6 Aralık 2014 Cumartesi

1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ




1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ



1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ
Türk-Amerikan İlişkileri
Her ne kadar Türk-Amerikan ilişkilerinin geçmişi Osmanlı dönemine kadar dayandırılabilse de, çağdaş dünyada iki ülkenin ilişkilerinin bir düzene girmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelir. Özellikle son yıllarda Türkiye’nin komşu ülkelerle olan ilişkileri ve bölge ülkelerinin kendi içlerinde yaşadıkları sorunlar, ABD’nin güvenlik stratejisinde öncelikli konular olarak yer almış ve Türkiye gerek stratejik önemi, gerekse siyasi ve ekonomik sorunlarıyla Amerikan dış politikasının ve ulusal güvenlik stratejisinin şekillenmesinde etkili olmuştur.
Ancak Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihte iki defa çok ciddi şekilde sarsıldığı söylenebilir. Bunlardan ilki Kıbrıs’ta yaşanan 1963-1964 olayları sırasında ABD’nin tarafsızlık yerine açıkça Yunanistan’a yakın bir tavır içinde bulunmayı tercih etmesidir. Kıbrıs olayları sırasında ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı mektupta Türkiye’nin elindeki Amerikan silahlarının Kıbrıs’ta kullanılmasını men ettiğini ve Türkiye’ye bu yüzden yapılması muhtemel bir Sovyet saldırısında, NATO anlaşmasının işlemeyeceğini bildirmesi ile başlayan kriz, İnönü’nün Yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de onun içinde yerini alır” açıklamasıyla basına da yansımıştır.[1] İsmet Paşa’nın seçilen kelimeler bakımından “çiğ” olarak nitelendirdiği bu mektuptan sonra, iki ülke arasındaki ikinci büyük kriz ise ABD’nin Irak işgalinin hemen öncesinde ve ABD tüm planlarını bu doğrultuda yapmışken, 1 Mart 2003’te TBMM’de Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarından geçmesini öneren tezkerenin reddedilmesiyle başlamıştır. Bu olaydan birkaç ay sonra Süleymaniye’deki Türk birliklerine saldıran Amerikan ordusu Türk askerlerini esir almış, “çuval olayı” olarak adlandırılan bu olay sonrası Türkiye’de Amerikan karşıtlığı doruk noktasına çıkmıştır.[2] Yani son yıllarda ikili ilişkilerde yaşanan bazı sorunlar ve olaylara paralel olarak Türkiye’de yüksek düzeylerde Amerikan karşıtlığı yani anti-Amerikanizm’in olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Tezkereye Doğru
Aslında dikkatle incelenirse ABD’nin Irak’a müdahale ve bunun için Türkiye’den yardım talebi 11 Eylül saldırılarından çok daha öncelere gitmektedir. 1991 Körfez Harekatı’ndan sonra bu durum ilk olarak 6 Kasım 1998 tarihinde ABD tarafından Türkiye’ye iletilmiştir. Ancak ilerleyen dönemlerde de ABD, Irak’a askeri operasyon konusunda Türkiye’den yardım talebini yinelemiştir. Hatta bu durum Türkiye’de yapılan genel seçimler sonrasında, Bülent Ecevit’in Başbakanlığı’nda iktidara gelen DSP-MHP-ANAP koalisyonuna da hatırlatılmış, yardım edildiği takdirde Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin kabulü için daha istekli olunacağı, PKK konusuna bir çözüm getirileceği vaatlerinde bulunulmuştur.  Özellikle Bülent Ecevit’in Başbakan olduğu 1999 yılındaki, Abdullah Öcalan’ın Kenya’nın başkenti Nairobi’deki Yunanistan Büyükelçiliği’nden  çıkarken MİT ve CIA ajanlarının ortak operasyonu sonucu yakalanıp Türkiye’ye gönderildiği olayını, ABD bir alacağı  varmışçasına koz olarak kullanmaya çalışmıştır.
‘Seçimlerden sonra 15 Temmuz 1999’da dönemin ABD Savunma Bakanı William Cohen ve Başbakan Bülent Ecevit arasındaki görüşmede, Ecevit’in PKK’ya verilen destek yüzünden şikayetine karşın Cohen sürekli “bize destek olun, bırakın devirelim siz de kurtulun” yanıtını vererek Türkiye’den Irak’a askeri müdahale hususunda istedikleri yardımı tekrar dile getirmişlerdir’’.[3] Bununla birlikte, 16 Ocak 2002 tarihinde Ecevit’in TÜSİAD üyesi iş adamlarıyla birlikte gittikleri ABD’de Bush ile yapılan Beyaz Saray’daki görüşmede esas konuşulacak konular; Kıbrıs, AB ve Afganistan konuları olarak görülse de, Irak konusu da gündeme gelmiştir. Aslında Türkiye, Irak’ın uzlaşmaz rejimini desteklememiş ancak stratejik hedefleri gereği Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmuştur.
Türkiye’ye göre eğer Irak’a bir askeri operasyon yapılırsa, Irak parçalanabilir ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt Devleti kurulabilirdi. Keza Irak Kürtleri de Irak’ın kuzeyinde Kürt Devleti kurulması için Pentagon yetkilileriyle pazarlıklarını sürdüyordu. Ankara ise bu durumdan Türkiye’nin kesinlikle rahatsızlık duyacağını ve bu olasılığın gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin istikrarsızlaşabileceğini Amerikalı yetkililerle paylaşmıştı. Bununla birlikte Türkiye’de 3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimlerle Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tek başına iktidar olmuş ve Abdullah Gül’ün Başbakanlığı ile birlikte   Türkiye’de yeni bir döneme girilmişti.
27 Aralık 2002’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Irak’a olası bir müdahalenin uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde olması gerektiği vurgulanmış, Recep Tayyip Erdoğan ise 17 Ocak’taki BM Silah Denetçileri Raporu’nu bekleyeceklerini ve esasında savaşa karşı olduklarını söylese de, o dönemde özellikle şahsı ve hükümetin bir numaralı ismi Abdullah Gül tezkerenin geçmesi yönünde büyük mesailer harcamıştır.
1 Mart Tezkeresi ve Reddi
Peki geçmesi için uğruna bu kadar mesai harcanan ama meclisten veto alan ve bazı kesimlere göre Türk Dış Politikasını oylandığı yıldan itibaren birkaç yıl daha şüphesiz etkileyecek olan 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin içeriği neydi? Neleri kapsıyordu? İçerik olarak TBMM’den, gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Anayasanın 117. maddesine göre milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından Yüce Meclis’e karşı sorumlu bulunan hükümet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a gönderilmesine; etkili bir caydırıcılığın sürdürülmesi amacıyla Kuzey Irak’ta bulunacak bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekat çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını Türk  makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre kullanmaları için gerekli düzenlemelerin hükümet tarafından yapılmasına, anayasanın 92. maddesi uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesi istenmiştir.
Daha öz bir deyişle 1 Mart 2003 Tezkeresi Irak Krizi konusunda hükümete yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına ilişkin yetki veren Başbakanlık tezkeresidir. Sonuç olarak TBMM’de yapılan oylama sonucunda 250’ye karşı 264 oyla reddedilmiş ve Türkiye o tarihten sonra bunun olumlu ve olumsuz yansımalarını (dış politika bazında) tartışmaya başlamış ve bizzatihi hem devlet kademeleri hem de halk bu yansımaları hissetmiştir.
Tezkerenin reddedilmesi ABD’de şok etkisi yaratmıştır. Duruma ilişkin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz CNN Türk’te yaptığı mülakatta şunları söylemiştir; “Oylamanın yapıldığı ve reddedildiği günün sonrasında, Türkiye bizim ödediğimizden daha büyük bir bedel ödemiştir. Türkiye’ye verilmesi düşünülen ekonomik paket, beklenenden çok daha büyük olabilirdi. Eğer karar geçseydi, Irak’ta istikrarı sağlamak için bu kadar vakit kaybetmezdik. Zaten bu da Türkiye’nin lehine olan bir durum değil” şeklinde bir açıklama yaparak hem şaşkınlığını hem de sitemini dile getirmiştir.Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı Richard Myres’in , Türk mevkidaşı ile yapmış olduğu görüşme esnasında telefonu fırlatmış olduğu iddilarıda gerilen ilişkilerin akıbeti hakkında bir başka ip ucu vermektedir.[4]
Sonuç
Sonuç olarak 1 Marttaki tezkerenin reddi, iki ülke arasındaki ilişkilerin sıkıntıya girdiğinin habercisi olmuştur. Bu dönemde ilerleyen tarihlerde yaşanan çuval krizi iki ülke arasındaki ilişkileri daha derinden yaralamış ve Ankara, Washington’la ilişkileri yeniden gözden geçirme kararı almıştır. Yine diyebiliriz ki 1 Mart Tezkeresi dönemi, bir anda karşımıza çıkan, karmaşa ve gerginlik yaratan sıkıntılı bir süreçtir. Aynı zamanda bu dönem Türkiye’de endişe, sıkıntı, itiraz, eleştiri yaratan bir süreç de olmuştur. Bu dönemde hükümet yetkililerinin kafası karışmış, tek bir ağızdan konuşmamış, zaman zaman birbirleriyle çelişen, çatışan yanlış açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu reddedilme de bazı değerlendirmeler gündeme getirmiştir. Tezkerenin reddedilmesinde diğer bir unsur da AKP’nin bölünmesi olmuştur. Bu dönemde konuya ilişkin parti disiplini ve dayanışması kaybolmuş, Gül ve Erdoğan’ın tezkerenin geçmesi lehindeki tüm çabaları yetersiz kalmıştır.
Tezkerenin reddi sonucunda müdahaleye katılamayan Türkiye, yanı başındaki bölgede denklemin dışında kalmıştır. Bununla birlikte, Irak’ın toprak bütünlüğünün  korunamaması ve istikrarının sağlanamaması, olası bir Kürt Devleti’nin kurulması ihtimali Türkiye’nin yanı başındaki bölgede pasif durumda kalacağı izlenimlerini doğurmuş ve sonraki süreçlerde dış politikada daha aktif rol oynanması gerektiği düşüncesi her zaman dile getirilmiştir.
   Ahmet CEYLAN & İsa USLU

KAYNAKLAR
[1] Örmeci, Ozan, 2012, ‘‘Türk Amerikan İlişkileri’’, Erişim Tarihi: 15.05.2012, Erişim Adresi:http://www.ozanormeci.com/userfiles/files/2699-turk-amerikan-iliskileri.pdf.
[2] Örmeci, Ozan, 2012, ‘‘Türk Amerikan İlişkileri’’, Erişim Tarihi: 15.05.2012, Erişim Adresi:http://www.ozanormeci.com/userfiles/files/2699-turk-amerikan-iliskileri.pdf.
[3] Akçay, Ekrem Yaşar, 2010, ‘‘Karar – Alma Yaklaşımı Çerçevesinde 1 Mart 2003 Tezkeresi’’.
[4] Hürriyet, Erişim Tarihi: 16.05.2012, Erişim Adresi:http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2003/03/27/267658.asp.

2003 ABD-Irak Savaşı Nedenleri ve Türkiyeye Etkisi




2003 ABD-Irak Savaşı Nedenleri ve Türkiyeye Etkisi..,



Ortadoğu
Pazar, 30 Ocak 2011 


Irak, Ortadoğu’da ki birçok ülke gibi doğal kaynaklar açısından zengindir. Buna bağlı olarak da, bağımsızlığını kazandıktan sonra, Batılı devletler Irak’taki etkilerini sürdürmeye çalışmışlar ve bu nokta da çözülemeyen sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. ABD ve Irak arasındaki sorunları, 1990’lı yıllardaki ve 2000’li yıllardaki sorunlar olarak iki boyutta incelemek gerekmektedir.
1990’lı yıllarda sorunların ortaya çıkmasının bazı temel boyutları vardır. Bunlar;
1. Irak, Osmanlı döneminde Irak’ın üç büyük vilayetinden biri olan Basra’nın bir parçası olması nedeniyle Kuveyt üzerinde sürekli olarak hak iddia etmektedir.
2. 1979 yılında İran’da yapılan İslam Devrimini çıkarları açısından tehlikeli bulan ABD, Irak’ın İran’a karşı giriştiği savaşı desteklemiş ve silah yardımında bulunmuştur. Birçok Avrupalı ve ABD’li firmada Irak’a kitle imha silahlarını, sahip oldukları teknolojiyle birlikte satmışlar ve Irak’ın kitle imha silahları üretmesine katkı da bulunmuşlardır. Bu silahlanmayla birlikte askeri gücü ve güveni artan Irak yönetimi ülke kaynaklarını daha fazla silahlanmaya harcayarak, Soğuk savaş sonrası yeni bir dünya düzeni daha doğrusu bir dünya imparatorluğu kurmak isteyen ABD’ye meydan okumaya başlamıştır.
3.Dünya’nın en büyük teknoloji üreticisi olan ABD, bu üretim için dış kaynağa bağımlıydı ve bunu da dünyanın 2. büyük petrol rezervlerine sahip olan Irak’tan sağlamak istiyor ve bu devleti kontrolü altında tutmak istiyordu. Tüm bu sebepler 1990’lı yılarda ki sorunların başlangıç noktasını oluşturmuştur.
ABD, İslam Devriminin, tüm bölge ülkelerine yayılarak ABD’yi bölgede yalnızlaştırmak ve dışlamak olan amacını, bölge çıkarları açısından tehlikeli bulmuş, İran’ı düşman ülke ilan etmiş ve bu düşüncesine destek verebilecek müttefikler aramaya başlamıştır. İran’ın devrim sonrası zayıflığından yararlanarak ve eski sorunları gündeme getirerek bu ülkeye saldıran Irak, ABD’nin potansiyel müttefiki olmuş ve ABD tarafından en modern silah ve kitle imha silahlarının teknolojileriyle desteklenmiştir. Irak’ın İran savaşını kazanmasıyla birlikte ABD Irak’ı sahip olduğu askeri güç ve kitle imha silahları nedeniyle düşman ülke olarak görmeye başlamıştır. Bağdat yönetimi ise, savaş sırasında bozulan ekonomik durumunu başka ülkelerin kaynaklarına göz dikerek gidermeye çalışarak diğer Arap ülkelerine olan borcunu ödemeyi durdurmuş, Kuveyt’in Irak’ın sahip olduğu petrolleri çaldığını iddia ederek bu ülkeden toprak talebinde bulunmuş ve tüm bölge ülkelerine karşı saldırgan politikalar izlemeye başlamıştır. ABD bu gelişmeleri, Ortadoğu’da ki çıkarlarına (petrol, İsrail’in güvenliği) tehlike oluşturduğunu düşünürken bir yandan da Irak’a karşı yapmayı düşündüğü müdahale karşısında uluslararası camiadan destek sağlamak açısından olumlu değerlendiriyordu.
Irak’ın 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’e saldırmasıyla ABD, Irak’tan yapılacak petrol ithalatına 14 yıl sürecek ambargo koydu ve 17 Ağustos 1991’de Irak’a savaş açtı. Aslında ambargonun 6 ya da 12 ay uzatılmasıyla barışçıl bir çözüm mümkün olabilirdi fakat ABD savaşı seçti.27 Şubat’ta Kuveyt’in ABD tarafından ele geçirilmesinin ardından ABD, Irak’ın Ortadoğu’da sürekli bir tehdit unsuru olarak kalması nedeniyle bölge ülkelerinin bir koruyucu güç arayışı içinde ABD’ye yakınlaşacakları ve böylece ABD’nin bölgedeki askeri varlığını arttırmasına yol açacağı düşüncesiyle Baas rejimini yıkmamıştır. Bu dönemden sonra Irak’a karşı uygulana ambargo sıkı bir şekilde kontrol edilmiş ve Irak’ta silah denetçileri görev yapmaya başlamıştır. Ambargo nedeniyle ekonomisi iyice kötüleşen Irak, BM kararlarına uygun olarak, sadece gıda ve ilaç alımında kullanılmak üzere petrol satmayı kabul etmiştir.
İki savaş arası dönemde Irak, ABD tarafından çeşitli bahanelerle yapılan bir çok saldırıya maruz kalmıştır. Uygulanan ambargo Irak’ın kitle imha silahları yapmasını engellemekten çok Irak halkına zarar vermiştir. Çekilen sefaletin BM yaptırımlarından kaynaklandığını düşünen halk, Baas rejimine daha da yakınlaştı. ABD’de 2000 yılı sonunda yapılan seçimleri George W. Bush kazandı ve bu yönetimde de etkili olmayı başarabilen, büyük çoğunluğu Yahudi kökenli yeni muhafazakâr kadro, dış politikayı yönlendirmekle kalmadı, Ortadoğu politikasını bizzat şekillendirdi. Bu grup ABD’nin Ortadoğu çıkarları açısından yeni bir savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünmekteydi. 11 Eylül saldırılarıyla ve saldırılar sonrasında ABD, halkın korkularını ve milliyetçilik duygularını körüklemek amacıyla yapılan propagandalarla ABD kamuoyu böyle bir müdahaleye ikna edildi. ABD, 11 Eylül saldırılarından sonra uluslararası terörizme karşı yürütecekleri savaşın, uluslararası terörizme destek veren Irak ve diğer başka ülkeleri kapsadığını duyurdu. Tüm 2002 yılı boyunca böyle bir savaşın fiziki ve psikolojik alt yapısı hazırlandı. Bush yönetiminin bu hazırlıkları haklı çıkarmak için kullandığı argümanlar ise, Irak’ın kitle imha silahlarıyla bölge ve dünya barışını tehdit ettiği ve BM kararlarına aykırı olarak silah denetçilerinin ülkede çalışmalarına izin vermemesiydi.
ABD’nin uluslararası hukuk kurallarına aykırı olarak gerçekleştireceği bu müdahaleye uluslararası camia da destek vermiyordu. Irak ise, ABD’nin, ülkesine saldırıyı haklı kılacak tüm gerekçelerini elinden almak için BM kararlarıyla uyum içinde çalışıyordu. ABD, kendisine ve uluslararası barışa tehdit oluşturduğuna inandığı bir ülkeye BM kararı olmadan da saldırıda bulunmanın meşru olduğunu savunuyordu. Irak bu gerekçeleri yok etmek için elindeki kitle imha silahlarını yok etmişti. ABD, uluslararası camiayı ikna etmek için, Irak’a insan hakları, barış ve demokrasi götürmek için savaş açacaklarını iddia ediyordu. Oysa işgal yoluyla bir ülkede demokrasinin tesisi için, işgal edilen ülkenin, demokrasi teorisinin ortaya koyduğu şartlara ( kalkınmış bir ekonomi, etnik homojenlik, güçlü devlet kurumları, ülke geçmişinde bir demokrasi tecrübesi gibi ) uygun bir geçmişe ve birikime sahip olması gerekir. Irak’ın bu özelliklere sahip olmadığı herkes tarafından biliniyordu. ABD’nin günümüze kadar süregelen Ortadoğu politikasının 3 hedefi gerçekleştirmeyi amaçladığı görülmektedir.
Ortadoğu bölgesinin, doğal kaynakları ve zenginlikleriyle bölge içinden veya dışından herhangi ABD karşıtı bir devletin kontrolüne girmesini önlemek.
Bölge petrolünün kontrol altına alınması.
İsrail’in varlığının ve güvenliğinin korunmasıdır. İşte tüm bu amaçlar uğruna, uluslararası hukuka aykırı olarak ve uluslararası camiayı karşısına alarak 20 Mart 2003 sabahı ABD, Irak’a savaş açmıştır.

Şafak ÖZŞİMŞİR
Uludağ Üniversitesi
http://www.tuicakademi.org/index.php/bolgeler/ortadogu/500-2003-abd-irak-savasi-ve-nedenleri
..

I.Körfez Savaşı(1991)




I.Körfez Savaşı(1991)



Arap Baharı Nedir?




Arap Baharı Nedir?


Arap Baharı Kuzey Afrika ülkeleri ve Ortadoğu ülkelerinde gerçekleşen devrim niteliğindeki verilen isimdir. Bu devrimlerin bahar diye adlandırmasının nedeni yüzyıllardır süregelen Arap ülkelerindeki diktatöryel rejimlere halkın isyan etmesidir. Bu isyanların temelinde diktatöryel rejimlerin yanı sıra işsizlik, gıda enflasyonu, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü ve kötü yaşam koşulları vardır.
İlk isyan 17 Aralık 2010’da Tunus’ta 26 yaşındaki bilgisayar mühendisi Muhammed Bouazizi Sidi’n Bouzid kasabasında bir arabaya doldurduğu sebze meyveyi satarken zabıtalara yakalandı. Bouazizi`nin arabasına ve mallarına el koyan zabıta, gence bir de tokat attı. Bouazizi, sebze tezgâhının elinden alınmasını protesto için valiliğin önünde kendini yaktı. Hastaneye kaldırılan Bouazizi 4 Ocak`ta hayatını kaybetti. Diplomalı işsiz Muhammed Bouazizi tarafından başlatılan isyan büyüyerek devam etti. Bu isyan sonucunda 23 yıldır iktidarda olan hükümet devrildi. Devlet Başkanı Zeynel Abidin Ben Ali dün (14 Ocak) hükümeti feshettiğini açıkladı. Tunus’ta 6 ay içinde seçim yapılma kararı alındı ve yerine geçici olarak görevi devralan Muhammed Ganuşi ülkede olağanüstü hal ilan etti. Ülkedeki isyan devam etmiş ve cezaevlerinde isyan çıkmıştır. Askerlerin mahkûmlara ateş açtığı ileri sürülmüştür. İsyanların giderek çoğalması karşısında Cumhurbaşkanı Zeynelabidin Bin Ali öfkeyi dindirmek için 300 bin kişi için iş yaratılacağını açıkladı kısa bir süre sonra da 2014'te görevi bırakacağını açıkladı ancak halkın öfkesi dinmemiştir. 14 Ocak'ta sokağa çıkma yasağına rağmen halk İçişleri Bakanlığı’nı kuşattı. Çıkan çatışmalarda polis gaz bombaları ve ateşli silahlarla halka saldırmıştır. “Rejim düşene kadar ayakta olacağız”, “Bin Ali defol”, “Bin Ali dışarı” sloganlarının atıldığı eylemler sırasında Devlet Başkanı Bin Ali yeni bir açıklama yaparak hükümeti görevden aldığını açıklamıştır. Başlayan isyanın ardından Bin Ali dört kez açıklama yapmak zorunda kalmıştır. İlkin temel besin maddelerinin fiyatları düşürüldü ancak eylemler durmamıştır. İçişleri Bakanı’nın da aralarında bulunduğu çok sayıda bakanın görevden alınması da halkın öfkesini dindirmedi ve böylece işsiz bir üniversite mezununun bedenini ateşe vererek başlattığı, işsizlik ve hayat pahalılığına karşı yapılan eylemler 4 haftada 23 yıllık iktidarı devirmiştir. Muhammed Bouzizi’nin cenazesindeki fotoğraf esasında çoğunluğun tepkisinin bir yansımadır:
Tunus’taki devrimin ilk ismi Arap Baharı değildir. Burada Muhammed Bouazizi’nin zabıtanın müdahalesinden sonra kendini yakmasıyla başlayan ve internette “Polise yasemin verelim” sloganıyla yayılan protestolar nedeniyle halk Ben Ali'yi iktidardan eden sürece “Yasemin Devrimi” adını vermiştir. Daha sonrasında Tunus’tan bir ay sonra Cezayir’e sıçrayan ve sonrasında domino taşı etkisiyle yayılan isyanların genel adı Arap Baharı adını almıştır.
Arap Baharı ile ilgili en güzel tanımlamayı Eylül 2011’de ORSAM tarafından Berlin’de röportaj yapılan İstanbul İslam Bilim ve Teknik Müzesi Geliştirme ve Eğitim Direktörü görevini yürütün ve aynı zamanda Bremen Üniversitesi Kültür Bilimleri Enstitüsü Öğretim Görevlisi olan Dr. Detlev Quintern söylemiştir.
ORSAM’ın sorduğu  ‘Bir araştırmacı olarak yıllardır Ortadoğu ile ilgileniyorsunuz ve defalarca da bölgede bulundunuz. Bu tecrübeleriniz ışığında Ortadoğu’da Tunus’ta ki gösteriler başlayan, Mısır’da Hüsnü Mübarek yönetiminin düşmesiyle hız kazanan ve bugün Suriye, Libya ve Yemen’de devam etmekte olan halk hareketlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu halk hareketlerinin ortaya çıkışının temelinde ne yatıyor?’ sorusuna Dr. Quintern şu cevabı vermiştir: ‘Bu soruyu cevaplamak için tarihsel bir giriş yapmamızda fayda var. Çünkü Arap dünyasında kökleri çok eskilere uzanan bir adalet hareketleri geleneği bulunmaktadır. Başlıca sebebi ise adalet anlayışının İslam ahlakında ilk sırada bulunmasıdır. Bu açıdan bakıldığında 7. ve 8. yüzyıllarda Arap dünyasının parçalarının Arap olmayan yönetimlerden kurtarılması ve İber Yarımadasında yaşanan olaylar daha iyi anlaşılmaktadır. Bu bölgelerin kurtarılması için verilen mücadele sırasında yine aynı güçlere karşı muhalefette bulunan veya isyan halinde olan topluluklardan da büyük destek gelmiştir. Bunun başlıca örneği Mısır’daki Hıristiyan Kıptilerin verdiği destektir. Bugün bu duruma çok bezeyen başka bir hareketle karşı karşıyayız. Bu hareket adalet idealinin Rönesans’ı olarak görülebilir. Bunun temelinde ise Arap halklarının dayanma gücü, cesareti ve kendilerini bu uğurda feda edebilme özverileri bulunmaktadır. Ayrıca tarihin de bize gösterdiği gibi adalet anlayışının temel prensiplerinde yaşanan sapmalar Arap dünyasında her zaman isyanları beraberinde getirmiştir. Bu noktada Arap dünyasında yaşanan adaletsizliklerin bu hareketlerin merkezini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda adlandırdığınız ülkeler arasında özellikle Tunus ve Mısır başta olmak üzere komprador burjuvaziye yakın gruplar ülke içerisinde yönetimi ele geçirip kendi amaçları için kullanıyorlardı. Bu amaçlar ise dış güçlerin amaçlarıyla neredeyse örtüşüyordu. Yabacı güçler ile kastettiğim hem eski kolonyal devletler olan İngiltere, Fransa, İtalya hem de tarihsel olarak yeni olsa da bölgedeki etkinliği göz önünde bulundurulduğunda öne çıkan ABD’dir. Tüm bunlar gücü elinde bulunduran ve lüks içinde yaşayan bir azınlık ile fakirlik ve işsizlikle mücadele eden bir çoğunluğu beraberinde getirdi. Hem Tunus’ta hem Mısır’da bulunan bu azınlık grupları Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) isteklerini yerine getirirken sosyal hizmetlerde kesintilere gittiler, ülkenin sahip olduğu önemli kaynakları özelleştirdiler. Bu özelleştirmelerden kendilerine yakın olanlar faydalandı. Tüm bunları dünyayla barışık liberal bir politika olarak tanıttılar. Bu durumdan yine en çok Batı ülkeleri faydalandı. Yine aynı şekilde, ülkelerden çıkan paranın büyük bir bölümü Batılı bankaların kontrolüne girdi. Bu bağlamda örnek olarak Tunus’u verebiliriz.
Bir turizm ülkesi olan Tunus’ta Avrupa’dan gelen turistler kurs farklılıklarında dolayı çok ucuza tatil yapabilirken, Tunus halkının büyük bir bölümü için kendi ülkelerinde tatil yapabilmek sadece bir rüyadan ibaretti. Tüm bunların yanında bu ülkelere merkezinde tüketim bulunan emperyalist kültür ve yaşam tarzı enjekte edildi. Bu gerçekliğe uymayan kültür ve yaşam tarzı ise kültürlerini, geleneklerini, inanç ve değer sistemlerini erozyona uğrattı. Şehir yapılarında bu durum oldukça açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bölge ülkeleri halkları arasında 70’li yıllardan beri süregelen bir huzursuzluk bulunmaktadır. Örnek olarak Kahire’yi verebiliriz. Ayrıca turizmin yaygın olduğu Tunus ve Mısır gibi ülkelerde turistler için inşa edilmiş ve ülkedeki hayatın ne kadar güzel ve rahat olduğunu göstermeyi amaçlayan semtler ve alış-veriş merkezleri bulunmaktadır. Hâlbuki birkaç sokak sonrasında acı gerçek bütün çıplaklığıyla ortadadır. Fakat kısaca altını çizmek istediğim bir nokta var. Tüm bu söylediklerim, şu an Arap dünyasında yaşananları bir ekmek kavgası olduğu anlamına gelmemektedir. Bu durumun benzerini Avrupa’da yaşanmış olan gıda sıkıntısı ve gıda ürünlerinin fiyatlarının yükselmesi sonucu ortaya çıkan isyanlarla karıştırmamak gerekir. Çünkü Arap dünyasında yaşanan hareketlerin merkezinde adalet olgusunun yeniden hayata geçirilmesi ve kaybolan insan haysiyetinin yeniden kazanılması yatmaktadır. Dolayısıyla meseleyi sadece fakirliğe indirgemek yanlış olur. Ek olarak, yine Filistin meselesi de çok önemli bir yer teşkil etmektedir. Çünkü hem Tunus’ta hem Mısır’da ki hareketleri tüm farklılıklarına rağmen ortak oldukları nokta Filistin halkıyla olan dayanışma olgusudur. Filistin meselesi adaletli bir şekilde çözülmediği sürece az önce bahsettiğim adalet olgusunun dünyada hayata geçirilmesi sadece bir ütopya olarak kalacaktır.
Anlattıklarımın ışığında şu an Ortadoğu’da yaşanan halk hareketlerinin, özellikle Mısır ve Tunus’ta, temelinde üç ana mesele bulunmaktadır: Var olmayan adalet olgusu, bunun etkisiyle kaybolmuş olan insan haysiyeti ve hükümetlerin Filistin meselesiyle ilgili duruşlarıdır.’1
Ortadoğu’da Arap Baharı olarak adlandırılan bu süreci yalnızca insan hakları ve demokrasi çerçevesinde incelemek yetersiz kalacak ve büyük haritayı görmemizi engelleyecektir. Bu süreç yıllardan beri süregelen diktatöryel rejimlerin er ye da geç sona ereceğinin ve her halkın bir gün kendisini itaate zorlayan yöneticileri devireceğinin yakın tarihimizdeki en son göstergesi olmuştur. Şu an tüm Dünya’nın merak ettiği devam eden Arap Baharını yaşayan ülkelerin kendilerini ve uluslararası alana etkisinin ne olacağıdır.

Merve Gülçin GÜLEÇ
Arel Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü

Kaynakça:


..