliği yok. 
Esed üzerinde nüfuzunuz olabilir ama deseniz ki “görevden ayrıl”, ayrılır mı sizce? İran üzerinde nüfuzunuz olabilir, ama dersiniz ki nükleer silahları bırak, 
niye bıraksın. Patinaj budur. Nüfuz artırmak pozitif ve somut sonuçlar üretmeyen bir durum. Nüfuz artırmak uluslararası alanda en büyük tuzaktır, gereksiz yere düşman biriktirmek demektir. Ben sizin üzerinizde nüfuzumu artırıyorsam, bir başkası bana düşman oluyor, ben nüfuz artırırken de sizden hiç bir şey elde etmiyorum. Yarın beni satarsınız. Ama onun düşmanlığını elde etmiş olurum. Bir konsolosluk açmaya harcadığınız para, o ülke ile yaptığınız dış ticaretten daha yüksekse zarardasınız demektir. Bunun arkasında ilkeler var kardeşlik var o da başka bir hikâye. Türkiye’nin daha reel somut yerlere odaklanması gerekiyor.

DIŞ POLİTİKADA DAVUTOĞLU DÖNEMİ KAPANACAK

Bahşettiğiniz vizyoner dış politika dönemi Davutoğlu dönemine denk geliyor, bu politika ona mı aitti?

Tabi ki Davutoğlu’nun dış politika vizyonuydu bu. Davutoğlu’nun danışman ve bakan olarak da geniş yetkileri vardı. Uygulanışta belki ufak farklılıklar vardır ama bu Davutoğlu’nun vizyonudur diyebiliriz.

Sonuçta o yetkiyi veren bir irade var ama?

Demokrasilerde bunun kuralı bellidir, siz danışman ya da bakana yetki verirsiniz ama hesabı lider veya parti öder. Halk bunu ağır bir hesap olarak düşünmüyor demek ki, bundan memnun ama biz dış politika olarak böyle olmasa, şöyle olsa deme özgürlüğüne sahibiz. Onu da liderler değerlendirecektir.

O zaman başbakan değişiminde dış politika değişikliği zarureti de vardı öyle mi?

Liderler dış politikayı ve uluslararası sistemi şekillendiriyormuş gibi düşünülür ama aslında uluslararası sistem liderleri şekillendirir. 1870’lerde muazzam dış politika takip eden, yeni dönemde Almanya’yı güçlendiren Bismarck, Almanya güçlendikten sonra Almanya’nın başında duramazdı. Yeni sistem, yeni lider talep etti ve Bismarck ne kadar başarılı bir stratejisyen olursa olsun ikinci Wilhelm’e karşı iktidarını kaybetti. Dolayısıyla uluslararası sistem, kimin geleceğini, içerde bile kimin seçileceğini ciddi anlamda etkiler. Tek belirleyendir demiyorum ama ciddi anlamda etkiler. Dolayısıyla yeni şartlar, yeni vizyon gerektiriyor zaten. Dolayısıyla o vizyon var mı yok mu ayrı bir tartışma ama yeni dönemin vizyonu bu değil.

Uluslararası sistem Erdoğan’ı hedef alıyor ve Erdoğansız Türkiye hayal ediyor. Tam da bu dönemde Avrupa’yla Davutoğlu’nun, Amerika’yla Davutoğlu’nun, Almanya’yla Davutoğlu’nun,Erdoğan’ı dışarıda tutacak şekilde kurmaya çalıştığı bir süreç vardı. Bunu nasıl yorumlamak lazım?

En prestijli organlar bile açıktan Erdoğan düşmanlığı yapıyor. New York Times, The Guardian gibi yayınlar zaten yapıyorlardı ama Foreign Policy, Foreign Affairs gibi altı ayda bir çıkan yarı akademik dergilerde bile ‘Erdoğan sorunuyla nasıl ilgilenmeliyiz’ diye saçma sapan yazılar çıkıyor. Öyle bir düşmanlık var ki bu kadar üst düzey bir dergi bile kinini kontrol edemiyor. Çünkü Erdoğan’dan rahatsızlar. Bu sebeple, bunun adı Ahmet Davutoğlu olmuş,  Abdullah Gül olmuş,  Kemal Kılıçdaroğlu olmuş çok da önemli değil. Kiminle işbirliği içinde olabilecekse onunla olmak istiyor. Çünkü Erdoğan’ı göndermek istiyorlar.Gerisini düşünmüyorlar. Dolayısıyla böyle Erdoğan’a rakip olabilecek her türlü aktöre destek sunulabileceğini bilmek lazım.

Erdoğan’ı açıkça hedef alan bir küresel sistem var, evet. Ama Erdoğan seçilip yetkilendirilmiş ve halkın arkasında durduğu meşru bir lider. Bu hedef alış ne kadar daha böyle sürdürülebilir?

Çok sürdürülemez miş gibi duruyor ama 3-5 senedir de sürüyor bu ilişki biçimi. Bugün onu konuştuk yani Türkiye,  PYD’ye karşı bir operasyon yaparsa  Amerika ne yapar. Cumhurbaşkanı’nın ailevi konuşmalarını basına mı sızdırır? Gezi parkında olay mı  düzenler? HDP’ye, PYD’ye destek mi verir? Ne yapar yani, daha fazla ne yapsın. Biz bunların hepsini gördük. Görmediğimiz bir şey kaldı mı? Çıkıp suikast mı düzenleyecekler? Buraya kadar mıdır? Amerika neyi  yapmadı ki şimdiye kadar neden korkacağız ki daha fazla? Bunu da düşünmemiz lazım. Bu çok fazla, bazı şeyleri göz ardı eden cesur bir değerlendirme olabilir ama diğer taraftan da neyi yaptıysa da Erdoğan’ı  daha fazla güçlendirmekten başka bir sonuç almadı. Bu çok sinir bozucudur. Gezi olayları, paralel olayları falan olmasaydı Tayyip Erdoğan bu kadar tek başına bir lider olarak çıkar mıydı ortaya? Parti ilk ortaya çıktığında 4-5 kişiden bahsediliyor ama şimdi bütün dikkat ve tek bahsedilen bütün odak nokta oraya yönlendirilince o da bir lider olarak rolünü iyi oynadı ve kendisini vazgeçilmez bir lider haline getirdi ve dolayısıyla size sıkıcı gelebilir ama  sizin de bunda ciddi bir payınız var. 
Bu sürdürülebilir mi? Ben  3-4 senede sürdürülemeyeceğini düşünmüştüm ama bir taraf yıkmaya çalışmaktan vazgeçmedi, bir tarafta yıkılmamaktan vazgeçmedi. Bu yüzden sürdü. Nereye kadar sürer? Emin olun bilmiyorum ama burada daha fazla yapılabilecek bir şey kaldığını da düşünmüyorum her şey denendi. Belki bir gün uluslararası sistemde bir dönüşüm olur ve Erdoğan çok tercih edilebilir. Tarih bunların hepsini bize gösterdi.

[Röportaj: Fadime Özkan]
[Star, 27 Haziran 2016]

https://www.setav.org/abd-suriyede-pkk-devleti-kuruyor/


***

ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor., BÖLÜM 1



ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor., 
BÖLÜM 1


Hasan B. Yalçın,
27 Haziran 2016



Bush döneminde çok agresif, tek taraflı ve sert bir şekilde girilen Ortadoğu'da Amerika bugün bu maliyeti başkalarının üzerine yıkmaya çalışıyor.

Başbakan Binali Yıldırım “daha az düşman, daha çok dost” sözü, iç siyaset kadar dış politikada değişimin parolası olarak da yorumlandı. Öte yandan PKKilişkileri nedeniyle Türkiye-ABD ilişkileri, üyelik ve mülteci ikircikliği nedeniyle Türkiye-AB ilişkileri gergin. Bu esnada Türkiye ilişkisiz olduğu Rusya ve İsrail ile konuşma halinde. Ne oluyor, yeni bir dönemin eşiğinde miyiz?

Türkiye’nin son on yılına bir dış politika vizyonu damgasını vurdu. İnsanlar bunu farklı biçimlerde değerlendiriyor. Kimisi sıfır sorun politikası, kimisi komşularla iyi geçinme politikası, kimisi ekonomik entegrasyon dedi. Planlanan bir dış politikadır diyen de oldu, yeni Osmanlıcılık diyen de, eksen kayması diyen de. Bütün halinde baktığınızda ortada bir vizyon vardı. Ortadoğu’da Türkiye’yi daha merkezi bir aktör yapmaya yönelik ve odağını oldukça geniş tutan, bunun için de mesela diplomasiyi, karşılıklı ziyaretleri, ekonomik ilişkileri tercih eden ve ağları geliştirmeye çalışan bir vizyondu. Türkiye’nin nüfuz alanını genişletmeye çalışan bir dış politika perspektifi vardı. Bunun 2010-2011 yılına kadar çok sorunsuzca işlediğini gördük. Afrika açılımından, yeni konsolosluklar açmaktan, THY ile o taraflara açılmaktan, TİKA, Yurtdışı Türkler Başkanlığı ile yapılan açılımlara kadar Türkiye’nin yeni bir söylem, yeni bir dış politika perspektifi geliştirdiğini ve demokratikleşme söylemleriyle de bir çok ülkeye de örnek teşkil edebileceğine dair çok okuma vardır.

TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASINI TIKAYAN ARAP BAHARI DEĞİL

Türkiye’nin bu vizyonu Arap Baharı ile mi sonlandı?

Bunun sonunu Arap Baharının getirdiğiyle ilgili okumaya kesinlikle katılmıyorum.

Arap Baharını Türkiye’nin bu vizyonu mu tetikledi peki?

Hayır, o da değil bence. Aslında benim bu ikisine de dair söyleyeceğim şey, bir üçüncü sebep. Aslında Arap Baharını tetikleyen şey de, Türkiye’nin o vizyonu sürdüremeyip bir dış politika tıkanıklığına girmesine sebep de çok basit bir uluslararası denklemdir. Uluslararası ilişkiler çalışanları için çok bilinip en fazla söylenilen şeydir ama günlük meseleleri yorumlarken de en fazla unutulan şeydir.

AMERİKA’NIN HEGEMONİK İSTİKRARI SAYESİNDE

Nedir?
Mesele basitçe “hegemonik istikrar” kavramında gizlidir. Ortadoğu’da 2003’den 2010’a kadar bir Amerikan hegemonyası vardı. Amerika bir mahallenin kabadayısı gibi, o mahallenin en merkezi yerinde olduğu için diğer ülkeler birbirlerinden güvenlik tehditleri hissetmiyorlardı. Sistem istikrarlıydı. Mahallenin bir kabadayısı var ve o diğerleri onu sevmese de sataşmaya cesaret gösteremez. Ama İran ile Türkiye, Türkiye ile Suriye, Suriye ile Suudi Arabistan, Suudi Arabistan ile Mısır birbirlerinden de güvenlik tehdidi hissetmezler bu sayede. Dolayısıyla 2003-2010 arasında Türkiye’nin o açılımlarını yapabilmesini sağlayan şey aslında Amerika’nın bizim Ortadoğulular olarak hiç istemediğimiz bölgedeki Amerikan varlığıydı.

AMERİKA BÖLGEDEN AYRILDI, ORTADOĞU KARIŞTI

Ama mahalleyi de o kabadayı mahvetti?

Evet Irak’ta milyonarca insanın hayatına mal oluyor, bölgeyi karıştırıyor, sorunlar çıkartıyor. Demokratikleşme olacaktıysa bile ket vuruyor, terörü bölgeye taşıyor. Yan etki olarak da devletlerarası ilişkilerin daha istikrarlı yürümesine sebep oluyor. Uluslararası istikrar denilen bu kamu faydasını Amerika ürettiği ve maliyetine Amerika katlandığı, diğer ülkeler de böyle bir güvenlikçi maliyet üstlenmek zorunda olmadıkları için, kendileri başka alanlara yatırım yapabiliyorlardı. Asıl mesele buydu. Amerika’nın 2010-2011 Irak’tan çekilmesinin ardından sistem çöktü. Ondan önce bu sayede İran’nın nükleer müzakerelerinde İran’la beraber Amerika’ya karşı oy kullanabilirsiniz. Ama Amerika’nın gittiği günün ertesinde Kürecik’e kalkan koydurursunuz. Öncesinde Suriye’de ortak bakanlar kurulu toplantısı yaparken sonrasında Suriye’de olaylar depreştiğinde, biz bir tarafı tutalım çünkü işin sonu karmaşaya gider, güvenlik tehdidi olmasın, diye davranmaya başlarsınız. Dolayısıyla o güvenlik maliyetini kendiniz üstlenmek zorunda olduğunuz için güvenliğinizi artırmaya çalışırsınız. Diğer taraf da güvenliğini artırmaya çalışır. Sizin artmış güvenliğiniz diğer taraf için güvensizliktir. Dolayısıyla bu bir spiral, kendi kendini yaratır. Bir güvensizlik ortamı kendi kendine doğar.

SURİYE TÜRKİYE YÜZÜNDEN Mİ BU HALDE?

2011 sonrasında bölgenin durumuna dair Türkiye’de yapılan siyasi okumalardan biri şunu iddia eder: “Suriye’nin bu halde olmasının sebebi Türkiye’nin yanlış dış politikasıdır”?

Çok ideolojik bir okuma bu. Birilerinin birilerini suçlamak, muhalefet yapmak için yaptığı bir okumadır. Halbuki net: Sistemden Amerika çekildiği için bu oldu. Türkiye’nin bu kadar uluslararası bir sistemi etkileyebilecek, bozabilecek bir etkisi yok, çarpan etkisi de yok. Türkiye’nin kendince öncelikleri var ve o öncelikleri takip ediyor. O dönemlerde Türkiye çok daha geniş bir perspektiften takip ediyordu bunu. Ama artık güvenlikçi söylemlerinin arttığı yeni dönemde Türkiye o tür bir ajanda takip edemez. Ama Suriye savaşının erken döneminde hala o ajandayı takip etmek gibi bir sorun vardı.

BÖLGEDE DEMOKRATİK TALEP HİLALİ DÜŞÜRÜLDÜ

Peki neden takip etti, adapte mi olamadı Türkiye yeni duruma?

Yani şöyle olur, sistem dönüşür ona devletlerin ayak uydurması biraz zaman alır. Mesela Suriye’de çatışmalar başladığında Türkiye’nin ilk pozisyonu demokratikleşme taraftarıydı. Büyük kitlelerin talepleri iktidara gelsin, Suriye’ de dönüşüm yaşansın. O dönemi hatırlayın. Arap Baharının başladığı Tunus düşüyor, Mısır düşüyor, Libya düşüyor, hepsi bir bir düşüyor. Türkiye’den Tunus’a kadar bir hilal kuruldu. O zincirin son halkası Suriye idi. Eğer Suriye de demokratikleşme tarafına düşmüş olsaydı bütün resim Türkiye lehine çok ciddi anlamda dönüşmüş olacaktı. Ama sonra ne oldu? Bunun birileri için çok ciddi bir sorun olduğu düşünüldüğü için Mısır’da Mursi indirildi, Sisi’nin yolu açıldı. Libya ikiye bölündü, Suriye iç savaşa gark edildi, Yemen karmakarışık bir hale geldi. Yani bütün o devrim denilenler tersine döndü, ki devrim değildi.

YİNE, YENİDEN “BÖL PARÇALA YÖNET”

Arap Baharındaki siyasi değişimler devrim değilse neydi?

Mursi nasıl geldiyse öyle gitti aslında. Mursi’nin gelmesini sağlayan sokak hareketleri yürüyor, Mübarek gitmeli fikri batı kamuoylarında dillendiriliyordu. Fakat sonra Mursi ve benzerlerinin iktidara gelmesi ciddi sorun olarak görüldü. Refah sınır kapısının falan açılıvermesi kaldırılabilecek sonuçlar değildi. Çok ileri gidiyor, bu olmamalı dendi. Bütün bölge tek bir tarafa verilmemeli dendiği andan itibaren de İran ve Rusya’nın önü açıldı bölgede. Sisi’nin önü açıldı, Gannuşi’nin kolu kanadı kırıldı. Aslında yapılan şey tipik bir “böl parçala yönet”tir. Yeni aktörleri devreye sokarak bir mücadele alanı yaratılmasıdır. Bunun öyle bir yerlerde Masonik kafalarla, külahlar giyerek, gizli yeminler edilerek yapması gerekmiyor. Çok basit bir şekilde yaparsınız. Amerika, Mısır’da Sisi darbesi gerçekleşmeye başladığında üç gün konuşmayıp dördüncü gün “Mısır’ın istikrarı için gereklidir” diyorsa darbeye hem meşruiyet hem destek sağlamıştır. Bu bile o ordunun darbeyi gerçekleştirmesi için yeterli sebeptir.

FACEBOOK’LA, TWİTTER’LA DEVRİM OLSAYDI TÜRKİYE’DE OLURDU

Bu destek sadece bir kaç cümleyle sınırlı mıdır yoksa bizatihi bir el işlemiştir?

Gizli istihbaratlar neler yapar, sahada ne kadar destek sağlanır bilemem ama Bin Ali neden gitti Tunus’tan? Gitmezdi oysa. Arap sokaklarında ilk defa bir genç kendini yakmadı. Arap sokakları, ilk defa isyan etmedi. Facebook etkisi diyorlar. Facebook vb. şeylerin devrim getirmediğine en güzel örnek Türkiye Gezi örneğidir. Facebook, Twitter’la devrim ayaklanma falan olmaz. Onlar hikâyedir. Bin Ali’nin Tunus’tan çıkmasını sağlayan nedir? Bin Ali her zaman ki gibi askeri sokağa çıkarır, bir kaç insan öldürür ve sokak hareketlerini yani değişimi engellerdi. Ama Obama arayıp da “kusura bakma arkadaş, askeri sokağa çıkaramazsın” dediğinin ertesi günü Bin Ali Suudi Arabistan’a kaçtı. Mısır’da orduya Mübarek’in yanında olmayacaksın dendiği anda Mübarek develi adamlara mahkûm kalır. Hepsini gördük. İşte Libya’da hükümeti deviremeyince Gidip Tobruk’ta yeni hükümet kurdular.

BUSH DA OBAMA DA AYNI POLİTİKAYI GÜTTÜ

Bütün bu müdahalelerin sahibinin Amerika olduğunu mu anlıyoruz buradan?

Bakın Obama yönetiminin takip ettiği bir dış politika var. O dış politika Bush dönemini baş aşağı etmeye yönelik. Bush döneminde çok agresif, tek taraflı ve sert bir şekilde girilen Ortadoğu’da Amerika bugün bu maliyeti başkalarının üzerine yıkmaya çalışıyor. İkisi de aynı derecede agresif dış politikadır ama. Sadece stilleri, tarzları farklıdır. Bush’un stili askeri yöntemler kullanarak, önleyici müdahale ile, Obama’nınkisi ise beleşçilik de denebilecek “mevzilenme stratejisi”dir. Suriye’de İran’ın karşısına çıkma görevini Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’ın üzerine atarsanız, Rusya’nın karşısına çıkma görevini Türkiye’nin üstüne atarsanız bunlar birbirini yerken siz de kenarda güçlenirsiniz.

TÜM TERÖR ÖRGÜTLERİNİ SURİYE’DE TOPLADILAR

Hem sizin dediğiniz olur hem de taş atıp eliniz yorulmaz?

Kesinlikle. Cenevre benzeri toplantılarda Amerika hep kenarda. Bakın Amerika, Suriye gibi bir ortamı Irakta yaşatabilmek, yani dünyanın dört bir tarafındaki terörist örgütleri bir noktaya toparlayabilmek için milyarlarca dolar harcadı. Irak’ta bunu yaptılar ve Irak’ı istikrarsızlaştırdalar. Bütün terör örgütleri oraya toplandı. Çeçenistan’daki cihatçı örgütlerin hepsi Irak’a gelmişti. Şimdi nereye geldi? Hepsi Suriye’de! Neden? Orası artık bir terör cenneti. O terör cennetinde kimler savaşıyor? Hizbullah ile DAEŞ. Hizbullah ile Nusra. Bunlar birbirleri ile savaşmasa kimle savaşacak? Amerika ile Batı ile savaşacaklar.

BATIDA TERÖR BATI İÇİN KATLANILABİLİR BİR MALİYET

Bumerang kendilerine de dönüyor ama?

Bu katlanabilir bir maliyettir, Batılılar açısından. Ama neticede bütün terör örgütlerinin bugün Suriye’de birbirini katlediyor olması ve Amerika’nın rakibi sayılabilecek bütün devletlerin birbirlerini dengeleyerek Amerika’yı rahat bırakması gibi bir durum yaşanıyor.

AMERİKA KENARA BİLEREK ÇEKİLDİ

Amerika açısından bakıldığında Obama siyaseti Bush siyasetinden daha akıllıca o halde?

Tabi canım kendi adına çok daha agresif, çok daha başarılıdır. Obama’nın izolasyoncu olması, mevzilenme stratejisi yeni bir strateji değil aslında. Amerikalıların yüzyıllardır hep bildikleri dile getirdikleri yöntemlerden biridir. Çünkü Amerika etrafı okyanuslarla çevrili, güvenli bir bölgededir, dolayısıyla ulusal güvenliği tehlikede değildir. Amerika için asıl sorun uluslararası güvenliği nasıl sağlayacağız meselesidir. Doğrudan müdahil olarak mı, Amerika’nın üstünlüğünü her yerde tek taraflı güçle göstererek mi? Bu Bush sitili. Yoksa uluslararası kurumları kullanarak daha tilkice bir meşruiyet zemininde işleri yöneterek mi? Yoksa seçici angajman denilen sadece gerekli yerleri, Basra Körfezindeki petrol yatakları, Filipinler’deki geçiş hatları, Panama’daki bilmem neyi gibi noktasal operasyonlarla mı? Yoksa Obama’nın yaptığı gibi Amerika’nın tamamen kenara çekilip herkesin birbirlerini dengelediği bir sistemle mi?

ABD’DE DEMOKRAT BAŞKAN TÜRKİYE İÇİN DERT DEMEK

Obama ilk geldiğinde, ABD Bush dönemine göre tüm bu coğrafyaya Ortadoğu’ya daha ılımlı yaklaşacak, köklerinde Müslümanlık var dendi. Yurt dışı ziyaretlerine ilk Türkiye ve Mısır’labaşlaması buna yoruldu vs. Ama böyle olmayınca da giderayak “Obama bir hayal kırıklığı” deniyor. Fazla naif ve gerçeklerden uzak mı buluyorsunuz bu bakışı?

İnsanlar bunu nasıl üretiyor, bilmiyorum. Ama Obama’nın Ortadoğu’ya barış ve istikrar getirmek diye bir derdi yok. Amerikalıların genelde şöyle bir anlayışı vardır. Bunlar bizim gibi demokratik değerleri, liberal değerleri özümsemedikleri için kavga ediyorlar. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Amerikalıların Avrupalılara dair de böyle bir düşüncesi vardı. Bugün Ortadoğululara dair düşünceleri budur. Demokratikleşirlerse barışı sağlayacak, daha ılımlaşacaklar ve barış olacak. Buna inanmış, ılımlı muhalefetin yolunu açmış olabilirler erken dönemde ama beklenen sonuçların doğmadığını gördüğü anda da Obama yönetimiyle bunun yolunu kapadılar. Amerika’da ne zaman bir demokrat iktidara gelse Türkiye’nin başı belaya girer. Ne zaman bir Cumhuriyetçi gelse Türkiye’nin önü açılır. Genelde böyledir. Biz de genelde söylemleri daha hoş, barışçıl diye demokratları severiz.

YENİ BAŞKANLA HİÇ BİR ŞEY DEĞİŞMEZ

Peki, yeni başkan ile birlikte Obama siyaseti değişecek mi? Tramp ya da Clinton’a göre?

Çok beklememek lazım. Trump gibi yarım akıllı biri bile gelse Amerikan başkanları dış politikada çok etkilidir. Yetkileri vardır. Kendi rengini koyar, ekipleri koyar politikaya. Ama Soğuk Savaşın bittiği günden bu yana bütün Amerikan başkanlarının dış politikalarındaki ortak özellikler çıkartılabilir. Ortak özellikleri farklılıklarından fazladır. Neyi kastediyorum? Hepsi agresiftir, hepsi Soğuk Savaş döneminde olduğundan çok daha fazla dünyaya şekil vermeye yöneliktir. Clinton döneminde biraz daha gitgel ile olmuştur bu. Somali’ye git gel, Kosova’ya git gel, Bosna’ya git gel. Baba Bush döneminde yeni dünya düzenidir. Yeni dünya düzeni diye git işgal et ile. Oğul Bush döneminde git vur dönüştür şeklinde. Obama döneminde ise sert bir Amerika’nın gücünü artırmak, başkalarının güçsüzleştirmek şeklinde. Temel fikir bu olduğu için aslında her biri agresif politikadır.

AMERİKA’NIN DEMOKRASİ EŞİĞİ

Agresif olmayan Amerikan politikası nedir?

Mesela Soğuk Savaş boyunca Amerika’nın kullandığı strateji dengeleme stratejisidir. Sovyetlerdeki gücü kes, soğuk savaş sonrası dönüştür. 1970’lerde yumuşama döneminde de silahlanmayı engelle, karşı tarafı böl, kendini güçlendir değil, karşıyı zayıflat. Soğuk Savaş sonrası bütün ortak özellikleri, sistemin güç dağılımıyla alakalı. Tarz farklılıkları hepsinde var ama. Birisi tek taraflılığı, birisi çok taraflılığı ön planda tutarak yapar. Ama demokrasiye inanırlar. Demokrasiye de bir yere kadar inanırlar. Hamas geliyorsa inanmazlar mesela. Hamas iktidara geliyorsa o demokrasi değildir onlar göre.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

Ateşkes ya da Öcalan ile Müzakere Sürecinin Başlaması,

Ateşkes ya da Öcalan ile Müzakere Sürecinin Başlaması,


Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı 


Kürt Açılım süreci AKP Hükümeti ile A. Öcalan’ın bu konuda yetkilendirdiği DTP arasında yapılan görüşmeler ile resmen başlamıştır; ancak çok kısa bir süre sonra A. Öcalan, DTP’nin AKP Hükümeti ile görüşmelerden çekilmesini emretmiş ve muhatap olarak kendisini göstermiştir. 
AKP Hükümeti’nin bu talebi kabul etmemesi üzerine tıkanan açılım sürecini açmak ve gerçek muhatabın kendisi olduğunu göstermek isteyen A. Öcalan PKK’lı bir grubu Türkiye’ye davet etmiştir. AKP Hükümeti bu daveti kabul ederek, aslında Öcalan’ın tuzağına düşmüştür. 

Habur’da yaşananlar PKK ve Öcalan açısından bir propaganda zaferine dönerken, AKP Hükümeti bunu ilk aşamada anlamayarak yaşananları umut verici olarak nitelendirse de halkın tepki göstermesi üzerine geri adım atmıştır. 

2009 Aralık ayından itibaren Öcalan hem AKP hükümeti tarafından muhatap alınmak hem de hükümet üzerinde baskıyı artırmak amacı ile kentlerden başlayarak sokak terörü sürecini tırmandırmıştır. AKP Hükümeti, muhatap alınan DTP’nin geri plana atılmasından sonra da açılımın devam ettiği yönündeki söylemi ile istemeden de olsa PKK’nın elini güçlendirmiştir. PKK da AKP Hükümeti’nin “Açılım devam ederken terör uygulanması” şeklinde yumuşak karnına terörü tırmandırarak saldırmıştır. 

2010 Mayıs ayının başında Hükümet ile Öcalan arasında başlayan görüşmeler kopmuştur. 
31 Mayıs 2010’da Öcalan PKK’nın gerek kırsal alanda gerek kentlerde terörü 
zirveye taşıması emrini vermiştir. 
PKK terörü Haziran-Temmuz 2010’da artarken referandum sürecinde olan Türkiye’de AKP Hükümeti, kendisini gittikçe artan bir baskı altında hissetmeye başlamıştır. Bu baskıdan dolayı Hükümet yetkilileri, İnegöl ve Dörtyol gibi nedenleri çok açık, failleri belli olan ve kökeninde PKK tahriki olan olayları, PKK dışında izah çabası içine girmişlerdir. 
A. Öcalan ise AKP Hükümeti’nin üzerindeki baskıyı iyi okuyarak Temmuz başından itibaren hem görüşme hem tehdit sarmalını avukatları aracılığı ile kamuoyuna taşımıştır. 

Öcalan bir yandan Temmuz başında 

1) Karşılıklı eylemsizlik, 
2) TBMM bünyesinde Hakikat ve Adalet Komisyonu kurulması, 
3) PKK’lıların KCK ile görüşülerek toplu olarak geri dönmesinin sağlanması ve 
4) Müzakerelerin kendisi ile sürdürülmesini önerirken, öte yandan hükümetin cevap vermesi durumunda kendisinin de STK’ların yapmış olduğu ateşkes çağrısını desteklemeye hazır olduğunu açıklamıştır. 

Öcalan, halkın yorulduğunun, terörden bıktığının, genelde örgüt yanlısı çizgide olan STK’ların dahi uygulanan terör sürecine eleştirel baktığının farkındadır. Bundan dolayı bir yandan STK’ları doğrudan karşısına almamayı tercih ederken öte yandan STK’lara baskıyı kendisine değil hükümete yöneltmeleri gerektiği uyarısında bulunmuştur. 
Öcalan, 28 Temmuz sonunda ise demokratik özerklik süreci ile AKP Hükümeti üzerindeki tehditlerini yoğunlaştırmıştır. Öcalan’a göre demokratik özerklik; KCK’nın ve BDP’nin güçlü olduğu yerlerde kentin güvenliği dâhil bütün yönetimi devralmasıdır. 
Öcalan örneğin Diyarbakır’da 5000 KCK’lının güvenliği devralacağını ve bu durumda çıkacak çatışmalarda günde 1000 kişinin öleceğini söylemiştir. 

28 Temmuz’da Öcalan tehdidinin zeminini yükseltmiştir. Öcalan, “Sen sorunu müzakere ile siyasi yolla çözmezsen, Dörtyol, İnegöl gibi çatışmalar kentlere sıçrar. Bunun çok daha ağır sonuçları olur. Örneğin Yüksekova gibi bir yerde kent çatışması olursa yüz bin kişi bir anda sokağa dökülür. İnsanlar silahlanır, halk arasına gerilla da karışırsa uçaklar kalkar, bombalar düşer, panzerler tarar, bir anda on bin kişi ölebilir. Bunun İstanbul, Mersin, Adana, Diyarbakır, gibi kentlerde olması halinde bir günlük bilanço 30 yıldaki şiddet kadar çok olur.” diyerek tehdidini tekrarlamıştır. 

Öcalan’ın bu açıklaması, PKK’nın Dörtyol’da halkın nasıl tepki vereceğini bilerek 
neden polisleri şehit ettiğini ve hükümetin yumuşak karnını ne ölçüde zorlayabileceğini göstermiştir. Böylece, 2009 sonundan itibaren gerçekleştirdiği terörist saldırılarda askeri inisiyatifi eline geçiren PKK, AKP Hükümetine karşı da politik inisiyatifi eline geçirmiş; 

Hükümeti referandum öncesinde “terörü yükselterek Batıda evet oyunu artırır, doğuda boykotu güçlendiririm” şeklinde ifade edilecek ciddi bir kıskaca almıştır. 

Öcalan’a Geçen Politik İnisiyatif ve Müzakerelerin Başlaması Bu tehdidi haklı olarak ciddiye alan ve içine girdiği kıskacı gören AKP Hükümeti, Öcalan’ın 4 ve 11 Ağustos tarihlerinde yapacağı görüşmeleri engellemiştir. Böylece kendisini süreçten çektiğini söyleyen A. Öcalan ile AKP Hükümeti müzakere sürecini başlatmıştır. Bu durum siyasal girişim üstünlüğünün de A. Öcalan’a geçmesi sonucunu vermiştir. 28 Temmuz – 11 Ağustos tarihleri arasında AKP Hükümeti A. Öcalan arasında yapılan müzakerelerle Öcalan’dan 15 Ağustos 2010’da demokratik özerkliğin ilan edilmesini ertelemesi ve ateşkesi desteklemesi 
istenmiştir. 

Ateşkes açıklamasından sonra bir değerlendirme yapan Murat Karayılan, AKP ile 
Öcalan arasındaki müzakereyi şu şekilde anlatmıştır: “Artık açıklanmasında bir sakınca görmediğimiz diğer önemli bir gelişme de devletin, önderliğimizle geliştirdiği diyalog temelinde ateşkes talebinde bulunmasıdır. Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti; ancak, talep üzerine yeniden devreye girerek, çağrıları ve devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak, bir kez daha barışa şans tanınması için hareketimize bir mesaj gönderdi.”

KCK da yaptığı açıklamada AKP Hükümeti ile A. Öcalan arasındaki bu yeni doğrudan müzakere sürecinin altını çizmiştir: “Önemli gelişmelerin yaşandığı bu dönemde devletin bazı kurumları ile çeşitli çevrelerin öneri ve çağrılarını dikkate alan Önder Apo, hareketimizin yönetimine gönderdiği mesajda bir kez daha barışçıl çözüme şans vermiştir.” Ancak PKK ile yapılan ateşkes sadece Öcalan ile sınırlı kalmamış dışarıda da istihbarat servisi ile PKK’nın üst düzey yetkilileri arasında İstanbul’da balıkçıda sürdürülmüştür. 

Yapılan bu müzakerelerden sonra nihayet iki hafta sonra A. Öcalan 13 Ağustos’ta avukatları ile görüştürülmüştür. Öcalan, bu görüşmede avukatlarına şöyle demiştir: “Bana burada dört kez ‘seçim var bekle’ dediler. 

Sonuç ortada… Bizi oyalıyorlar. 12 yıldır sabrettim; ancak benim de bir sınırım var. 
Referandumdan sonra “yine seçim var’ oyalamasına izin vermeyeceğim. Bir kerede her şeyi bozabilirim. Kim ne yaparsa yapsın diyebilirim. 

Bu takdirde Kürtler başlarının çaresine bakacaklar” diyerek yapılan pazarlığı 
ortaya koymuştur. Öcalan’a referandum sonrasında gerçekleştirilecek bazı sözler verildiği anlaşılmaktadır. Öcalan’ın bu müzakerelerden çok memnun görünmediği ya da bilinçli olarak öyle görünmeyi tercih ettiği ve AKP Hükümetine son bir şans verdiğini düşündüğü açıklamalarından anlaşılmaktadır. 

Öcalan ile Müzakerelerin İlk Sonuçları AKP açısından Öcalan ile müzakerelerin 
iki önemli sonucu vardır. Birinci sonuç, demokratik özerklik ilanının yaratacağı terör ve çatışmaların, referandumda “Hayır” oylarının artmasına neden olması ihtimalinin ortadan kalkmasıdır. İkinci sonuç ise, çatışmasız ortamda PKK’nın, halkın sandığa gitmesini engellemesi ve boykotu gerçekleştirmesi zorlaşacaktır. 

Hatta PKK ateşkesi Ramazan sonrası iki haftaya yayarak referanduma dolaylı evet desteği vermiş görünmektedir. Hayır oylarının önde olduğu, en azından hayır-evet dengesinin olduğu düşünüldüğünde BDP’nin “evet” desteği AKP için bir can suyu niteliği taşıyacaktır. 
Öte yandan Öcalan ve PKK ile yapılan görüşmelerden sonra PKK ateşkesi kabul 
ederken dört talep öne sürmüştür. Bunlar, 

a) Seçim barajının % 10’un altına indirilmesi, 
b) Askeri operasyonların durdurulması, 
c) KCK davası çerçevesinde tutuklananların serbest bırakılması ve d)Müzakere sürecine 

A. Öcalan’ın dâhil edilmesi talepleridir. 

PKK’nın bu taleplerinin Öcalan ve PKK ile yapılan pazarlık sonucunda mı oluştuğu yoksa bu pazarlıktan tamamen bağımsız mı olduğunu bilmek henüz mümkün değildir. AKP Hükümeti, Öcalan ne derse desin kendisi için referanduma kadar çok önemli bir zaman dilimi satın almıştır. 

Referandum Sonrasında Ne Olacak? 

Referandum sonrasında ise Öcalan ile tekrar görüşülecektir. Öcalan’ın taleplerinden sadece askeri operasyonların durdurulması ve KCK operasyonlarının/yargılamalarının yavaşlatılması talepleri karşılanacaktır. 

Hükümet, yaklaşan seçimlerde kendisi için yaşamsal öneme sahip olan % 10 barajını indirmeyi kabul etmeyecektir. AKP Hükümeti, yine yaklaşan seçimleri göz önünde tutarak Öcalan ile onun istediği gibi açık müzakere sürecine yanaşmayacak, bu sürecin başlaması için gelecek seçimleri kazanmayı bekleyecektir. 

Referandum sonrasında A. Öcalan ise kendisine verilen sözlerin hemen yerine getirilmesini isteyecektir. Aksi takdirde terör örgütü eylemlerini tekrar tırmandıracaktır. Ancak bir süre sonra tekrar hava koşullarının ağırlaşması ile kırsaldaki eylemler duracaktır. 
Demokratik özerklik projesinin ilan edilmesi dışında PKK’nın batıdaki kentlerde gerçekleştireceği eylemler ise iktidar tarafından “karanlık güçlerin eylemleri” şeklinde bir süreden beri devam eden “ PKK eylemlerini dahi devlet içindeki bazı güçlere” mal etme söylemleri ile geçiştirilmeye çalışılacaktır. 

A. Öcalan’ın demokratik özerkliği ilan edilmesini istemesi durumunda ise Türkiye büyük bir karışıklığın içine sürüklenecektir. 

21. YÜZYIL

***