6 Aralık 2014 Cumartesi

IRAK SAVAŞI SONRASI IRAK SON 20 YIL. TRİLYON DOLARLIK PETROL SAVAŞI 1

  
IRAK SAVAŞI SONRASI IRAK SON 20 YIL. TRİLYON DOLARLIK PETROL SAVAŞI  -1




Irak Dosyası - 1. Bölüm


Irak Dosyası - 1. Bölüm

Irak'ın ABD ve koalisyon güçleri tarafından işgal edilmesinin 11. yılında Irak İşgali dosyasını genişletilmiş haliyle yayınlıyoruz. Bu dosyada, işgalin altında yatan gerçek nedenleri, ABD'nin hedeflerini, savaşın Irak ve ABD'ye etkilerini, bundan sonra beklenen gelişmeleri ve daha pek çok ayrıntıyı bulacaksınız. Irak işgalinin 2. yıl dönümünde Irak Dosyası'nı ilginize sunuyoruz.



Foto Galeri için tıklayınız

Dünya gündemindeki olayları olabildiğince tarafsız ve sansürsüz olarak sizlere ulaştırmayı hedefleyen haber sitemiz, sizlerin sayesinde geniş bir etki alanına kavuşmuş durumdadır.
Bugüne kadar yayınladığımız çeşitli dosyalar, uzun araştırmalar neticesinde akademik titizlikle hazırlandı. Olabildiğince tarafsız ve nesnel bir dil kullanmaya gayret ettik. Bu sayede geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmayı başardık. 11 Eylül, Somali gibi dosyalarda ortaya konulan gerçekler, dünya medyasında daha öncede yer almış, fakat manipülatif yönlendirmeler sonucu üzerleri örtülen gerçekleri gün yüzüne çıkarmayı başardı. Şimdi, yine uzun bir araştırma sonucu ve daha çok analizler üzerinde yoğunlaşan IRAK DOSYASI'nı ilginize sunuyoruz.

International Pressmedya
 IRAK DOSYASI: İŞGAL VE DİRENİŞ

Hazırlayan: Abdulkadir Şen


Amerika'nın Irak'ı işgal ettiği 2003 yılından, savaşın sona erdiğini iddia ettiği 2011 yılına kadar geçen sürede genelde dünya, özelde de İslam Dünyasını yakından ilgilendiren kritik gelişmeler oldu. Bu çalışma:


 ·Savaşın Nedenleri
 ·Savaşın Aktörleri
 ·ABD'ye Zararları
 ·Yeni Dünya Düzenine Zararları
 ·Irak ve Bölgeye Etkileri
 ·Küresel Cihad Hareketine Etkileri
 ·ABD'nin Savaş Yöntemleri
 ·ABD'nin Stratejik, Ekonomik ve Askeri Kayıpları
 ·Muhtemel Senaryolar
 ·Savaş Sırasında Yaşanan Önemli Gelişmeleri
 ve daha bir çok ayrıntıyı, sistematik, akademik ve tarafsız bir dille analiz etmeyi amaçlamaktadır. Irak dosyası Türkiye'de bu güne kadar yapılmışen geniş çaplı bilimsel çalışmadır.

IRAK HAKKINDA GENEL BİLGİLER
İsmi: Irak Cumhuriyeti
Nüfusu: 31 milyon
Başkenti: Bağdat
Dil: Arapça, Kürtçe
Dini: İslam
Yaşam Süresi: 68
Para Birimi: Dinar[1]

AKTÖRLER

ABD ve Koalisyon güçleri (45 ülke)
Nuri El Maliki
Mukteda El Sadr
Tarık El Haşimi
El Kaide ve İslami Direniş Örgütleri
Baasçı ve Arap Milliyetçi Direniş Örgütleri
Arap Milliyetçisi
Celal Talabani
Mukteda El Sadr
Ayetulllah Sistani
Mesud Barzani 
İran
IRAK SAVAŞININ TEMEL NEDENLERİ
Batı Dünyası ile İslam Dünyası arasında yaşanan çatışma uzun yüzyıllara dayanmaktadır. Savaşın taraflarından bazıları bu savaşı demokrasinin ve özgür dünya görüşünün, dogmalara ve baskıcı İslam kurallarına karşı savaşı olarak değerlendirirken diğerleriBatı'yı, bütün dünyayı ahlaki, sosyal ve ekonomik alanlarda bozmak, dejenere etmekle suçlayıp, Batı'nın politik etkisine karşı savaşı daha güzel bir dünya uğruna verilmiş mücadele olarak kabul etmektedir.
Samuel Hunthington'ın başını çektiği bir grup düşünür İslam Dünyası ile Batı'nın savaşının bir medeniyetler çatışması olduğunu savunurken[2] bir çok Müslüman lider de bunun bir dünya görüşü savaşı olduğunda hemfikirdir. Savaşın tarihini Adem ile şeytanın mücadelesine kadar uzatıp bir hak-batıl mücadelesi olarak görenler bulunduğu gibi bu savaşı ekonomik ve politikçıkarların çatışması olarak da görenler bulunmaktadır. Sebebi ne olursa olsun ABD'nin Irak'a yönelik askeri işgalinin yukarıda belirtilen medeniyetler çatışması, Hak-Batıl mücadelesi, güç çatışması ve ekonomik paylaşım gibi sebeplerden bağımsız değerlendirilmesi mümkün görünmemektedir. Çalışmamızda, savaşa dair ayrıntılar vermek yerine savaşın nedenleri ve makro düzeyde etkileri üzerinde yoğunlaştık.
Irak savaşı, Sovyet Rusya'nın Afgan direnişçiler tarafından çökertilmesinin ardından dünyada tek süper güç olan ABD karşısında ciddi bir politik alternatif olan İslam dünyasına karşı ABD'nin devam eden ekonomik, askeri, siyasi, ideolojik ve psikolojik muhalefetinin ve karşı operasyonunun bir parçasıdır.

IRAK İŞGALİ

11 Eylül 2001 tarihinde stratejik ve sembolik ABD hedeflerine düzenlenen saldırılar sonrası 1990'lardan beri dolaylı yollarla ve gizli operasyonlarla devam eden ABD'nin İslam dünyasını dizayn etme çabası George W.Bush tarafından Teröre Karşı Savaş (War Against Terrorism) ismiyle ilan edilmiş bir savaşa dönüşmüştür. ABD Başkanı George W. Bush 17 Mart 2003 tarihinde uzun yıllar boyunca kitle imha silahlarına sahip olmakla suçladığı Irak yönetimine, 48 saat geçerliliği olan bir ültimatom vermiş ve 19 Mart tarihinde Irak işgali başlamıştır. 20 Mart 2003'te Beyaz Saray yayınladığı bir bildiride 35 ülkenin işgale askeri destek verdiğini ilan etmiştir. Açıklamada 15 ülkenin de Irak işgaline destek verdikleri ancak isimlerinin açıklanmasını istemedikleri bildirilmiştir.
ABD Irak savaşı için 300 bin asker seferber etmiş,İngiltere savaşa 47 bin askerle destek vermiştir. Ayrıca Suudi Arabistan hava sahalarını ve üslerini bombardıman uçaklarına açmış, Türkiye de hava sahasını ABD bombardıman uçaklarına açmıştır.[3] Kuveyt, Bahreyn, Katar, Umman da askeri üslerini ve imkanlarını ABD güçlerinin hizmetine sunmuştur.

ABD operasyonu, teröre karşı savaşın yeni bir aşaması olarak isimlendirmiştir. Bu amaçla ABD, Irak'ı Özgürleştirme Operasyonu (Operation Iraqı Freedom) isminiverdiği askeri işgalin aynı gününde Afganistan'da da Taliban ve El Kaide'ye karşı büyük bir operasyon düzenleyerek dünyaya teröre karşı savaşın devam edeceği mesajı vermiştir.

11 Eylül sonrası Afganistan işgalinde Avrupa Birliği, BM ve bütün uluslararası kurumların desteğini arkasına alan ABD, Irak'a saldırı konusunda aynı desteği elde edememiştir. ABD'nin gerekçeleri birçok ülke tarafından geçerli sayılmamış, savaşın ilk günü Fransa ve Almanya ABD'yi kınamıştır. Savaş için BM'nin desteğini elde edemeyen ABD, kendi koalisyonunu oluşturarak BM'ye rağmen savaşı başlatmıştır. ABD'nin tek taraflı kararı bir çok devletin tepkisini çekmiştir.

Birleşmiş Milletler'in etkin hale gelmesinde ve yasal arka planının geliştirilmesinde ABD'nin ciddi rolü bulunmaktadır. Yeni Dünya Düzeni projesinde BM'yi bir tür öncü askeri ve politik kuvvet olarak gören ABD'nin özellikle de tek kutuplu dünyanın şekillendiği 90'lı yıllardan sonra BM'yi dış politikasında bir enstitüsü gibi kullanmaya başladığı göze çarpmaktadır. ABD'nin bu tavrını Başkan Bush bir açıklamasında şu şekilde ilan etmiştir:

Hiç kimse, hiç bir kurum, ne BM Güvenlik Konseyi ne Yugoslavya Yönetimi ne de Uluslararası Ceza Mahkemesi ABD'nin dış politikasını ve tercihlerini eleştiremez, yargılayamaz.
 (Jesse Helms, ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi başkanının BM Güvenlik Konseyi'ne hitaben yaptığı açıklama)
Irak savaşı, ABD'nin dünya liderliğinin pekiştirilmesi amacını taşımaktadır. ABD Başkanı Bush'un 12 Eylül 2001'de yaptığı "Ya bizimlesiniz ya da onlarla" açıklaması aslında, ABD'nin küresel hegemonyasının deklare edilmesiydi. Tufts Üniversitesi Uluslararası İlişkiler alanı öğretim üyesi Ian Johnstone'a göre Bush'un Irak savaşı için gerekçelerini açıkladığı 16 Eylül 2002 BM toplantısında yaptığı konuşma ise"bize yardım edin" çağrısından çok BM'ye, ABD'ye yardım etme ve faydalı olma şeref ve fırsatını kaçırmaması yönünde son ikazdı.[4]
Irak Savaşının temel gerekçesi: Kimyasal silahlar ve Bush'un "Önleyici Savaş Doktrini"
ABD savaş öncesi Irak yönetimi ile El Kaide’yi ilişkili göstermeye çalışmış ve bunun gerekçelendirilmesi için bir dizi açıklama yapılmıştır. Ancak Saddam rejiminin Kuveyt’i işgal ettiği süreçte, Usame Bin Laden’in Suudi Arabistan’ı Irak’a karşı savunmak üzere savaşçılarını göndermek istediği bilinmektedir. Örgüt ile Irak yönetiminin ciddi fikri ve siyasi anlaşmazlıklarının bulunduğu ve örgütün Irak’taki müttefiki olan Ensar El İslam’ın da Saddam'a karşı silahlı mücadele verdiği bizzat ABD yetkilileri tarafından kabul edilmiştir.[5]
11 Eylül saldırılarıyla beraber ABD Başkanı Bush, Irak savaşına da zemin hazırlayan "Önleyici Savaş Doktrinini" ortaya atmıştır. George Bush'un Amerika'yasaldırma riski bulunan düşmanlara, ABD'ye saldırmadan savaş açmasını legal hale getiren bu doktrinin şekillenmesinde Milletler hukukunda otorite olan Hugo Grotius ve Emmerich de Vattel'in hukuk konseptini temel aldığı bilinmektedir. Grotius "Sizi öldürmeye hazırlanan kişiyi öldürmeniz meşrudur"[6] derken, Vattel bir milletin düşman faaliyetleri olan bir millete savaş açmasını meşru kabul etmektedir.[7] Ancak dünya kamuoyu tarafından eleştirilen konu Irak'ın 2003 yılına kadar ABD içinde ve dışında ciddi bir tehdit unsuru olmamasıdır. Savaşın temel gerekçesi sayılan kitle imha silahları ise asla bulunamamış ve bir çok ABD ve İngiltereli yetkili kimyasal silahların var olduğunu ispatlamak amacıyla sahte istihbarata başvurduklarını itiraf etmiştir. İngiliz hükümetininIrak savaşında geçerli ve güvenilir olmayan istihbarat bilgilerini abartarak savaşa hukuki dayanak sağlamayı amaçladığı[8] savaşın ilerleyen yıllarında ortaya çıkmış; bu gerçek, dönemin İngiltere başkanı Tony Blair tarafından da itiraf edilmiştir. Blair hakkında parlamentoyu aldatmak suçlamasıyla 2010 yılında soruşturma açılmıştır. Tony Blair Irak savaşındaki bu kritik rolüne rağmen İsrail-Filistin görüşmelerine arabulucu olarak görevlendirilmiştir.
Her ne kadar Irak'a müdahaleye sıcak bakmasa da geçmişte BM'nin ABD baskıları sonucu önleyici savaş doktrinine yasal zemin sağlayacak kararlar aldığı bilinmektedir. 1967 savaşında İsrail, Mısır ve diğer Arap ülkelerine saldırmış ve BM İsrail'in bu saldırısını kınayan önerileri, "İsrail'in tehdit algıladığı" gerekçesiyle reddetmiştir.[9]
İşgal Hazırlıkları
Savaş öncesi başta Şii liderler olmak üzere Saddam muhalifi güçlerle yoğun görüşmeler yapan ABD yönetimi, Irak ordusunda görevli bir çok komutanla da direnmemeleri yönünde gizli anlaşmalar yapmıştır. Irak işgali yeni liderlerin doğmasına ve ABD yanlısı ve karşıtı olmak üzere 2 başat grubun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ülkenin Sünni nüfusu ABD'ye karşı direnişi tercih ederken, bütün Şii hareketler yeni Irak'ta söz sahibi olmak amacıyla ABD ile anlaşarak siyaseti tercih etmişlerdir. ABD'nin Irak'ta aldığı her türlü zararın yüzde 90'ının Sünni direniş ve onlara destek veren Küresel Cihad Hareketi tarafından verildiği, savaşın sonuna geldiğimiz bu noktada artık tarihi bir gerçekliktir.


 Irak'ta çatışma alanlarını gösteren haritada da görüldüğü gibi işgal güçlerine sadece Sünni bölgeler direnmiştir[10]
ABD işgal sonrası oluşturacağı, Sünni'lere göre "Kukla yönetimi" Şii liderlerin yardımıyla kurmayı başarmıştır. Irak'ın işgal dönemi bütün parlamento çalışmalarını Şii din adamları ve liderlerin oluşturduğu bilinmektedir. Bunların başında Abdulaziz el Hekim, Ammar el Hekim, Ayetullah Sistani, İbrahim el Caferi gelmektedir.

Direniş ve savaşın diğer etkilerini incelemeden önce ABD'nin oluşturduğu siyasi yapının tarihsel seyrini inceleyelim.ABD işgalinin Irak'ta izlediği süreci 2003-2007 yılları arasında 4 aşamada incelemek mümkün.

1. Aşama: Bremer ve Koalisyon Yönetimi

Mayıs 2003-Haziran 2004
Bu dönemde Paul Bremer, ABD tarafından Irak sorumlusu olarak atandı. Orduyu ve parlamentoyu fesheden Bremer, ABD yanlısı özellikle Şii din adamları ve liderleri toplayıp bir geçiş hükümeti kurma çalışmalarına başladı. Mart 2004'de Bremer yönetimigeçici bir anayasa hazırladı ve iktidarı Haziran 2004'de ABD yanlısı Irak Geçiş Yönetimi'ne devretti. ABD'nin Irak ordusunu dağıtması ciddi güvenlik zaafına neden oldu ve stratejik açıdan ABDprojelerine büyük oranda zarar verdi. ABD açısından Pandora'nın kutusu açılmıştı.

Başkan Bush Paul Bremer'ı Irak Valisi Olarak Görevlendirmiştir

2.Aşama: Iyad Allavi Dönemi

Haziran 2004-Nisan 2005
Bu dönemin en önemli kazanımı, Ocak 2005'te seçimlerin gerçekleşmesidir. Sünniler Allavi'nin başkanlığı döneminde gerçekleştirilen seçimi boykot ettikleri için parlamento sadece Şii'ler ve Kürtlerin egemenliğine girdi ve temsil sorunu yaşandı. Bu dönemde Celal Talabani, Şii İbrahimCaferi başkanlığındaki hükümet tarafından Irak Cumhurbaşkanı seçildi.


Iyad El Allavi: İşgal dönemi Irak'ta geçici yönetimin ilk başkanı
  
3. Aşama: İbrahim Caferi ve Anayasal Meşruiyet Dönemi
Nisan 2005-Mayıs 2006
Ekim 2006'da Irak hükümeti, anayasayı referanduma götürme kararı aldı. Bu süreçte güvenlik ciddi oranda bozuldu ve Şubat 2006'da Samarra'daki Askeriyye türbesinin bombalanması Şii-Sünni çatışmasını doruk noktaya çıkardı. ABD El Kaide'yi suçlarken örgüt suçlamaları reddetti ve saldırıları ABD'nin gerçekleştirdiğini açıkladı.


Şii lider İbrahim El Caferi, ABD tarafından güvenilir müttefik olarak kabul edilmiştir

4. Aşama: Şii Lider Nuri El Maliki Dönemi
Mayıs 2006-2011

ABD Irak'ta işgal projesini Şii lider Nuri Maliki yönetimi ile istikrarlı hale getirmiştir. İran ve Irak Şiilerinin desteğini arkasına alan Maliki, daha fazla vekillik önerisiyle Mukteda Es Sadr'ı da ikna ederek iktidarını sağlamlaştırmıştır. Maliki döneminde Irak direnişi doruk noktasına ulaşmış, El Kaide bazı şehirleri ele geçirmiş, ABD'nin askeri kayıpları kabul edilemez boyutlara ulaşmıştır. George W. Bush, Irak'ta direnişin kazanımlarının artması üzerine, Bağdat ve Sünni bölgelere ek askerler gönderme kararı almıştır. 
ABD 20 bin yeni askeri savaşa göndermiştir.

2004 yılı ABD açısından iktidar devri, 2005 yılı seçimlerle yeni hükümete meşruiyet kazandırma ve 2006 yılı da direnişe karşı geniş çaplı askeri karşılık verme dönemidir. Bu dönemlerden her biri kendi çapında stratejik önem taşımaktadır.
BEKLENMEYEN DİRENİŞ HAREKETİ
ABD'nin Irak'ı işgali bütün dünyada tepki topladığı gibi Irak'ta da silahlı direnişin oluşmasına neden olmuştur. Saddam Hüseyin iktidarını kısa sürede devirmeyi başaran ABD, bir kaç ay sonra daha tehlikeli bir isyan dalgasıyla karşı karşıya kalmıştır. İşgal öncesi yazılan bir çok stratejik analiz ve Kongre belgesi ABD'nin, işgal sonrası direniş hareketlerinin en büyük sorun haline geleceğinihesaplamadığını göstermektedir.
ABD ve Batı'nın Irak savaşını analiz etmedeki temel yanılgıları, Irak halkı üzerinde baskı kuran Saddam rejimini asıl düşman olarak tanımlamalarıydı. Oysa İslam dünyasında herhangi bir bölgeye yönelik savaş, bütün İslam ümmetine açılmış olarak değerlendiriliyordu. ABD Savunma Politikası Masası şefi Richard Perle Saddam rejimini "ilk barut esintisiyle yıkılacak bir kartondan ev" (PBS,11 Haziran 2002)[11] olarak nitelerken Donald Rumsfeld'in yardımcısı Ken Adelman Saddam rejimini devirmenin çocuk oyuncağı olduğunu söylemiştir.(12 Şubat 2002)[12]
Saddam Ordusu Neden Kısa Sürede Dağıldı?
Ortadoğu ülkelerindeki rejimlerin dış işgallere karşı en zayıf noktası ordularını yabancı tehdidine karşı değil içerdeki "İslami Hareketlere" karşı konumlandırmış olmalarıdır.
Ortadoğu'da ordu yoktur. İslami Hareketlere karşı dizayn edilmiş ve Batı ülkeleriyle bir tür dolaylı hiyerarşik ilişkisi olan jandarma güçleri vardır.
Saddam Hüseyin'in kendisine karşı sürekli bir darbe endişesi taşıması, Irak ordusunu zayıf tutmasına neden olmuştur. Aynı sorun Kaddafi için de geçerlidir. Kaddafi ordusunun batılı güçler karşısında aldığı yenilgi, onun orduyu her zaman zayıf tutma eğiliminin bir sonucudur.
ABD'nin Saddam'ın askeri gücüne dair tespitleri doğru olmakla beraber, "Irak ordusu dışında direnişle karşılaşmayacakları" yönündeki beklentileri stratejik bir hatadır. İşgal kısa sürede değişik direniş hareketlerinin Irak'ı, ABD karşıtı savaşta karargaha çevirmelerine neden olmuştur. Şüphesiz bu direniş örgütlerinin en önemlisi ABD'ye karşı küresel ölçekte mücadele eden El Kaide liderliğindeki Küresel Cihad Hareketidir.
Görev Tamamlandı
Saddam Ordusu'nun kısa sürede devrilmesi sonucu Bağdat'a giren ABD ordusu ilk haftalarda pek fazla direnişle karşılaşmamıştır. Irak ordusunun dağılmasını büyük bir zafer olarak gören Bush, Mayıs ayında ABD uçak gemisi USS Abraham'da yaptığı konuşmada erken bir zafer ilanı yapmıştır.


ABD Başkanı George W. Bush, Mayıs 2003 tarihinde USS Abraham Lincoln uçak gemisinde "Görev Tamamlandı" yazılı pankartın önünde zafer konuşması yaparken, ABD'yi bekleyen direniş tehlikesinden habersizdi.

DİRENİŞ ÖRGÜTLERİ

ABD Irak’a yönelik saldırıya başlamadan önce, El Kaide örgütü savaşı öngörmüş ve bazı birliklerini Irak’ta zaten müttefiki olan Ensar El İslam saflarına, muhtemel ABD müdahalesine karşı savaşmak üzere göndermişti. Kaynaklar El Kaide’nin savaş öncesi Irak’a 1500 kişilik bir tim gönderdiğini gösteriyor. Ürdün’ün Zerka bölgesinde doğup Afganistan’da örgütün kamplarında politik ve askeri eğitim alan Ebu Mus’ab El Zerkavi, Irak’a geçen en üst düzey savaşçıdır.


Ebu Mus'ab El Zerkavi
ABD istihbaratı Zerkavi’nin savaş sonrası ABD’ye karşı direneceğini bilmekle beraber geniş çaplı bir direniş hareketi ve ABD’nin savaş kazanımlarını tüketecek büyük bir projesinin olduğundan haberdar değildir. Nitekim Colin Powell savaş öncesi 5 Şubat 2003 tarihinde BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı bir konuşmada Zerkavi’nin Irak’a geçtiğini ve ABD karşıtı bazı faaliyetler yürüttüğünü bildirmiştir.[13]
ABD askeri yetkililerinin, Irak direnişinin ciddi oranda olgunlaştığı ve artık bütün Irak'ın ABD ordusu için ölümcül hale geldiği 5 Şubat 2004 tarihinde bile Irak'ta direnen gücün Küresel Cihad Hareketi olduğunu anlamamış olmaları süreci değerlendirmede ne derece başarısız olduklarına dair önemli ip uçları vermektedir.[14] 2004 yılında direnişin oldukça güçlendiği zamana kadar bile, ABD makamları Zerkavi'nin savaşta ilk bombalanan Ensar El İslam kamplarının dağılmasından sonra Irak'tan İran'a kaçmış olabileceğini tartışmaktadırlar.
Ensar El İslam
1998 yılında Kürdistan İslami Hareketi'nden ayrılan bir grup, Ensar El İslam Hareketi'ni kurmuştur. Temel hedefi Talabani ve Barzani'nin etkisi altında kalan Kürtleri, sosyalizm etkisinden kurtararak İslami uyanışı gerçekleştirmek ve uzun vadede Irak'ı bir İslam Devleti'ne dönüştürmek olan Ensar El İslam hareketi kısa sürede Halepçe, Süleymaniye veçevresinde ciddi oranda güç elde etmiştir. ABD'nin Irak saldırısında ilk bombaların bölgede bazı kasabaları kontrolü altında tutan Ensar kamplarına düştüğü bilinen bir gerçektir. Irak'ın bu ilk direniş hareketi liderliği, El Kaide ve Taliban tarafından yürütülen ve bir çok ülkede savaşan Küresel Cihad Hareketi'nin müttefikidir.
ABD'nin Irak savaşındaki temel yanılgılarından biri de yabancı bir güç olduğunu göz ardı etmesidir. Her türlü radikal değişim sürecine direnç gösteren halkların, bu değişim dışarıdan bir aktör tarafından önerildiğinde daha tepkisel tavır sergiledikleri bilinmektedir.
Irak işgaliyle beraber dağıtılan Saddam ordusu, değişik direniş örgütlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Saddam dönemi subayları ve Baas gönüllüleri değişik yapılanmalar adı altında ABD'ye karşı direnişiörgütlemişlerdir. Bu örgütlerin en önemlileri şunlardır:
Ensar El İslam
Irak El Kaidesi
Irak İslam Ordusu
1920 Tugayları
Ebubekir El Sıddık Tugayları
Fatihler Ordusu
Nakşibendi Ordusu

 Şii Örgütlerin İşgal Karşısındaki Tavrı 
Irak'ın 2012'ye kadar süren işgal tarihi temelde, sadece Sünni kesimden direnişle karşılaşmıştır. Şii lider Mukteda El Sadr'ın 1.5 ay süren ve Kufe'de bir camiye sığınmasıyla son bulan direnişi dışında Irak'ta ABD güçleri Şii kesimden herhangi bir direniş görmemişlerdir.[15] Mukteda el Sadr ağır ABD darbeleri sonucu Küfe'deki bir camiye sığınmış ve Sistani'nin arabuluculuk yapması sonucu ABD Sadr'ın İran'a kaçmasına göz yummuştur.[16] Savaş devam ederken Mehdi Ordusuna 6 aylık tatil verdiğini ilan eden Sadr, bu süreçte Sünni direnişe yönelik büyük askeri operasyonlar yapan ABD ordusunun oldukça rahatlamasını sağlamıştır. ABD makamları Şii desteği olmadan Irak'ta başarılı olamayacaklarını bir çok kez ifade etmişlerdir.
Irak'ta yukarıda belirttiğimiz ve işgal çıkarlarına uygun 4 aşamanın da Şii liderler tarafından organize edildiği göz ardı edilmemelidir. İslam dünyasının büyük bir çoğunluğunda Kukla olarak tabir edilen bu iktidarlar temelde Mehdi Ordusu, Irak Yüksek İslam Konseyi, Bedir Tugayları tarafından desteklenmiştir. Mukteda el Sadr'ın Felluce operasyonu sırasında bir yandan direniş yanlısı açıklama yapması öte yandan parlamentoya bakanlar göndermesi İslam dünyasında tepkiye neden olmuş ve klasik takiyye siyaseti olarak kabul edilmiştir.

Sistani ve Para Karşılığı Fetva
Irak'ın işgal sürecinde tarihe damga vuran en önemli olaylardan biri de ülkenin en büyük Şii otoritesi olan Ayetullah Sistani'nin 200 milyon dolar karşılığında ABD'ye karşı direnişi haram sayan fetva vermesidir. Sistani fetva karşılığı elde edilen paranın fakirlere dağıtıldığını resmi sitesinde kabul etmiştir. İlgili fetvanın Arapça metni aşağıdadır.



Irak'ın en üst düzey Şii lideri Ayetullah Sistani
Direnişin Tarihi Seyri ve Geçirdiği Aşamalar
ABD'ye karşı yürütülen Irak direnişi savaş süresinde 4 temel aşama geçirmiştir.
1. Aşama 2003-2004
İşgalin ilk zamanlarında Irak'ta tek "örgütlü" direniş hareketleri, Küresel Cihad Hareketi ve Ensar El İslam Örgütüdür. Bu direniş örgütleri savaşın ilk aylarını;
·Yerel İslami hareketlerle ilişki kurmak
·Yeraltı hastaneleri ve komuta merkezleri kurmak
·Irak'ı, dinamiklerini, coğrafyasını, avantaj ve dezavantajlarını tespit etmek
·Düşmanın güçlüve zayıf yönlerini belirlemek
·Saddam'ın silah depolarından cephane elde edip depolamak
·Şehir savaşlarına hazırlanmak
·Değişik dünya ülkelerinden direnişe katılacakları organize edip kanallar kurmak
·İşgale karşı direnecek çekirdek kadroyu hazırlamakla geçirmişlerdir.
Direnişin bu ilk aşamasında Saddam'a sadık güçler de yeni örgütler kurma çalışmalarına başlamışlardır. ABD'ye karşı saldırıların oranı artmıştır. Bu dönemde Ebu Garib cezaevinde ortaya çıkan işkence görüntüleri tüm üllkede direnişi artırmıştır. Değişik ülkelere aitdiplomatik belgeler yayınlayan Wikileaks'te yayınlanan bazı belgeler Ebu Garib ve diğer hapishanelerde işlenen insan hakları ihlalleri, işkence ve cinayetlerin ABD yetkililerinin bilgi ve gözetiminde yapıldığını ortaya koymuştur.[17]

 Ebu Garib Cezaevi'ndeki işkencelerin sembolü Iraklı Kürt direnişçi Abdullah'ı boğazından tasmayla bağlayan ABD'li kadın asker. Abdullah işkence sonrası yaşamını yitirmişti
2. Aşama 2004-2006 
Bu aşamada Irak İslam Ordusu, Nakşibendi Ordusu, Irak İhvanısilahlı kanadı savaşa dahil olmuştur. Bu süreç Irak direnişinin yükseliş dönemidir. Bu süreçte direniş güçleri bazı bölgeleri ele geçirmiş ve şehir savaşları yaşanmıştır. 1. ve 2. Felluce savaşları bu süreçte meydana gelmiştir.
3. Aşama 2006-2008
Bu aşamada Irak direnişi altın çağını yaşamaktadır. ABD Başkanı Bush direnişin zirve noktaya ulaşması nedeniyle ülkeye ek asker göndermiştir. ABD'nin asker sayısı 200 bine yaklaşmıştır. Bu süreç aynı zamanda savaşın El Kaide-ABD savaşına dönüşme sürecidir. Uyanış konseyleri kurulmuş, direniş hareketlerinin çoğu ABD ile anlaşma yapmıştır.Bu süreçte ABD yanlısı konum belirleyen Şiilere yönelik saldırılar Şii-Sünni savaşı olarak tanımlanmış, CIA tarafından düzenlendiği iddia edilen, Şii ve Sünni camileri hedef alan saldırılar mezhep temelli çatışmaları artırmıştır.
Uyanış Konseyleri (Sahwa) 
23 Eylül 2006 tarihinde ABD ile anlaşan Abdulsettar Rişaviöncülüğündeki Sünni aşiretler, daha sonra bütün bölgeye yayılacak olan Anbar Kurtuluş Konseyi'ni kurdular. ABD'den silahlı adam başı ayda 350 dolar alan Uyanış konseyleri, şehirleri ellerinde bulunduran El Kaide üyelerini ABD'ye teslim etmeye ve köylerden sürmeye başladı. Kısa sürede sayıları artan uyanış konseylerinin silahlı gücü 103 bine çıktı. El Kaide, ilk konseyi kuran Rişavi'yi bir saldırıda öldürdü ve devam eden yıllarda stratejisini gözden geçirerek konseylere karşı bağışıklık kazandı.ABD açısından uyanış konseyleri, masa başında para ile kazanılmış büyük bir başarıdır. Aynı uygulamayı Afganistan ve Pakistan'da da denemeye çalışan ABD, Şii aşiretler hariç henüz bu amacında kayda değer bir başarı elde edememiştir.  
4. Aşama 2008-2011
Savaş bu süreçte neredeyse sadece El Kaide ile ABD arasında yaşanmıştır. Irak İhvanı başta olmak üzere başlangıçta ABD'ye karşı direnen örgütlerin bir çoğunun ABD safına geçtiği ya da direnişi durdurduğu süreçtir. Irak'ta işgal sonrası stratejilerini bir ulus devlet inşa etmeye (Iraqisation) göre uyarlayan ABD yetkilileri 2006 yılında yeni bir strateji uygulamaya başlamışlardır. Kendisi ile siyasi arenada işbirliğine giden Irak İhvanı da dahil bazı Sünni hareketleri projeye dahil eden ABD, direnişi meşru direniş ve gayri meşru direniş olarak ikiye ayırmıştır. Bir çok Sünni direnişçinin de El Kaide'yi meşru Irak direnişinin önünde engel olarak gösteren açıklamaları sık sık medyada konu edilmiş ve bu süreçte Blackwater tarafından işlenen sivil kıyımlar ve cami bombalamaları El Kaide'ye mal edilmiştir. Aslında ABD ile anlaşma yapan ve siyasi sürece dahil olan bu kişiler, direniş içinde yer almış olmanın avantajını kullanarak El Kaide'nin Irak'ta ABD çıkarlarına uygun faaliyetler yaptığını iddia etmişlerdir.
Mesela ABD ile yüklü miktarda para karşılığı anlaşma yapan Ali El Cuburi, Gazeteci Adem Özköse'ye verdiği röportajda, El Kaide'yi sivilleri öldürmekle itham etmiştir.Açık bir anti propaganda olan bu tür açıklamalar ABD tarafından da yapılmış ve ulusal direniş yapan güçler ile masaya oturma zemini hazırlanıp Küresel Cihad Hareketi Irak'ta yalnızlaştırılmıştır. Oysa Irak'ta Sünni direniş örgütlerinin büyük çoğunluğunun ABD ile anlaşma yaptığı ve Sahva Güçlerine katıldığı 2007'den 2011'e kadar, ABD ve Irak yönetimine karşı en net duruşu gösteren ve en ağır askeri darbe vuran Irak İslam Devleti örgütüdür. Irak hakkında yayınlanan analizlerve literatür tarandığında savaşın, başından beri hep El Kaide ile ABD arasında yaşandığı göze çarpar. Diğer direniş örgütlerinin de oldukça aktif olduğu dönemlerde bile El Kaide Irak'ta direnişitetikleyen en büyük eylemleri yapan örgüttür.  
26 Nisan 2007'de ABD El Kaide'yi, Irak'ta Amerika'nın en açık ve güçlü düşmanı olarak tanımladı. ABD İstihbarat yetkililerinden General Michael Maples Irak direnişinin en etkin gücünün El Kaide olduğunu açıkladı. 2007 yılında ABD ordu istatistiklerine göre günde 175 saldırı düzenleniyor ve bunların çoğu Küresel Cihad Hareketi tarafından gerçekleştiriliyordu.  
Irak Savaşı, Yeni Dünya Düzeni ve Küresel Çatışma 
Dosyamızın başında da vurguladığımız gibi Irak savaşı ABD ile İslam dünyası arasında devam eden geniş çaplı çatışmanın sadece bir cephesidir. Bu çatışmayı anlamakiçin tarafların Irak savaşına yüklediği anlama bakmak yeterlidir. 
Petrol Savaşı Mı? Haçlı Savaşı Mı?
İslam dünyasına konuşlandırılan Hıristiyan asker sayısı bütün haçlı savaşlarında bölgeye seferber edilen Haçlı askerlerinin sayısından çok daha fazladır.  
(Robert Fisk) 

ABD'nin Irak savaşını petrol için yaptığı söylemi bizzat ABD tarafından yaygınlaştırılan kasıtlı bir söylemdir. Savaşların kanunu üzerine yapılacak kısa bir analiz, tarih boyunca savaşların birden fazla nedenle yapıldığını ortaya koymaktadır. Bunlardan en önemlileri şu şekilde sıralanabilir:

a-İdeoloji-Din
b-Ekonomik çıkarlar
c-Stratejik çıkarlar
d-İmaj ve güç gösterisi
e-İç ve dış politika gerekçeleri

Irak savaşının yoğun olarak ekonomi-strateji alanına giren petrolle ilişkilendirilmesi savaşın ideolojik boyutunu anlamayı güçleştirmektedir. Oysa savaşın bir çok siyasi amacı da bulunmaktadır.
Saddam dönemi Irak:
·İsrail'e karşı Filistinli direnişçileri açıktan desteklemektedir.


·Kapitalist ve açık pazar ekonomisine kapalıdır.

·ABD dönemin süper gücü, Irak rejimini 1991'de devirememenin utancını hissetmektedir.

·Rejimin kontrolünde olmayan Kuzey Irak bölgesinde ABD'nin yerel aktörleri ve güvenilir müttefikleri olan Talabani ve Barzani'ye karşı Türkiye, Irak, İran ve Suriye Kürtleri nezdinde itibar ve etkisini yayması oldukça muhtemel olan Ensarul İslam hareketi güç kazanmaktadır.  
Muhalif kimliğiyle tanınan ve Kürdistan İşçi Partisi, Talabani, Barzani ve Pejak gibi Sosyalist eğilimli hareketlerce kontrol edilen Kürt halkının Küresel Cihad cennetine dönen Kuzey Irak'ta elde edeceği başarı bütün bölgede anti emperyalist bir hattın oluşmasına neden olabilirdi. ABD'nin Irak'ı İslam Dünyasındaki İslami Hareketlere karşı başarılı bir demokrasiye döndürüp model olarak sunma çabası savaşın ideolojik nedenlerindendir. 
  Nitekim George W. Bush'un"Bu bir haçlı savaşıdır" açıklaması Neo-Conların savaşa dini anlamlar yüklediğinin en açık kanıtıdır.

Irak Savaşına Gizli Destek Sağlayan Ülkeler
 ABD'nin Irak savaşı bir çok açıdan haçlı savaşlarına benzemektedir. Savaşa destek veren ülkelerin hemen hepsi Hıristiyan ülkelerdir.
 Bütün savaş aldatma üzerinedir. Saldırmaya hazırken güçsüz gibi görünmeliyiz. Savaşa dahil olmuşken pasif gibi durmalıyız.
 (Sun Tzu / Savaş Sanatı)

Irak savaşı Hıristiyan ülkeleri uzun yıllar sonra bir araya toplayıp ortak bir düşmana karşı birleştiren en önemli savaştır. Savaşa iç politika nedeniyle fiili bir biçimde girmeyen bir çok Batı ülkesinin aslında ABD'ye büyük oranda destek verdiği bilinmektedir. Mesela parlamentoda Irak savaşına girmesi reddedilen Kanada, savaşta geri planda ciddi rol almıştır. Kanada'da yayın yapan Press For Conversion isimli dergi 58. sayısında yer verdiği bir makalede Kanada'nın Irak savaşında ABD'ye verdiği desteği 17 madde halinde sıralamıştır.[18]

ABD şirketlerinin Irak savaşı sonrası petrol anlaşmalarından oldukça iyi kar elde ettiği söylemi bilimsel dayanaklardan yoksun popüler bir söylemdir. Büyük petrol şirketlerinin Irak savaşı sonrası ülkede aldıkları ihalelerin tümü ABD'nin ülkede bir yılda harcadığı masrafı karşılamamaktadır. Ayrıca Irak savaşının en fazla, ABD'nin geleneksel rakibi olan Çin'i ekonomik olarak güçlendirdiği unutulmamalıdır. Çinli şirketlerin Irak'ta yaptıkları yatırımların, ABD'li şirketlerden daha fazla olduğu bir çok araştırmanın ortak sonucudur. Savaş süresince ABD'li şirketlerin saldırılar nedeniyle ülkenin bir çok yerinde faaliyet gösteremedikleri de göz önüne alınmalıdır. ABD'nin Irak savaşında yaptığı masraflara dair en iyimser rakam 1 trilyon dolardır. Bu oran 15-20 yıllık Irak petrolüne bedeldir.
ABD yetkilileri ve uzmanlar muhtemel bir Irak savaşının masraflarını hesaplamada oldukça yanılgılı sonuçlara varmışlardır. Savaş öncesi Irak savaşının neden olacağı zarara yönelik maksimum tahmin 150 milyar dolardır. Business Week'te 17 Mart 2003 tarihinde yayınlanan bir makalede savaşın ABD'ye 150 milyar dolara mal olacağı belirtilmiştir.[19] Masraflar hesaplanırken Saddam Hüseyin'in hantal ve kendisine sadık olmayan ordusu göz önüne alınmış ve bölgeyi ABD ile küresel hesaplaşmasının bir cephesi olarak gören El Kaide'nin savaşa dahil olacağı ve savaşın süresini ve kayıpları uzatacağı hiç bir uzman tarafından tahmin edilmemiştir. Senato'ya sunulan bir raporda Dick Cheney savaşın ABD ekonomisine sadece 80 millyar dolara mal olacağını belirtmiştir. Oysa Irak savaşının ABD ekonomisine maliyeti 3 trilyon doları bulmuştur. Literatürde bu savaşa "Three Trillion Dollar War" ismi verilmektedir.

DİPNOTLAR;

[1] http://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-14544541
[2]Hunthinghton: Medeniyetler Çatışması
[3]Steve Bowman: ABD Savunma Uzmanı Kongre Raporu Rapor Kodu: RL31701 S. 2
[4] Us-UN Relations After Iraq, TheEnd Of The World Order As We Know It? s. 21
[5] CRS Report/ Kenneth Katzman, Gunaratna, Rohan.Inside Al Qaeda.New York, Columbia University Press, 2002.Pp. 27-29.
[6]Grotius, Hugo, The Law of War and Peace, at 1625. CRS Report for Congress International Law and the Preemptive Use of Force Against Iraq ,David M. Ackerman, Legislative Attorney, American Law Division, Rapor Kodu: RS21314,
[7]de Vattel, Emmerich, The Law of Nations, Vol. IV, at 3. CRS Report for Congress International Law and the Preemptive Use of Force Against Iraq ,David M. Ackerman, Legislative Attorney, American Law Division, Rapor Kodu: RS21314,
[8]Review of Intelligence of Weapons of Mass Destruction, HC 898, July 2004./ The European Journal of International Law Vol. 16 no.1 © EJIL 2005; all rights reserved
...........................................................................................
EJIL (2005), Vol. 16 No. 1, 143–151 doi: 10.1093/ejil/chi109
.......................................................................................................................................................
The Iraq Invasion as a Recent
United Kingdom ‘Contribution
to International Law’
Anthony Carty*
[9]ABD Kongre Raporu Rapor Kodu: : RS21314 Sayfa 5
[10] Mortality after the 2003 invasion of Iraq: a cross-sectional
cluster sample survey
Gilbert Burnham, Riyadh Lafta, Shannon Doocy, Les Roberts Sayfa 6
[11]INTERVENTION SYMPOSIUM Forum on the American Invasion of Iraq Organizer: Gearóid Ó Tuathail (Gerard Toal) “Collateral Damage” from Cambodia to Iraq Ben Kiernan1 Department of History, Yale University, New Haven, CT, USA; ben.kiernan@yale.edu
[12]INTERVENTION SYMPOSIUM Forum on the American Invasion of Iraq Organizer: Gearóid Ó Tuathail (Gerard Toal) “Collateral Damage” from Cambodia to Iraq Ben Kiernan1 Department of History, Yale University, New Haven, CT, USA; ben.kiernan@yale.edu
[13]CRS Report For Congress 5 Şubat 2004 Kenneth Katzman Ortadoğu, Dış İlişkiler ve Savunma Uzmanı
[14]Shanker, Thom. U.S. Commanders Surveys Challenges in Iraq Region. New York Times,
Jan. 30, 2004.
[15] http://edition.cnn.com/2004/WORLD/meast/08/18/iraq.main/index.html
[16] http://www.islammemo.cc/akhbar/arab/2007/02/14/33046.html?lang=en-us:
[17] http://speakhumanrights.org/index.php/blog/item/218-un-rights-chief-urges-us-iraq-to-probe-wikileaks-evidence

[18] Dergiye ulaşmak için: http://coat.ncf.ca/our_magazine/links/issue51/issue51.htm
[19]Gary S. Becker. Business Week. New York: March 17, 2003. , Iss. 3824; pg. 30.


.



BOP & BÜYÜK ORTADOĞU SAVAŞI




BOP & BÜYÜK ORTADOĞU SAVAŞI..,



11 TEMMUZ 2012


BÜYÜK ORTADOĞU SAVAŞI
Ortadoğu coğrafyası bugünlerde kaynıyorken neden bu şekilde olduğunun altını çizmek isterim. Önümüzde öngördüğüm bazı olayları bu yazımda anlatmaya çalışacağım. Çoğumuzun bildiği gibi bir Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) vardır. Peki bu Büyük Ortadoğu Projesi nedir? Genişletilmiş Ortadoğu İnisiyatifi, Amerika Birleşik Devletleri  43. Başkanı Bush hükümeti tarafından Büyük Ortadoğu adıyla duyurulan, en batıda Fas’ın Atlantik kıyılarından, en doğuda Pakistan’ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına, kuzeyde Türkiye’nin Karadeniz kıyılarından Güneyde Aden ve Yemen’e kadar uzanan bölgede, Müslüman ülkelere demokrasi ihracını ve bu ülkelerin pazarlarının açılmasını amaçladığı ifade edilen jeopolitik kuramdır.[1] Aslında cümlede çokça yanlış anlaşılacak bir durum yokmuş gibi gözükmektedir. Bazılarımız bu tanımı okurken iyi niyetli bir şeylerin olacağını düşünmüştür. Lakin gelinen nokta başka şeyleri göstermiştir.
ABD tarafından yapılan bu çalışmanın nedeni nedir? Bu cevap şöyle gösterilmektedir; “Dünya siyaseti sıkışmıştır”. Oysa sıkışan siyaset değil, kapitalizmdir. Yani neden ekonomiktir.[2] Bilindiği gibi ABD ekonomisi kapitalizmdir. Amerika’nın ekonomisini ayakta tutabilmesi için savaşın olması gerekmektedir. Büyük güç olmak kolay değil! Tabii 11 Eylül saldırıları da bu projenin hazırlanmasının zeminini oluşturmuştur. Projenin hazırlanması için başka gerekçeler de bulunabilir. Biz işin neden bu kadar hızlandığına bakacak olursak şunu söyleyebilirim; Tunus ve Mısır’da başlayan hareketler ABD’den bağımsız olmuştur. Lakin sonraki süreçlerde ABD’nin etkisini inkar edemeyiz ve bu hareketleri ABD bilinçli bir şekilde Ortadoğu coğrafyasına yaymaya başlamıştır. Bu olayların yaşanması aslında ABD için bir fırsat oluşturmuş ve ABD bu fırsattan yararlanmak istemiştir. Amerika karşıtı bazı ülkelerin rejimleri yıkılmış ve ABD kontrollü yeni rejimler kurulmaya başlanmıştır. Bu ülkeler doğal olarak ABD’nin yeni müttefikleri olmuştur. Bir başka neden olarak da şunu söyleyebiliriz;” Wall Street İsyanı”. Wall Street İsyanı ya da “Wall Street’i İşgal Et” eylemi, kapitalizm karşıtı göstericilerin Wall Street’teki New York Menkul Kıymetler Borsasına karşı başlatılmıştır. Bu hareket Arap Baharı’yla aynı dönemlerde başlamıştır. O dönemde birçok haber ve yorum Arap Baharı’nın dışında ABD’deki bu hareketler üzerinde de yapılmıştır. Dünya kamuoyu sadece Arap Baharı’nı değil, ABD’deki ayaklanmayı da dikkatlice takip etmeye başlamıştır. Bu hareket ilk olarak New York’ta başlamasına rağmen kısa sürede 45 eyalete yayılmıştır. Sonraları ise dünyanın çeşitli yerlerinde gösteriler başlamıştır. Sistem karşıtları 15 Ekim 2011’de Londra, Washington, Tokyo, Sidney, Montreal, Dublin, Hamburg, Brüksel, Stockholm ve Hong Kong’ta sokaklara çıkmıştır.[3] Dünya Arap Baharı’yla ilgilenmeyi bırakmıştır ve bu hareket ile ilgilenmeye başlamıştır. İnsanlar sistemi sorgulamaya başlamış ve kapitalizm çöküşe geçmiştir, tıkanmıştır. Bu nedenledir ki ABD, Arap Baharı’nı daha da körüklemiştir ve kendi üzerindeki, sistem üzerindeki baskıyı kaldırmaya çalışmaktadır. Yani bir yaşaması için bir nefes almaya ihtiyaç duymaktadır. Bu dönemlerde savaş çığlıklarının duyulmasının nedeni budur ve bu proje bu yüzdendir ki uygulanması daha da erkene alınmıştır.
 SON KALE
Şimdiki hedef Suriye ama son hedef değil. Ortadoğu’da başlayacak olan bir savaş ya 3. Dünya Savaşı’nın başlangıcı olacak ya da bitişi veya yeni bir kutuplaşma sonucu yeni bir Soğuk Savaş da olabilir. Dünya kapitalizmi sorgulamaya başlamışken ona alternatif olan sosyalizmden başka bir düşünce sistemi ortaya koyamamıştır.
Küreselleşme bu süreçlerde hep devam edecek lakin kapitalizm her ülke için aynı düşünceyi yansıtmayacak. Olası bir savaştan sonra kapitalizm yeni bir evrim sürecine girecek ve “Ulusal Kapitalizm” modeli ortaya çıkacaktır. Her ülkenin kendine özgü bir kapitalizm modeli olacaktır. Belki yeni kapitalist düşüncelere sosyalizmi entegre edecek Çin’den başka bazı ülkeler çıkacaktır.
Yeni sistemin oluşabilmesi veya ABD’nin gücünü devam ettirebilmesi için Son Kale’nin fethedilmesi veya korunması önemlidir. Suriye sondan bir önceki kaledir. Bu kale içten fethedilmek istenmektedir. Diğer kaleler gibi. Peki iş niye bu kadar uzun sürmektedir? Çünkü ABD’de yaklaşan bir seçim mevcuttur. Bu seçimin sonuçlarına göre iş daha da hızlanacak veya yavaşlayacaktır ama bu iş hiçbir şekilde rafa kaldırılmayacaktır.

TÜRKİYE VE YENİ OSMANLICILIK
Bu süreç işlerken Türkiye’ye yeni bir rol biçilmiştir. Türkiye bu projenin eş başkanlığını yürütmektedir ve Ortadoğu’nun liderliğini üstlenmek bunun için “Arap Baharı” yaşayan ülkelere Türkiye’nin ziyarette bulunması ve yeni sistemlerinin nasıl olması gerektiğini söylemiştir. Bu gibi işlere ABD artık bizzat yer almayacaktır. Aksine geride durup sadece nelerin nasıl olması ve neyin yapılmasını söyleyecektir. Çünkü Irak ve Afganistan ABD için çöküş ve dünyanın gözünde kötü bir imaj çizmiştir. ABD’nin yeni politikası artık geride durmak oyuna müttefikleri dahil etmek yani savaşan kendisi olmayacak lakin oyunun kontrolü kendisinin elinde olacaktır.
Türkiye’nin de bu süreçte rol almasının nedeni belli bir hedefinin olmasından dolayıdır. Bu hedefin ismini “Yeni Osmanlıcılık” veya “neo-Osmanlıcılık” olarak adlandırabiliriz. Aslında bu isim 1974 yılında adadaki Türklere yapılan saldırılar üzerine Türk Ordusu’nun Kıbrıs’a çıkması ve üçte birini kontrolü altına alması üzerine Yunanlılar tarafından bir teori olarak ortaya atılmıştır.[4] Ama bu fikir Türkiye tarafından son yıllarda açık bir şekilde dile getirilmiştir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İngiltere’nin kurduğu Milletler Topluluğu örgütünü örnek göstererek, Türkiye’nin de Osmanlı Milletler Topluluğu kurabileceğini açıklamıştır.[5] Ayrıca Davutoğlu, 25 Nisan 2011’de Çanakkale’de “Bizden koparılan dünya, bizimle tekrar bütünleşsin. Türkiye önümüzdeki 12 yıl içinde cihan devleti olacaktır” şeklinde açıklamalar yapmıştır. Davutoğlu Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılan toprakların yeniden barış ve istikrara kavuşmalarını istediğini belirtmiştir.[6] Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasında bu kadar aktif olmasının nedeni bu gibi bir idealinin bulunmasındandır.
Tarihçi-Yazar İlber Ortaylı  “Bazı ülkelerde Türkiye’nin abartılı şekilde “neo-Osmanlı” diye tanımlanmasını anlaşılabilir ama imparatorluk hülyaları kurabilecek durumda değiliz” şeklinde bir söylemi mevcuttur ve bu durumu şu şekilde açıklamıştır; “Türkiye olaylı bir dünyada yaşıyor. Güney sınırlarımızda kısa bir süre önce Saddam rejimi Kürtleri katletti, binlercesi bize sığındı. İranlı göçmenlerin buraya sığınması gerekiyor. Şimdi ise iyi ilişkiler kurmak için gayret ettiğimiz ve hatta müşterek iktisadi projeler üretmeye başladığımız Suriye halkı bir felaket yaşıyor, bütün bunlar şimdilik bir göçmen dalgası getiriyor. Gelecekte bir zaaf anında nasıl müdahalelerin geleceği de bilinemez.
Üreten, yapısı değişen ve demokratik açılımları bazı iddiaların aksine sadece son sekiz yılla sınırlı olmayan Türkiye’nin hem siyasi konumu, hem de yerküreye açılan iktisadi yatırımlarının yeryüzünde bazı noktalarda “neo-Osmanlıcılık” olarak abartılması anlaşılır. Ama galiba böyle bir geleceği program olarak benimseyen grupların dahi mevcudiyetinden söz edilemez. Türkiye’nin kendini eriten bazı sorunları var. Bu sorunları, imparatorluğumuzu dağıtan 19’uncu asır ulusalcı akımlarıyla da kaba bir şekilde mukayese edemeyiz.”.[7]

RUSYA, ÇİN VE ABD, AB
Olası bir savaşın tarafları zaten mevcuttur. Şu an bu ülkeler Suriye cephesinde Soğuk Savaş yaşamaktadırlar. Daha önce ABD için söylediğim durum bu ülkeler içinde geçerlidir aslında yani bu ülkeler bu savaşın yöneticisidirler, oyuncusu değil. Oyuncular bellidir. Rusya ve Çin’in desteklediği Suriye ve İran, ABD ve AB’nin desteklediği Türkiye ve İsrail. Bu savaşı kazanan ülke veya ülkeler pastadan büyük bir dilim alacaktır. Bu savaşa taraf olan veya katılan ülkeler belli bir hedefleri ve idealleri olan ülkelerdir. Bu idealler o yöneticiler için iyi olabilir ama insanlık için bir kıyamet olacağının fikrindeyim.
Belli sürtüşmeler yaşanmaya başlanmıştır bile. Belli olaylar cereyan etmiştir. Görünen bir neden yaratılmak istenmektedir. Zaten belli hazırlıklar da mevcuttur. En son Türkiye’nin jet uçağının Suriye tarafından vurulmasını örnek gösterebiliriz. Beşar Esad ise bu duruma “Uçak İsrail uçaklarının sürekli kullandığı koridoru kullanıyordu. Radarlarımızda göremediğimiz ve bilgi de verilmediği için askerler düşürdü. Türkiye’ye ait olduğunu sonra öğrendik” şeklinde yanıt vermiştir.[8]

MEDYA
Bu süreçte medya ise bu olay hakkında olumlu-olumsuz haber yapmaya başlamıştır birçok yayın Suriye’ye savaş ilan etmiştir. Bu haberlerle ve yorumlarla çıkacak olan savaşa halkın herhangi bir tepkisi olmadan girilebilsin hatta halk bu savaşa destek versin düşüncesindedirler.

SON PETROL SAVAŞI
Şu bir gerçektir ki yaşanacak bu savaş son olmayacak ama petrol kavgası bitecek. Çünkü insanların önünde başka bir sorun mevcuttur. Bu da su sorunudur. Su kaynakları hızla tükenmektedir ve emperyalizmin yeni hedefi su olacaktır. Yeni planlar buna göre yapılacaktır. Büyük Ortadoğu Savaşı son petrol paylaşımı olacaktır, bunun içindir ki bazı ülkeler pastadan iyi bir dilim almak niyetindedir. Bundan sonraki olacak olan çatışmalar su kaynaklarının üzerine olacaktır. Bunun üzerine de su kaynaklarının bol olduğu ülkeler için paylaşım haritaları ortaya çıkacaktır. Son iki senedir bugün ne yaşanıyorsa o gün de aynı şeyler olacağının kanaatindeyim. Galip ise ya emperyalizm ya da insanlık olacaktır.
Son cümleleri yazarken şunları söylemek istiyorum. Niye hızlı karar veriyoruz ve düşünmüyoruz? Gerçekler ortadayken bunları görmek için gözlük takmamızın gereği nedir? Bizi yönlendirilenlerin gerçeklere ulaştığını veya ulaşacağını düşünmemeliyiz. Belki bazıları gerçeklere ulaşmış olabilir ama hakikat başkadır. Biz hakikatın ne olduğunu bilip hareket etmeliyiz. İnsan insanlık için vardır, insanlıkta insan için. Kan görmek bizi bir yere götürmez ve savaşlar bir cinayettir. Dünya bizim vatanımız, insanlık ise ırkımız. Nazım Hikmet’in bu şiiri her şeyi özetler niteliktedir. Belki bazı şeyleri anlayabiliriz…
DÖRT NALA GELİP UZAK ASYADAN
AKDENİZ’E BİR KISRAK BAŞI GİBİ UZANAN BU MEMLEKET BİZİM

BİLEKLER KAN İÇİNDE DİŞLER KENETLİ, AYAKLAR ÇIPLAK,
VE BİR İPEK BİR HALIYA BENZEYEN TOPRAK BU CEHENNEM, BU CENNET BİZİM,

KAPANSIN EL KAPILARI BİR DAHA ACILMASIN,
YOK EDİN İNSANIN İNSANA KULLLUĞUNU BU DAVET BİZİM,

YAŞMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR
VE BİR ORMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE BU HASRET BİZİM…
NAZIM HİKMET RAN

Murat ÇİÇEK
UPA Eskişehir Anadolu Üniversitesi Temsilcisi
KAYNAKLAR
[1] “Büyük Ortadoğu Projesi” başlıklı yazı, Vikipedi, Erişim Adresi:http://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_Ortado%C4%9Fu_Projesi
[2] Ayhan PALAZOĞLU, Milliyet Blog,  09.06.2010, BOP(Büyük Ortadoğu Projesi) Yalanı, Erişim Adresi:http://blog.milliyet.com.tr/bop–buyuk-ortadogu-projesi–yalani/Blog/?BlogNo=247695
[3] “Wall Street İsyanı Dünyaya Yayılıyor” başlıklı haber, 12.10.2011, Odatv.com, Erişim Adresi:http://www.odatv.com/n.php?n=new-yorkta-baslayan-eylemler-dunyaya-yayiliyor-1210111200
[4] “Yeni Osmanlıcılık” başlıklı yazı, Vikipedi, Erişim Adresi:http://tr.wikipedia.org/wiki/Yeni_Osmanl%C4%B1c%C4%B1l%C4%B1k
[5] “Davutoğlu’nun Hayali Osmanlı Milletler Topluluğu” başlıklı haber, Milliyet, 07.12.2010, Erişim Adresi:http://www.milliyet.com.tr/davutoglu-nun-hayali-osmanli-milletler-toplulugu/dunya/haberdetay/07.12.2010/1323171/default.htm
[6] “Yeni Osmanlıcılık” başlıklı yazı, Vikipedi, Erişim Adresi:http://tr.wikipedia.org/wiki/Yeni_Osmanl%C4%B1c%C4%B1l%C4%B1k
[7] İlber Ortaylı, Milliyet, 25.06.2011, Yeni Osmanlıcılık, Erişim Adresi: http://www.milliyet.com.tr/yeni-osmanlicilik/ilber-ortayli/pazar/yazardetay/26.06.2011/1406764/default.htm
[8] “Esad’ın Büyük Pişmanlığı” başlıklı haber, Mynet Haber, 03.07.2012, Erişim Adresi:http://haber.mynet.com/esadin-buyuk-pismanligi-639083-dunya/
http://politikaakademisi.org/buyuk-ortadogu-savasi/
.

UÇAK KRİZİNDE TÜRKİYE’NİN YAPMASI GEREKENLER.,




UÇAK KRİZİNDE TÜRKİYE’NİN YAPMASI GEREKENLER.,



UÇAK KRİZİNDE TÜRKİYE’NİN YAPMASI GEREKENLER
Suriye ile Türkiye arasındaki siyasal gerginlik nihayet askeri boyuta da taşındı. Esad Yönetimi’nin Özgür Suriye Ordusu ve Suriye Ulusal Konseyi gibi muhalif aktörlerin oluşumuna ve işleyişine katkı sağladığı gerekçesiyle suçladığı Türkiye ile Beşar Esad’ın kendi halkına karşı uyguladığı mezalime bir son verilmesi gerektiğini yüksek sesle dillendiren Türkiye, Suriye Ordusu’nun, Lazkiye açıklarında eğitim ve radar kontrolü yaptığı belirtilen bir Türk jetini düşürmesi sonrası tam anlamıyla savaşın eşiğine gelmiş durumdadırlar. Ne var ki, iki ülke arasında çıkabilecek en küçük askeri çatışma dahi uluslararası sistem ekseninde Ortadoğu kaynaklı büyük bir kırılmanın ve kamplaşmanın yaşanmasına neden olabilecektir. Zaten mevcut konjonktürde Türkiye’nin tedbirli ve kılı kırk yaran bir tutum takınmasının nedeni de bu çatışmanın ulusal, bölgesel ve uluslararası sistem ekseninde olabilecek en az zararla atlatılabilmesinin hedeflenmesidir.
VURMA TEAMÜLLERİN İHLALİ
22 Haziran 2012 Cuma günü öğle saatlerinde havalanan RF-4E jeti, Akdeniz’in uluslararası sularında Suriye’ye 13 mil mesafede seyrederken Suriye tarafından vurulmuş ve uçak Suriye karasuları içerisine, Lazkiye kıyılarına 8 mil uzaklıkta Akdeniz’e düşmüştür. Bu saldırı konusunda söylenmesi gereken en önemli nokta, Türk jetinin vurulmadan 15 dakika kadar önce Suriye karasularını çok kısa bir süre ihlal etmesi ve Türk Hava Kuvvetleri’nin uyarısı sonrası uçağın hemen Suriye karasularından çıkarak Akdeniz’in uluslararası sularına dönmüş olmasıdır. Akdeniz’de ülkelerin karasuları sınırı olarak 12 deniz milinin kabul gördüğü dikkate alındığında, Suriye’nin kendi karasularından 1 mil açıkta uluslararası sularda seyreden ve 15 dakika kadar önce yalnızca 2 dakikalığına Suriye karasularına giren Türk jetini hiçbir uyarı yapmadan ve Suriye karasularını terk etmiş olmasına karşın vurup düşürmesi çok açık bir uluslararası hukuk ihlalidir ve hakça cezalandırılmaya mahkumdur. Zira Türk jetinin kısa bir süreliğine de olsa gerçekleştirmiş olduğu karasuları ihlali coğrafi, teknolojik ve topografik sorunlar nedeniyle birbirine komşu olan ülkeler arasında yaşanabilecek bir durumdur ve yapılacak bir uyarı ile geçiştirilebilir. Nitekim Genelkurmay’ın internet sitesinde açıklanan bilgilere bakıldığında geçtiğimiz yıl Türk Hava Sahası’nın çeşitli ülkeler tarafından tam 114 kez ihlal edildiği ve bu ihlallerin yapılan uyarılar sonrası sonlandırıldığı belirtilmektedir.
ULUSLARARASI HUKUK NE DİYOR?
Uluslararası hukuka göre, Suriye’nin böyle bir ihlal karşısında atması gereken 4 adım bulunuyordu. İlk adım karasularını ve hava sahasını ihlal eden uçağı telsizle uyarmaktır. Bu uyarıdan sonuç alınamazsa, Suriye Ordusu’na ait uçaklarla tek başına, silahsız bir şekilde seyreden Türk jetine önleme uçuşu düzenlenebilirdi. Önleme amaçlı bu girişimden de sonuç alınamdığı takdirde uçak inmeye zorlanabilir ve bu esnada Türkiye de konuyla ilgili olarak bilgilendirilebilirdi. Tüm bu çabalardan sonuç alınamadığı ve ihlal devam ettirildiği takdirde ise Suriye’nin “sorgusuz sualsiz” bir şekilde gerçekleştirdiği saldırıyı yaparak uçağı düşürme hakkı saklıydı. Fakat Suriye, uluslararası hukuku ayaklar altına almış ve silahsız bir eğitim uçağını, Türkiye’ye ait olduğunu bilmesine karşın (aksi yönde iddialar gerçeği yansıtmamaktadır) vurarak düşürmüştür. Hukuk tarafından anlamlandırılamayan bu gelişme siyasal bakımdan rahatlıkla anlamlandırılabilir.
Türkiye, Esad karşıtı gösteriler başladığından bu yana Beşar Esad’ın siyasal ve yönetimsel reform iradesini güçlendirmeye çalışmıştır. Ne var ki, Suriye Yönetimi’nin mezhep ayrımcılığı ile şekillendirilmiş ve azınlık diktası halini almış yönetim anlayışının değişmeyeceği anlaşılınca, Türkiye, Esad Yönetimi’nin ülke içi muhalefet eliyle ve askeri seçeneği kapsamayacak uluslararası baskı yöntemleri eliyle ortadan kaldırılabilmesi hedefini Suriye politikasının merkezine yerleştirmiştir. Ortadoğu’yu merkeze alan yeni dış politika paradigmasını halklar nezdinde meşruiyet çerçevesinde biçimlendiren Türkiye’nin, Suriye halkının büyük bir bölümü tarafından meşru olarak görülmeyen Esad yönetimine destek vermesi beklenemezdi. Türkiye, Suriye’deki siyasal değişimin altyapısını şekillendirebilmek ve çoğunluğu oluşturan muhalefetin örgütlü bir yapıya sahip olabilmesini sağlayabilmek için başta Suriye Ulusal Konseyi olmak üzere çeşitli muhalif hareketlere destek vermektedir. Türkiye’nin, Suriye Ordusu’na karşı mücadele eden Özgür Suriye Ordusu’na lojistik ve eğitim desteği verdiği de söylenmektedir.
SURİYE MESAJ VERİYOR
Türkiye’nin Esad Yönetimi’ne karşı olan tutumu açıkça ortaya konduğuna göre, Suriye’nin Türk jetini düşürmesinin aslında bir mesaj kaygısı taşıdığını açıkça ortaya koymak gerekir. Üstelik 22 Haziran Cuma gününden yalnızca 1 gün önce, Suriye Hava Kuvvetleri’ne ait 2 uçağın Özgür Suriye Ordusu mensuplarınca kaçırıldığını da hesaba katmalıyız. Suriye kaybettiği uçakların hesabını muhalif askerlere destek veren Türkiye’den sormak istemiş olabilir. Bunun yanı sıra, Lazkiye yakınlarında yer alan Tartus’ta Rusya’nın bir deniz üssü olduğunu ve Rusya’nın Suriye Ordusu’nun elindeki hava savunma sistemini çok yakın bir zamanda modernize ettiğini de unutmamak gerekir. Bu gerçeklik, Rusya’nın Esad Yönetimi’ne verdiği siyasal ve askeri destek ile birleştiğinde daha da önemli hale gelmektedir. Ne Rusya ne de Suriye, Türk jetlerinin Suriye topraklarını (özellikle de Tartus ve çevresini) yakından gözetlemesini istemediği ve uluslararası sisteme dair bir mesele haline gelen Suriye Krizi’ne Türkiye’nin daha fazla müdahil olmasını istemedikleri için düşürülen Türk jeti aracılığıyla Türkiye’ye bir mesaj vermek ve aynı zamanda Türkiye ile Esad karşıtı ABD ile AB’nin tepkisini ölçmek istemiş olabilirler. Yani düşürülen Türk jeti, sürecin nasıl devam edeceğini ortaya koyacak bir turnusol kağıdı işlevi görebilir.
Rusya’nın uluslararası sistem ekseninde Avro-Atlantik hegemonyasına son vermek istediği ve bu isteğine Çin gibi küresel ya da İran gibi bölgesel aktörlerin destek verdiği dikkate alındığında, NATO üyesi ve Avro-Atlantik İttifakı’ya yakın duran Türkiye üzerinden verilen sistem tabanlı mesaj yerini bulmuş olmalıdır. Nitekim özellikle ABD’nin meseleye oldukça tedbirli yaklaştığını görüyoruz. ABD, olayın arkasında sistemik çatışma gerçekliğinin yattığını görmüş olabilir. ABD Yönetimi’nin Kasım ayındaki başkanlık seçimleri öncesi isteyebileceği en son şey ise Putin Rusya’sı ve onun sistemik müttefikleri Çin ve İran ile askeri bir çatışmaya girmek olacaktır. ABD’nin bu tavrı, ekonomik kriz ve birliğin geleceğine dair felaket senaryoları ile sarsılan ve enerji anlamında bağımlı olduğu Rusya ile sorun yaşamak istemeyen AB’ye de yansımış durumdadır. Buna karşın, özellikle İngiltere ile İtalya Türkiye’ye destek veren ve NATO’nun temsil ettiği ruhu yansıtan açıklamalar yapmış ve Türkiye’ye gerektiği takdirde askeri destek vermeye hazır olduklarını belirtmişlerdir. Ne var ki, bu destek çok geniş bir perdeden dillendirilmemektedir. Türkiye, özellikle ABD’nin Suriye merkezli bir savaş gerçekliğini mevcut konjonktürde kaldıramayacağını gördüğünden “üyelere bilgi verme ve karşılıklı istişare” başlığını taşıyan 4.madde ekseninde NATO Konseyi’nin toplanmasını istemiş ve 5. maddeyi (bir üyeye yapılan saldırının tüm üyelere yapıldığını kaydeden ve bu zamana kadar sadece 11 Eylül sonrası Afganistan Operasyonu ekseninde kullanılan) şimdilik kaydıyla gündeme getirmemiştir.
TÜRKİYE SAVAŞ İSTEMİYOR
Mevcut konjonktürde Türk halkının ve Türk hükümetinin Suriye ile bir askeri çatışmaya girmek istemediği ortadadır. Zaten Türk halkının Suriye halkı ile herhangi bir problemi de yoktur. Gerçekleşen olay Beşar Esad’ın Rusya’dan da yardım alarak ortaya koyduğu ve uluslararası yansımalarının da olması beklenen bir tahriktir. Özellikle Rusya, gerek Suriye Ordusu’na verdiği silahlar ve eğitim gerekse de Esad Yönetimi’ne özellikle BM nezdinde verdiği destek ile Suriye’yi uluslararası sistem mücadelesinin merkezinde gördüğünü göstermektedir. Türkiye’nin Rusya için bu kadar önem taşıyan bir ülkeye karşı giriştiği ahlaki mücadele ise Rusya tarafından Avro-Atlantik Dünyası’nın gücünü arttıran ve kendi çıkarlarına aykırı bir eylem olarak görülmektedir. Esad Suriye’sine verilen destek göz önünde bulundurulduğunda İran ve Çin için de aynı şeylerin söylenebileceği ortadadır.
Bundan sonraki süreçte Türkiye’nin yapması gereken, askeri bir müdahaleden çok uluslararası hukukun öngördüğü yolların kullanılarak Suriye’nin resmen özür dilemesinin sağlanması ve aynı Suriye’nin gerçekleştirdiği eylemin karşılığı olarak hakça bir tazminat ödemeye mahum edilmesidir. Türkiye’nin müttefiklerinin Esad Suriye’sine karşı askeri operasyon seçeneğini dillendirmekten kaçındığı bir noktada, bu ülkeye karşı Türkiye’nin tek başına düzenleyebileceği bir askeri operasyon hatalı bir karar olacak, Rusya ve İran’ın da işine gelecektir. Zira böylece gittikçe güçlenen ve bölgesel bir lider olmanın eşiğinde olan Türkiye, Suriye bataklığına çekilecek ve aynı zamanda saldırgan bir ülke olarak Arap toplumları ve tüm dünya nezdinde yaftalanacaktır. Hiç kuşkusuz, bu durum Türkiye’nin yumuşak gücüne ve Ortadoğu halkları nezdindeki prestijine ağır bir darbe indirebilecektir. Görünen o ki, Suriye, bu eylemiyle Pandora’nın Kutusunu açmıştır ve bu kutuyu yeniden kapatmak çok ama çok zor olacaktır.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
http://politikaakademisi.org/ucak-krizinde-turkiyenin-yapmasi-gerekenler/

ORTADOĞU’NUN İKİ GÜCÜ: TÜRKİYE VE İSRAİL





ORTADOĞU’NUN İKİ GÜCÜ: TÜRKİYE VE İSRAİL.,


ORTADOĞU’NUN İKİ GÜCÜ: TÜRKİYE VE İSRAİL
Türkiye 1948’de kurulan İsrail devletini ilk tanıyan devletler arasında yer almaktadır. 1950 yılında elçilik açılmış olup, Süveyş kanalı krizi sonrasında 1956 tarihinde maslahatgüzarlık seviyesine indirilmiş,1963 yılında yeniden açılan elçilik 1 Ocak 1980 itibariyle ise Büyükelçilik seviyesine ulaşmıştır.
 2000 Sonrası İkili İlişkiler
Türkiye-İsrail ilişkileri tarih boyunca inişli-çıkışlı bir seyir izlemiştir. 2000 yılından itibaren ikili ilişkiler zaman zaman siyasi ve istihbarata dayalı sorunlarla karşılaşsa da, diplomatik ilişkiler hiçbir zaman kesilmemiştir. 2002 yılında Türkiye’de iktidara gelen AKP hükümeti ile birlikte ikili ilişkilerde sorunlar yaşanmaya başlamıştır. İlişkilerin gerilemesinin ana nedeni Mavi Marmara’da öldürülen 9 Türk vatandaşı, Davos krizi (one minute krizi) ve Gazze üzerindeki ambargonun sonra erdirilmesi gibi konularda iletilen taleplerin İsrail hükümeti tarafından geri çevrilmesidir. Ortadoğu’da siyasi gelişmelerin belirleyici etkenlerinden olan İsrail-Türkiye ilişkileri son dönemde ortaya çıkan sorunlar iyice analiz edildiği zaman, temel sorunun İsrail hükümetinin aşırı sağ politikacılarından kaynaklandığı söylenebilir. İsrail yönetiminin basiretsizliği nedeniyle ikili ilişkilerin daha uzunca bir süre iyileşmesi öngörülmemektedir. İsrail yönetiminin diplomasi nezaketinden yoksun olması sonucu Türk büyükelçisinin bir süre ayakta bekletilip, daha sonrasında ise alçak bir koltukta oturmasına müsaade edilmesi; aslında İsrail hükümetinin radikal politikacılarının devlet ve diplomasi tecrübesizliğine ve terbiyesizliklerine işarettir. İsrail dış politikasının radikal politikacılar tarafından çevrelenmesi sonucu İsrail bölgedeki en önemli ülke olan Türkiye’yi kaybetmek üzeredir.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde beklenmedik gelişme ise doğal afetlerden birisi olan orman yangını sonucu Türkiye’nin İsrail tarafına yardım göndermesidir. Mavi Marmara baskınının ardından ilişkilerin gerildiği İsrail’de 42 kişinin hayatını kaybettiği yangını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’daki “Wikileaks zirvesinde” öğrenmiş, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’ndan yangınla ilgili bilgi alan Erdoğan, “Derhal diplomatik girişimlerde bulunun. Siyaset ayrı, insanlık ayrı” diye talimat vermiştir. Bu girişim her ne kadar ikili ilişkilerin gerileme döneminden çıkacağının üzerine konuşulsa da, ikili ilişkilerde herhangi bir düzelme gerçekleşmemiştir. Bu fırsatı her iki ülke de yakınlaşma açısından kullanamamıştır. Bu açıdan bakıldığında sorumluluğun tarafı her iki ülke olarak görülse de, görünmeyen gerçek radikal İsrailli politikacıların hatasıdır. İsrail tarafı ikili ilişkilerin tekrardan düzelmesi için ilk olumlu adımı son dönemde sıcak bir mesajla gerçekleştirmiştir. ABD’deki Washington Institute adlı düşünce kuruluşunda konuşan Kadima Partisi lideri ve Başbakan Yardımcısı Şaul Mofaz, Türkiye ile ilişkilerin çok önemli olduğunu söylemiştir. “Özellikle İsrail’de olmak üzere hepimiz, Türkiye’nin bölgesinde bir süper güç haline geldiğini anlamalıyız. Türkiye’yi bölgemizde bir süper güç olarak görüyorum, bunda hiçbir şüphe yok” diyen Kadima partisi lideri, sözlerine şöyle devam etmiştir; “Türkiye ile geçmişte olduğu gibi stratejik ilişkilerimiz olmalı. İsrail Genelkurmay Başkanı’yken en iyi dostum Türk Genelkurmay Başkanı’ydı. Bunu (ilişkilerimizdeki sorunları) çözmeliyiz. ‘Biz’ derken, iki taraftan da liderleri kastediyorum. Bir araya gelmeli, konuşmalı, geçmişi geride bırakmalı ve geleceğe bakmalıyız. Bunun önümüzdeki aylarda gerçekleşeceğine inanıyorum. Ne zaman ve nasıl olacağını söyleyemem ama hem İsrail’in hem de Türkiye’nin stratejik hedefleri için bu gerekli”. İsrail tarafının önemli adımı artık Türkiye’nin bölgesel bir süper güç olduğunu kabul etmesi ve dış politikasını buna göre şekillendireceğinin mesajını vermesi, bozulan ikili ilişkilerin tekrardan düzelmesi amacıyla geçmişi unutarak daha sağlıklı ve sağlam adımların atılması amacını taşımaktadır.
Türkiye açısından bakıldığında İsrail ile ikili ilişkilerin tekrardan başlamasının ön şartları mevcuttur. İlk şart Türk Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun sıklıkla vurguladığı üzere Mavi Marmara’da yapılan katliam nedeniyle İsrail devletinin resmi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nden özür dilemesidir. Türkiye açısından bakıldığında bu olay ulusal bir onur meselesidir. Bu açıdan İsrail yönetimi Türkiye’nin isteğine makul bir cevap vermelidir. Bölge açısından iki önemli ülke olan Türkiye ve İsrail bölge üzerinden söz sahibi ve etkisi oldukça önemli iki ülkedir. İsrail’in yaptığı hatayı kabul etmesi ve Türkiye’den özür dilemesi bu ülkeye yönelik olumsuz algının düzelmesine katkıda bulunacaktır.
Sonuca gelecek olursak, Türkiye-İsrail tarafları arasında yakın bir zaman diliminde başlayacak ikili görüşmelerin en önemli engeli İsrail yönetiminin radikal politikacılarının açıklamaları ve hırçın tavırlarıdır. Tüm bu olumsuzluklara rağmen olumlu olmamızı sağlayan bir faktör ise Türkiye’de Mavi Marmara katliamı sonrasında İsraillilere veya Yahudi asıllı Türk vatandaşlarına yönelik herhangi bir olumsuzluğun yaşanmamasıdır. Bu durum her iki ülke vatandaşlarının geçmişten gelen birbirlerine karşı duydukları sevgi ve saygının bir sonucudur. Çözüm ise İsrail’in Mavi Marmara özrü sonrasında Türkiye’nin Gazze konusundaki iyi niyetli yaklaşımlarını olumlu karşılaması ve makul bir uygulamaya gitmesidir. Bölge güvenliği için her iki ülkenin de birbirlerine daha olumlu yaklaşması ve İsrail’in saldırgan üslubu bırakarak iyi niyet politikasını Türkiye üzerinden uygulamaya geçmesi gereklidir. Son dönemde İsrail Başbakan Yardımcısı Şaul Mofaz’ın Türkiye’nin süper güç haline geldiği açıklaması İsrail dış politikasında yakın bir zamanda değişim gerçekleşeceğinin ve İsrail’in Türkiye ile ikili ilişkilerini tekrardan eski haline getirmek için çaba göstereceğinin göstergesi olarak yorumlanabilir.
Volkan TÜRKMEN
KAYNAKLAR

SURİYE, PANDORA’NIN KUTUSUNU AÇTI SURİYE TÜRKİYE SAVAŞI ÇIKARMI.?




SURİYE, PANDORA’NIN KUTUSUNU AÇTI


SURİYE TÜRKİYE SAVAŞI ÇIKARMI.?

.



Suriye ile Türkiye arasındaki siyasal gerginlik nihayet askeri boyuta da taşındı. Esad yönetiminin Özgür Suriye Ordusu ve Suriye Ulusal Konseyi gibi muhalif aktörlerin oluşumuna ve işleyişine katkı sağladığı gerekçesiyle suçladığı ve Beşar Esad’ın kendi halkına karşı uyguladığı mezalime bir son vermesi gerektiğini yüksek sesle dillendiren Türkiye ile  Suriye, Suriye Ordusu’nun Lazkiye açıklarında eğitim ve radar kontrolü yaptığı belirtilen bir Türk jetini düşürmesi sonrası tam anlamıyla savaşın eşiğine gelmiş durumdadırlar. Ne var ki, iki ülke arasında çıkabilecek en küçük askeri çatışma dahi uluslararası sistem ekseninde Ortadoğu kaynaklı büyük bir kırılmanın ve kamplaşmanın yaşanmasına neden olabilecektir. Zaten mevcut konjonktürde Türkiye’nin tedbirli ve kılı kırk yaran bir tutum takınmasının nedeni de bu çatışmanın ulusal, bölgesel ve uluslararası sistem ekseninde olabilecek en az zararla atlatılabilmesinin hedeflenmesidir.
22 Haziran 2012 Cuma günü öğle saatlerinde Malatya’nın Erhaç Üssü’nden “eğitim ve ulusal radar kontrolü amacıyla” kalkan TSK’ya bağlı RF-4E jeti, içerisinde bulunan 2 pilot ile birlikte Akdeniz’in uluslararası sularında Suriye’ye 13 mil mesafede seyrederken Suriye tarafından vurulmuş ve uçak Suriye karasuları içerisine, Lazkiye kıyılarına 8 mil uzaklıkta Akdeniz’e düşmüştür. Bu saldırı konusunda söylenmesi gereken en önemli nokta, Türk jetinin vurulmadan 15 dakika kadar önce Suriye karasularını çok kısa bir süre (2 dakika) ihlal etmesi ve Türk Hava Kuvvetleri’nin uyarısı sonrası uçağın hemen Suriye karasularından çıkarak Akdeniz’in uluslararası sularına dönmüş olmasıdır. Akdeniz’de ülkelerin karasuları sınırı olarak 12 deniz milinin kabul gördüğü dikkate alındığında, Suriye’nin kendi karasularından 1 mil açıkta uluslararası sularda seyreden ve 15 dakika kadar önce yalnızca 2 dakikalığına Suriye karasularına giren Türk jetini hiçbir uyarı yapmadan ve Suriye karasularını terk etmiş olmasına karşın vurup düşürmesi çok açık bir uluslararası hukuk ihlalidir ve hakça cezalandırılmaya mahkumdur. Zira Türk jetinin kısa bir süreliğine de olsa gerçekleştirmiş olduğu karasuları ihlali coğrafi, teknolojik ve topografik sorunlar nedeniyle birbirine komşu olan ülkeler arasında yaşanabilecek bir durumdur ve yapılacak bir uyarı ile geçiştirilebilir. Nitekim Genelkurmay’ın internet sitesinde açıklanan bilgilere bakıldığında geçtiğimiz yıl Türk Hava Sahası’nın çeşitli ülkeler tarafından tam 114 kez ihlal edildiği ve bu ihlallerin yapılan uyarılar sonrası sonlandırıldığı belirtilmektedir. Durum bu iken, Suriye’nin 2 dakikalık bir ihlalin ardından Suriye karasularını ve hava sahasını terk etmiş bir uçağa uluslararası sularda silahsız, haberleşme sistemleri ve kimliği açık bir şekilde seyrederken hiçbir uyarıda bulunmadan saldırması ve uçağı düşürmesi uluslararası hukuk nezdinde anlaşılabilecek bir durum değildir. Uluslararası hukuka göre, Suriye’nin böyle bir ihlal karşısında atması gereken 4 adım bulunuyordu. İlk adım karasularını ve hava sahasını ihlal eden uçağı telsizle uyarmaktır. Bu uyarıdan sonuç alınamazsa, Suriye Ordusu’na ait uçaklarla tek başına, silahsız bir şekilde seyreden Türk jetine önleme uçuşu düzenlenebilirdi. Önleme amaçlı bu girişimden de sonuç alınamdığı takdirde uçak inmeye zorlanabilir ve bu esnada Türkiye de konuyla ilgili olarak bilgilendirilebilirdi. Tüm bu çabalardan sonuç alınamadığı ve ihlal devam ettirildiği takdirde ise Suriye’nin “sorgusuz sualsiz” bir şekilde gerçekleştirdiği saldırıyı yaparak uçağı düşürme hakkı saklıydı. Fakat Suriye, uluslararası hukuku ayaklar altına almış ve silahsız bir eğitim uçağını, Türkiye’ye ait olduğunu bilmesine karşın (aksi yönde iddialar gerçeği yansıtmamaktadır) vurarak düşürmüştür. Hukuk tarafından anlamlandırılamayan bu gelişme siyasal bakımdan rahatlıkla anlamlandırılabilir.
Türkiye, Esad karşıtı gösteriler başladığından bu yana Beşar Esad’ın siyasal ve yönetimsel reform iradesini güçlendirmeye çalışmıştır. Ne var ki, Suriye yönetiminin mezhep ayrımcılığı ile şekillendirilmiş ve azınlık diktası halini almış yönetim anlayışının değişmeyeceği anlaşılınca, Türkiye, Esad Yönetimi’nin ülke içi muhalefet eliyle ve askeri seçeneği kapsamayacak uluslararası baskı yöntemleri eliyle ortadan kaldırılabilmesi hedefini Suriye politikasının merkezine yerleştirmiştir. Ortadoğu’yu merkeze alan yeni dış politika paradigmasını halklar nezdinde meşruiyet çerçevesinde biçimlendiren Türkiye’nin, Suriye halkının büyük bir bölümü tarafından meşru olarak görülmeyen Esad yönetimine destek vermesi beklenemezdi. Türkiye, Suriye’deki siyasal değişimin altyapısını şekillendirebilmek ve çoğunluğu oluşturan muhalefetin örgütlü bir yapıya sahip olabilmesini sağlayabilmek için başta Suriye Ulusal Konseyi olmak üzere çeşitli muhalif hareketlere destek vermektedir. Türkiye’nin, Suriye Ordusu’na karşı mücadele eden Özgür Suriye Ordusu’na lojistik ve eğitim desteği verdiği de söylenmektedir.
Türkiye’nin Esad Yönetimi’ne karşı olan tutumu açıkça ortaya konduğuna göre, Suriye’nin Türk jetini düşürmesinin aslında bir mesaj kaygısı taşıdığını açıkça ortaya koymak gerekir. Üstelik 22 Haziran Cuma gününden yalnızca 1 gün önce, Suriye Hava Kuvvetleri’ne ait 2 uçağın Özgür Suriye Ordusu mensuplarınca kaçırıldığını da hesaba katmalıyız. Suriye kaybettiği uçakların hesabını muhalif askerlere destek veren Türkiye’den sormak istemiş olabilir. Bunun yanı sıra, Lazkiye yakınlarında yer alan Tartus’ta Rusya’nın bir deniz üssü olduğunu ve Rusya’nın Suriye Ordusu’nun elindeki hava savunma sistemini çok yakın bir zamanda modernize ettiğini de unutmamak gerekir. Bu gerçeklik, Rusya’nın Esad Yönetimi’ne verdiği siyasal ve askeri destek ile birleştiğinde daha da önemli hale gelmektedir. Ne Rusya ne de Suriye, Türk jetlerinin Suriye topraklarını (özellikle de Tartus ve çevresini) yakından gözetlemesini istemediği ve uluslararası sisteme dair bir mesele haline gelen Suriye Krizi’ne Türkiye’nin daha fazla müdahil olmasını istemedikleri için düşürülen Türk jeti aracılığıyla Türkiye’ye bir mesaj vermek ve aynı zamanda Türkiye ile Esad karşıtı ABD ile AB’nin tepkisini ölçmek istemiş olabilirler. Yani düşürülen Türk jeti, sürecin nasıl devam edeceğini ortaya koyacak bir turnusol kağıdı işlevi görebilir. Rusya’nın uluslararası sistem ekseninde Avro-Atlantik hegemonyasına son vermek istediği ve bu isteğine Çin gibi küresel ya da İran gibi bölgesel aktörlerin destek verdiği dikkate alındığında, NATO üyesi ve Avro-Atlantik İttifakı’ya yakın duran Türkiye üzerinden verilen sistem tabanlı mesaj yerini bulmuş olmalıdır. Nitekim özellikle ABD’nin meseleye oldukça tedbirli yaklaştığını görüyoruz. ABD, olayın arkasında sistemik çatışma gerçekliğinin yattığını görmüş olabilir. ABD Yönetimi’nin Kasım ayındaki başkanlık seçimleri öncesi isteyebileceği en son şey ise Putin Rusya’sı ve onun sistemik müttefikleri Çin ve İran ile askeri bir çatışmaya girmek olacaktır. ABD’nin bu tavrı, ekonomik kriz ve birliğin geleceğine dair felaket senaryoları ile sarsılan ve enerji anlamında bağımlı olduğu Rusya ile sorun yaşamak istemeyen AB’ye de yansımış durumdadır. Buna karşın, özellikle İngiltere ile İtalya Türkiye’ye destek veren ve NATO’nun temsil ettiği ruhu yansıtan açıklamalar yapmış ve Türkiye’ye gerektiği takdirde askeri destek vermeye hazır olduklarını belirtmişlerdir. Ne var ki, bu destek çok geniş bir perdeden dillendirilmemektedir. Türkiye, özellikle ABD’nin Suriye merkezli bir savaş gerçekliğini mevcut konjonktürde kaldıramayacağını gördüğünden “üyelere bilgi verme ve karşılıklı istişare” başlığını taşıyan 4. madde ekseninde NATO Konseyi’nin toplanmasını istemiş ve 5. maddeyi (bir üyeye yapılan saldırının tüm üyelere yapıldığını kaydeden ve bu zamana kadar sadece 11 Eylül sonrası Afganistan Operasyonu ekseninde kullanılan) şimdilik kaydıyla gündeme getirmemiştir.
Mevcut konjonktürde Türk halkının ve Türk hükümetinin Suriye ile bir askeri çatışmaya girmek istemediği ortadadır. Zaten Türk halkının Suriye halkı ile herhangi bir problemi de yoktur. Gerçekleşen olay Beşar Esad’ın Rusya’dan da yardım alarak ortaya koyduğu ve uluslararası yansımalarının da olması beklenen bir tahriktir. Özellikle Rusya, gerek Suriye Ordusu’na verdiği silahlar ve eğitim gerekse de Esad yönetimine özellikle BM nezdinde verdiği destek ile Suriye’yi uluslararası sistem mücadelesinin merkezinde gördüğünü göstermektedir. Türkiye’nin Rusya için bu kadar önem taşıyan bir ülkeye karşı giriştiği ahlaki mücadele ise Rusya tarafından Avro-Atlantik Dünyası’nın gücünü arttıran ve kendi çıkarlarına aykırı bir eylem olarak görülmektedir. Esad Suriye’sine verilen destek göz önünde bulundurulduğunda İran ve Çin için de aynı şeylerin söylenebileceği ortadadır.
Bundan sonraki süreçte Türkiye’nin yapması gereken, askeri bir müdahaleden çok uluslararası hukukun öngördüğü yolların kullanılarak Suriye’nin resmen özür dilemesinin sağlanması ve aynı Suriye’nin gerçekleştirdiği eylemin karşılığı olarak hakça bir tazminat ödemeye mahkum edilmesidir. Türkiye’nin müttefiklerinin Esad Suriye’sine karşı askeri operasyon seçeneğini dillendirmekten kaçındığı bir noktada, bu ülkeye karşı Türkiye’nin tek başına düzenleyebileceği bir askeri operasyon hatalı bir karar olacak, Rusya ve İran’ın da işine gelecektir. Zira böylece gittikçe güçlenen ve bölgesel bir lider olmanın eşiğinde olan Türkiye, Suriye bataklığına çekilecek ve aynı zamanda saldırgan bir ülke olarak Arap toplumları ve tüm dünya nezdinde yaftalanacaktır. Hiç kuşkusuz, bu durum Türkiye’nin yumuşak gücüne ve Ortadoğu halkları nezdindeki prestijine ağır bir darbe indirebilecektir. Görünen o ki, Suriye, bu eylemiyle Pandora’nın Kutusunu açmıştır ve bu kutuyu yeniden kapatmak çok ama çok zor olacaktır.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
http://politikaakademisi.org/suriye-pandoranin-kutusunu-acti/

TÜRKİYE BÖLGESEL SAVAŞA DOĞRU ÇEKİLMEK İSTENİYOR..,




TÜRKİYE BÖLGESEL SAVAŞA DOĞRU ÇEKİLMEK İSTENİYOR..,





25 HAZİRAN 2012




TÜRKİYE BÖLGESEL SAVAŞA DOĞRU ÇEKİLMEK İSTENİYOR
Fransa’dan bağımsızlığını kazandığı 1946 yılından bu yana inişli çıkışlı grafik sergileyen Suriye’nin Türkiye ile olan ilişkileri, son dönemde belki de hiç olmadığı kadar pamuk ipliğine bağlı ve geri dönüşü olmayan yolda seyretmektedir. Türkiye’nin yaklaşık 877 km ile en uzun sınıra sahip olduğu Suriye; Arap uyanışının yaktığı ateşin Esad hanedanlığını da içine almasıyla rejim muhalifleri ve Esad taraftarları arasında başlayan iç savaş süreci, meseleyi Rusya, İran, Çin’e karşılık NATO ülkelerini alarak bölgesel savaşa doğru yol almasına neden olmaktadır. Son olarak, İsrail’in bölgedeki askeri hareketliliği ve Güney Kıbrıs ile İsrail’in petrol arama faaliyetlerini kontrol etmek amacıyla keşif uçuşunda olan silahsız Türk jetini, uluslararası hava sahasında vurup düşürmesiyle Türkiye ile arasındaki gerginlik hiç olmadığı kadar savaşa yakın hissedilmeye başlandı.
“Şamgen” ortak vize uygulaması bölge barışının sağlanmasına yönelikti
Kısaca Türkiye-Suriye ilişkilerine yakın tarih perspektifinden değerlendirilecek olursa, Hafız Esad’ın ölmesiyle yerine geçen Beşar Esad döneminde Türkiye-Suriye ilişkileri çok yönlü diplomasi ve ekonomik-kültürel alanda karşılıklı güven zeminine oturmaya başlamıştı. Hiç şüphe yok ki bu süreci başlatan en önemli faktörlerden biri PKK elebaşısı Abdullah Öcalan’ın Türkiye’nin uyarıları neticesinde Suriye topraklarından sınırdışı edilmesiydi. Oğul Esad’ın devlet başkanlığı koltuğuna oturması ile birlikte ülkeler arası ticaret hacmi % 70 artarak 2 milyar dolar seviyesine ulaşmıştı. Suriye tarafından 2004 yılında Türkiye’ye düzenlenen resmi ziyaret ise anlamı büyüktü. Çünkü 1946 yılından beri ilk defa bir Suriye devlet başkanı Türkiye’yi ziyaret ediyordu. Ardından  2009 yılı itibariyle dostluk ve barış rüzgarlarınının estiği münasebetlerde, Türkiye ile Suriye’nin başını çektiği, içine Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ı alan ortak vize uygulaması “Şamgen” ile bölgede komşu ülkeler arasında barış köprülerinin tesis edilmesi hedefleniyordu.
“Su”
Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin seyrine yön veren diğer unsurlardan biri “Su” meselesidir. Öyle ki, 1977 yılından itibaren su biriktirmeye başlayan Karakaya Barajı nedeniyle Suriye tarafına geçen Fırat nehrinin su miktarında azalma olması, Suriye’nin bu misilleme olarak ASALA militanlarına kendi topraklarında beslemesine neden olmuştu. Ayrıca GAP nedeniyle Suriye, yine “su” meselesi yüzünden PKK terör örgütünü koz olarak Türkiye’ye kullanmaya çalışmıştı.
 Silahsız Türk jeti uluslararası hava sahasında düşürülmüştür
Son olarak silahsız Türk jetinin uluslararası hava sahasında vurulup düşürülmesi, Esad’ın  “uluslararası terör” ile dünyaya göz dağı vermeye çalışmasının bir neticesi olarak değerlendirilmelidir. Uluslararası hukuk açısından bir ülkenin hava sahası tanımını Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı’nın açıklaması ile yapacak olursak; bir ülkenin hava sahası, bu devletin egemenliği altında bulunan kara ülkesi ile buna biişik olarak yer alan içsuların ve karasuların üstünde bulunan hava sahasıdır. Bu tanıma bağlı olarak bir devletin ulusal hava sahası dışında kalan hava sahası ise uluslararası hava sahasını oluşturmaktadır.
Konu ile ilgili hazırlanan raporlar incelendiğinde Türk jeti keşif uçuşu sırasında Suriye hava sahasına girmesinden hemen sonra Türkiye’deki radar üssünden aldığı ikaz ile rotasını değiştirmiş olmasına rağmen Suriye kuvvetleri uyarı bile yapmadan jeti vurarak düşürüyor. Bilindiği üzere hava sahası ihlali bölgede birçok kez yaşanmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasında da birçok kez hava sahası sorunu yaşanmıştır. Lakin süreç hiçbir zaman uçak düşürme noktasına kadar gelmemiştir.
Hava sahası ilhalinde üç aşamalı süreç izlemelidir
Hocam Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın’a göre, olay sonrası Suriye’nin yapmış olduğu açıklamalar tutarsızlık sergiliyor. Uçağın 1 km’den vurulduğu söyleniyor ve bu uzaklık ihlal sayılamaz. İkincisi, ihlal yapılmış olsa bile sahayı terketmesi için pilota ikazda bululması gerekirdi. Alarm uçakları kaldırılarak inişe zorlanmalıydı. Üçüncüsü, eğer bu da işe yaramazsa, ya da uçak tarafından silah gösterilirse o zaman ateş açma hakkı doğabilir. Bu aşamada da alarm jetleri uçağın arkasına geçerek kanatlarından vurabilir.
Bölgesel Savaşın Fitili Ateşlenmek isteniyor
Suriye’nin uluslararası hava sahasından silahsız Türk keşif jetini düşürmesinin karşılığı olarak Türkiye’nin takınacağı tavır merakla bekleniyor. Lakin bu süreçte Türkiye’yi fitili ateşlenmek istenen “bölgesel savaşa” doğru çekmeyi planlayanlara karşı dikkatli olunması gerekiyor. Peki Esad Türkiye’nin saldırı ihtimalini değerlendirmen mi böyle bir saldırıda bulundu? Bu konudaki görüşlerden en olasılığı kuvvetli olan, Esad’ın Türk jetini vurarak dünyaya güç gösterisi yapmış olmasıdır. Çünkü Esad büyük ihtimalle zaten Türkiye’nin Suriye’ye savaş ilan etmeyeceğinin farkındalığında hareket etmektedir.
Suriye’nin Güvenlik Kalkanları: Rusya, Çin, İran
Bu kararı Suriye’nin ülkede bunca kaos ve anarşi varken tek başına alması pek mümkün değildir. Rusya ve İran’ın Esad rejiminin arkasındaki en büyük güçler olduğu resmini görebilirsek, Suriye’deki muhaliflerin Amerikalılar tarafından Türk topraklarından sağlanan muhimmatlar ile silahlandırıldığı iddiasında bulunan Rusya’nın konudan tamamen alakasız olduğu düşünülemez. Zaten Rusya tarafından da resmi bir açıklama henüz gelmedi. Sadece Dış İşleri Bakanı Davutoğlu ve Rus Dış İşleri Bakanı olan Sergey Lavrov arasında Rus tarafının konu ile ilgili bilgileri paylaşması yönünde bir telefon görüşmesi gerçekleşmiştir.
Türkiye, NATO bünyesinde ki en büyük ordu sahibi bir üyesi olarak NATO’nun 5. Maddesini işletmek isteyebilir. Fakat Türkiye doğru olanı yaparak soğukkanlılığını devam ettirmelidir. Bölgede Türkiye’nin komşuları arasında yaşanacak olası bir savaş bölgede ekonomik, sosyal ve insani anlamda büyük yıkımlara neden olacaktır. Türkiye savaş oyunlarına gelmemeli, fakat Suriye’nin yapmış olduğu hukuksuzluğu ve suçun cezası Esad’ın belini bükecek tedbirler olmalıdır.
 Furkan KAYA
http://politikaakademisi.org/turkiye-bolgesel-savasa-dogru-cekilmek-isteniyor/

..